'Dosya: "Başörtülü Kadınlara Saldırılar"'

Başörtüsü “Öteki” Olmanın Bir İşaretine Dönüştü

Almanya Federal İş Ajansı Yüksekokulunda öğretim üyesi olan sosyolog Prof. Florian Kreutzer ile başörtüsünün damgalayıcı etkisini görüştük.

Başörtülü kadınların günlük yaşam tecrübelerini ele alan bir araştırma yayımladınız. Sizce bu konuda araştırmaya değer olan şey neydi?

Başörtüsü oldukça tartışmalı bir konu. Başörtüsü, Müslüman cemaat içerisinde, ama aynı zamanda Müslüman azınlık ile Avrupa’daki seküler çoğunluk toplumu arasında çatışmanın alevlendiği bir konu. Başörtüsü takan Müslüman kadınlar okulda, meslek eğitimi için yer arayışlarında ya da iş hayatlarında mağdur ediliyorlar. Dışlanıyorlar, meslek eğitimi için bir yer ya da iş bulmakta zorlanıyorlar ve çoğu zaman da işverenleri ve iş arkadaşları tarafından kabul görmüyorlar. Kamusal tartışmanın başörtüsüne yoğunlaşmasının, ön yargıların ve yabancı, tehlikeli bir din olarak görülen İslam’ın reddedilişinin yükünü onlar çekiyor. Bu tartışmalarda genelde kendi fikirleri alınmıyor ama sürekli onlar hakkında konuşuluyor. Benim araştırmamın en temel amaçlarından biri, bu kadınlara söz hakkı vermek ve onların sesi olmaktı.

Kitabınızda “başörtüsünün bir stereotip olarak damgalanmasının ırkçı çerçevede bir ‘öteki’ meydana getirdiğinden” bahsediyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?

Başörtüsü sayesinde kadınlar aynı anda hem görünür hem de görünmez oluyorlar. Bu şu demek: Başörtülü kadınlar artık kendilerine has bireyler olarak değil, sadece başörtüsü takan Müslüman kadın olarak algılanıyorlar. Böylece başörtüsü bir damgaya dönüşüyor. Aynı zamanda başörtüsü tek taraflı olarak kadının boyun eğmesinin bir sembolü şeklinde yorumlanarak başörtülü kadınlara Alman ya da diğer Avrupa çoğunluk toplumlarınca  atfedilen “öteki” olmanın bir işaretine dönüşüyor. “Baskı gören, boyun eğen kadın” şeklindeki yabancılaştırıcı damgalama sayesinde başörtülü kadınlar müstakil bireyler olma hakkından yoksun bırakılıyor ve değersizleştiriliyorlar. Bu sayede de onlara yönelik dışlamalar meşrulaştırılıyor.

Bu şekilde aynen ten renginde olduğu gibi başörtüsü de bir damgaya dönüşüyor. Bu kadınlara yönelik küçük düşürücü tutumlar nedeniyle bir “öteki” yaratılıyor ve bu “öteki” ile kurulan ilişki de üstü örtülüden, sözlü şiddete, oradan da fiilî saldırıya kadar uzanıp çoğu zaman ırkçı olarak nitelendirilebiliyor.

Kitabınızda “Başörtülü kadınlar mesleki açıdan ne kadar toplumun merkezine ilerlerse, karşılaştıkları ayrımcılıklar da o kadar görünür oluyor.” diyorsunuz. Bunun nedeni nedir?

Benim çalıştığım üniversiteyi temizleyen başörtülü kadınlar kimsenin dikkatini çekmiyor. Bu kadınlar bizim için görünmezler, nazik davrandığımız ama isimlerini bilmediğimiz “hiç kimse”ler. Yüz tane öğrenci arasındaki tek başörtülü öğrenci ise dikkat çeker ve görülür, bu öğrenciyle tanışır, adını biliriz. Başörtülü bir profesör ise daha da görünür olur. Benim üniversitemde henüz yok ama, az sayıdaki başörtülü öğrencilerimden biri ilerde meslektaşım olabilir.

Mesleki yeterliliğin elde edilmesiyle başörtülü kadınlar rağbet gören pozisyonlar ve kaynaklar için birer rakibe dönüşürler. Bu durumda iktidar ve statüye erişirler. Bizim toplumumuzda aşağıdan yukarıya doğru tırmanan ve bu şekilde toplumun merkezinde hareket etmeye başlayan kadınlardan, içinde gizliden ya da açıktan başörtüsünü çıkarma beklentisinin de olduğu bir asimilasyon ve baskın kültüre intibak beklenir.

Kitabınızda sömürgeci bir şablondan bahsediyor ve Pegida hareketinden örnek veriyorsunuz. “Endişeli vatandaşlar” olarak görülen bu sağ popülistler de “diğer kadınların” eşit muamele görmesi ve yabancı kadınların özgürleşmesinden bahsederken, “kendi” kadınlarıyla ilgili problemlerde susuyorlar. Bu durumu nasıl anlamalı?

Sömürgeci zihniyetin çifte standartlı tutumunu anlayabilmek için en bilinen örnek, İngiliz sömürgeci Lord Cromer’dir. 1900’lü yıllarda Mısır’da Müslüman kadının örtüden kurtulması için mücadele eden Cromer, İngiltere’de kadınlara seçme hakkına karşı çalışma yapan bir oluşumun kurucu üyesi ve başkanıydı. Müslüman kadının örtüden arındırılması İslam’ı hedef alıyordu ve bu, kadını özgürleştirme aracı değildi. Çünkü sömürge egemenliği altında bu kadınların eğitim ve meslek hayatına girişleri engelleniyordu. Aynı şekilde bugün popülistten aşırı sağa kadar Avrupa’da başörtüsünü damgalayan ve yasaklanmasını isteyen halk hareketleri ile partiler, geleneksel cinsiyet bağlamına geri dönülmesi çağrısında bulunuyor. Çok açık ki bu hareketler için önemli olan kadının özgürleşip bağımsızlaşması değil, bunun yerine bir düşman algısının meşrulaştırılması ve Müslüman halkın Avrupa’dan dışlanması.

Bir yandan Müslüman kadınlara entegre olmak istemedikleri ve baskı gördükleri ithamı yöneltiliyor, öbür yandan ise başörtüleri nedeniyle bu kadınlar dışlanıyorlar. Bu bir paradoks değil mi?

Sümeyye Demir’in bizim araştırmamız için görüştüğü başörtülü kadınların hepsi meslek hayatı ile aile hayatını bağdaştırmak istiyorlardı. Bu kadınlar aile ve mesleğin aynı anda yürütülmesi konusunda göç kökeni olan ya da olmayan diğer kadınlardan pek de ayrışmıyorlardı. Kendi biyografileri ve aynı şekilde çabaları sayesinde çocuklarına Alman toplumuna mümkün mertebe iyi bir şekilde entegre olmayı mümkün kılıyorlardı. Bu durum başarılı olmuş bir entegrasyonun, başörtülü kadınlara başörtüleri nedeniyle oldukça zorlaştırılan bir entegrasyonun örneği. Görüşülen kadınların yaşadığı dışlanma tecrübesi onların Alman toplumuna entegre olmak için gösterdikleri çabayla çelişiyor. Yine de kadınlar iki kültürlü bir entegrasyonu gerçekleştirme çabası güdüyorlar ve böylece kendi dilleri, kültürleri ve dinlerini yaşıyor, bunlardan vazgeçip tek taraflı bir asimilasyona düşmeden aynı zamanda Alman toplumuna da entegre oluyorlar.

Başörtüsünü çıkarma talebi bu açıdan asimile olarak entegre olma, yani misafir topluma intibak ederken kendi köken kültüründen de vazgeçme talebi anlamına geliyor. Fakat diğer bir ifadeyle burada esas söz konusu olan şey, açık ve çokkültürlü bir toplumda mı, yoksa ulusal ve kapalı bir kültür ve toplumda mı yaşamak istediğimiz.

Çoğunluk toplumu başörtülü kadınlara karşı ön yargılara sahip. Bu ön yargılarda medya ve siyasetin katkısı var mı?

Ne yazık ki Almanya’da ve diğer Avrupa ülkelerinde siyaset, öğretmenlere yönelik ya da Hessen’de bütün kamu hizmetinde getirilen başörtüsü yasaklarıyla başörtülü kadınlara ayrımcılığa çok büyük oranda katkı sağladı. Fırsat ve hak eşitliği anlamında örnek bir fonksiyon sunması gereken kamu hizmeti olumsuz bir örneğe dönüştü. Başörtülü kadınların kamu hizmetinden hukuken dışlanması, onların toplumun diğer kesimlerinden dışlanmasını da görünür biçimde meşrulaştırdı. O zaman da bildiğimiz ve bugün anayasal bir karar aracılığıyla ortaya koyulduğu gibi bu dışlamalar meşru değildi.

Medya da ne yazık ki başörtüsünü kültürel çatışmalar gibi olumsuz bağlamlarda göstererek başörtüsünün damgalanmasına ve kötü gösterilmesine katkı sağladı.

Medyada kendilerini ifade edebilecekleri birer sesleri olan reşit kadınlar yerine, başörtülüler genelde stereotipler ve başörtünün damgalayıcı bir unsur olarak kullanılmasının altında kayboldular.

Başörtülü kadınların saldırılara tepkisi nasıl ve sizce bu kesime yönelik ayrımcılık nasıl engellenebilir?

Kadınlar saldırılara başörtüsü takmaya devam ederek tepki gösteriyorlar. Başörtülerini çıkartarak görünmez olmaları yönündeki taleplere ise başörtüleriyle görünür olarak cevap veriyorlar. Bu şu anlama geliyor, başörtülü kadınlar kendi kimliklerini sergilemekten çekinmeyerek tepki gösteriyorlar. Bu işin bir yanı. Diğer yanda entegrasyon da gösterdikleri tepkilerden biri. Bütün ayrımcılık ve karşılıklara rağmen okulda, meslek eğitiminde, meslek hayatında başarı göstermeye çaba sarf ediyorlar. Yaptığımız araştırma kapsamında bizimle söyleşi yapan kadınlar diğer bütün kadınlar gibi hem iş hem de aile hayatını bir arada yürütme telaşına vurgu yapıyorlar. Yani başörtüsü takan ile takmayan kadın arasında bir ayrım gözeten tutuma (“doing difference”); çalışan kadın, anne ve eşler olarak diğer kadınlardan bir farkları olmadığını göstererek (“undoing difference”) karşılık veriyorlar. Başörtülü kadınları eğitim ve iş hayatına uyum hususunda desteklemeli ve onları kendi ayakları üzerinde duran şahsiyetler olarak algılamalıyız.

Elif Zehra Kandemir

Lisans eğitimini Münster Üniversitesinde Sosyoloji ve Siyaset Bilimi bölümlerinde çift anadal olarak tamamlayan Kandemir, Duisburg-Essen Üniversitesinde sosyoloji yüksek lisans eğitimini tamamlamıştır. Ağırlıklı çalışma alanları göç sosyolojisi ve ırkçılık araştırmaları olan Kandemir Perspektif dergisi editörüdür.

Yazarın diğer yazıları
Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Diğer Gündem Yazıları

Son Yüklenenler