Dosya: "Savaş ve Barış"

“Barış Fakat Asla Teslimiyet Değil”

“Birlikte Ayakta” (İng. “StandIng Together”) isimli oluşum İsrail'deki Yahudi ve Filistinlileri, işgale karşı harekete geçiren ve barış, eşitlik ve sosyal adalet talep eden bir taban hareketi. Bu platformundan Omri Goren ve Angela Mattar ile Filistin-İsrail meselesinde barışın mümkün olup olmadığını ve ortak bir gelecek için nasıl mücadele edilmesi gerektiğini konuştuk.

Angela ve Omri, ikiniz de “Standing Together” hareketinde aktivistsiniz. Ancak sizi bu organizasyona getiren çok farklı geçmişlere sahipsiniz. Sizi ve harekete katılma yolculuğunuzu öğrenebilir miyiz?

Omri Goren: Tel Aviv yakınlarındaki Ramat Gan adlı küçük bir şehirde doğdum ve sıradan bir İsrailli olarak yetiştirildim. Okuduğum lisede her yaş grubundan yaklaşık 600 öğrenci vardı ve neredeyse tamamı orduya katılırdı. Küçük yaşlardan itibaren herkes ordudan bahsederdi. Ancak 18 yaşına yaklaşırken, sağlık sorunlarım nedeniyle ordudan muaf olabileceğimi fark ettim ve savaşmak ya da silah taşımak istemediğimi anladım. 

Askerlik yapmamaya karar verdikten sonra, Gazze ve Batı Şeria’daki durumu öğrenmeye başladım ve öfkelendim. Bu ülkede yaşıyorum ve kimse bana buralarda olanları anlatmamıştı. Büyüdüğüm çevre, bize her zaman ahlaki davrandığımızı söylese de bana bu kadar yakın bir yerde, benim insanlarımdan kaynaklanan korkunç şeylerin olmasını kabullenemedim. Bu politik durum beni depresyona soktu. Kudüs İbrani Üniversitesi’nde eğitimime başladığımda “Standing Together” hareketiyle tanıştım. Bu hareket, Gazze ve Batı Şeria’daki durumu açıkça konuşuyor, işgalin ve savaşın sonlandırılması gerektiğini savunuyordu. Yahudi ve Arapların bir arada nasıl değişim yaratabileceğini anlatıyordu. Bu bana çok önemli geldi. Çünkü sanırım ilk kez hem durumu görüp hem de “Bu bir işgal değil” ya da “Bunu yapmak zorundayız” demeyen bir hareket gördüm. 

Şeyh Cerrah’taki protestolara katıldım, üniversitemizde paneller düzenledim. Eğitimimi tamamladıktan sonra, bu işi bir yaşam tarzına dönüştürmeye karar verdim. Üç yıl boyunca çeşitli faaliyetlerde bulunduktan sonra “Standing Together” ile çalışmaya başladım. Su anda öğrenciler bölümünün yöneticisiyim.

Angela Mattar: Filistinliyim, İbrani Üniversitesi’nde tıp, Technion’da biyomedikal bilimler okuyorum. Benim aktivizmim, küçük yaştan itibaren Filistin kimliğimi koruma üzerine şekillendi. Lisede işgal hakkında bilgi edinmeye başladım, ancak Batı Şeria ve Gazze’yi yalnızca teorik olarak biliyordum. Ailem bu konuda aktif değildi, fakat okulumda Filistin kimliği çok önemliydi.

7 Ekim’den önce, bir İsrail askerini gördüğümde korku hissederdim çünkü Yahudilerle konuşma, onların bakış açılarını anlama fırsatım olmamıştı. 7 Ekim’den sonra dünya alt üst oldu. Yalnızca politik baskılar değil, aynı zamanda Gazze’deki insanlara duyduğum empati yüzünden, İsrail’de “terör destekçisi” olarak etiketlendim. Bir arkadaşım, “Standing Together” hareketine katılmamı önerdi ve kabul ettim. Yahudi-Filistinli ortaklığı için aktivizme başladım. Üniversitelerde ve kampüs dışında birçok etkinlik düzenledik, Gazze’deki çocuklara destek kampanyalarına katıldım.

O anda fark ettim ki, bu mesele Yahudiler ile Filistinliler arasında bir çatışma değil; eşitlik, işgal ve adaletsizliğe karşı bir mücadeleydi. Kudüs’e taşındıktan sonra işgali doğrudan gözlemledim. Yerleşimci şiddeti ile toprak gaspını bizzat gördüm ve işgalin düşündüğümden çok daha kötü olduğunu fark ettim. Bu gerçekleri dile getirmem gerektiğini hissettim. Yahudi ya da Filistinli fark etmeksizin, bu toprakların iki halk için olduğunu ve nehirden denize kadar herkes için yeterince yer bulunduğunu savunan insanlarla birlikteyiz. Barışın teslimiyet değil, özgürlük ve adalet gerektirdiğine inanıyoruz. Bu yüzden asla teslim olmayacağız.

Uzaktan bakıldığında, bugün İsrail ve Filistin’de insanların günlük yaşamları şiddetle gölgelenmiş gibi görünüyor. Ancak siz, grup içi iletişim ve şiddet içermeyen aktivizmle uğraşıyorsunuz. Bu tür bir direniş ne derece etkili sizce?

Angela: Devlet şiddetine karşı direnişimizi şiddet içermeyen bir yöntemle gerçekleştiriyoruz. Çünkü değişimin, insan hayatını tehlikeye atmadan da mümkün olduğuna inanıyoruz. Bence şiddet içermeyen, insanlarla diyalog kurarak ve farkındalık yaratarak gerçekleştirilen direniş çok daha etkili. Örneğin, Beit Jala’da katıldığım şiddet içermeyen bir direniş kampı ve Batı Şeria’daki su kesintilerini protesto ettiğimiz yürüyüşler gibi etkinlikler, yalnızca bir duruş sergilemekle kalmayıp, aynı zamanda bir mesaj da veriyor. Bu faaliyetlerle insanlara bir şeylerin değişmesi gerektiğini gösteriyoruz. Sadece protesto etmekle kalmıyoruz; barış ve adalet için somut bir adım atıyor ve bir duruş sergiliyoruz. 

Omri: Gerçekten de son yirmi yıl barıştan çok savaşın çözüm olduğunu duyduk. Hükûmetimiz bize sürekli olarak savaş dışında bir çözüm olmadığını söyledi. 7 Ekim sonrası bu söylemler daha da kuvvetlendi. Ancak biz, barışa ihtiyaç olduğuna ve savaşı durdurmamız gerektiğine inanıyoruz. Angela’nın dediği gibi, bu sadece Yahudi ve Filistinli meselesi değil, burada yaşayan tüm insanları ilgilendiren bir konu. Bugün kampüslerde, sosyal medyada ve İsrail’de yaptığımız çalışmalarla, daha fazla insanı başka bir seçeneğin mümkün olduğuna ikna ediyoruz. Elbette önümüzde hâlâ engeller var, ama barışın mümkün olduğunu savunmaya devam edeceğiz. 

İsrail ve Filistin’deki mevcut durumu nasıl tanımlarsınız? Savaş mı, çatışma mı, yoksa soykırım mı? Bu tanımların ulusal ve uluslararası bağlamda bir önemi var mı? 

Angela: Bir Filistinli olarak, Gazze’deki toplu yıkımı “soykırım” olarak tanımlamaktan çekinmiyorum. “Standing Together” hareketinin bir aktivisti olarak, savaştan bahsederken kelimelerin önemli olmadığını vurguluyorum. Omri’nin kullandığı kelimeler beni ilgilendirmiyor. Kendi tanımlamalarımı kullanma hakkına sahip olduğumu biliyorum. Yahudi arkadaşlarımla barış için çalışırken, bu tür tartışmaların önemli olmadığını da düşünüyorum. Önemli olan, Gazze’deki yıkımın büyük ve yıkıcı olduğunu kabul etmemiz ve derhal durdurulmasını savunmamız.

Omri: İsrail tarihine baktığımızda, Gazze, Batı Şeria ve İsrail-Filistin’deki durumun her zaman korkunç olduğunu görebiliriz. Yaşananları anlatabilecek bir kelime yok. Olanlar çok üzücü ve katlanılamaz. Angela’nın dediği gibi, bu durumu nasıl tanımladığımızın bir önemi yok. Soykırım, savaş ya da çatışma gibi terimler yasal tanımlamalar, ancak benim için en önemli şey insanların bu durumu anlamaları. Yahudilerin acıyı ve savaşın maliyetini anlamaları, bunun durdurulması gerektiğini görmeleri çok önemli. Gazze’deki durumun şu hâliyle devam edemeyeceğini fark etmeleri gerek. Her iki tarafın acısını görebilen ve savaşı bitirmek isteyen insanlara ihtiyacımız var. 

Genelde barış, devletlerin ya da büyük kurumların sorumluluğu olarak görülür. Sizce İsrail ve Filistin’de barışın gerçekleşmesinde bireylerin rolü nedir? 

Angela: Dürüst olmak gerekirse, ben uzun süre “barış” kelimesini kullanmaya ya da barış hakkında konuşmaya hakkım olmadığını hissettim. Çünkü Gazze’de insanlar öldürülürken, ben burada güvendeydim. Bu gerçeği gizlemeye gerek yok. ABD, bizi burada tüm sistemiyle, silahlarıyla ve parasıyla koruyor. Bu yüzden hep kendime sordum: Gazze’de insanlar ölürken barış hakkında konuşmak benim ne haddime? Ben kimim ki? 

Ancak aktivist olarak bir şeyler yapmaya başladığımda şunu gördüm: Bize barışın yasak olduğu öğretildi. Bu topraklarda yan yana yaşayamayacağımız öğretildi. Bir Filistinli olarak bana, tüm Yahudilerin beni öldürmek istediği söylendi. Yahudilerin bu toprakların sadece kendilerine ait olmasını istedikleri anlatıldı. Öte yandan, Yahudilere de tüm Filistinlilerin onları öldürmek istediği söylendi. Yahudiler, “Nehirden denize, Filistin özgür olacak” ifadesini duyduğunda, Holokost’tan kalma travmalarının tetiklendiğini hissediyor. Orta Doğu’nun Yahudilerin burada yaşamasını istemediğine inanıyorlar. Bunlar, 7 Ekim’den önce hiç konuşmadığım konulardı. Bu tür şeyler hakkında kimseyle konuşmuyordum çünkü kendi Filistinli dünyamın içindeydim. Başka perspektiflere bakmayı veya dinlemeyi reddediyordum. Bunu yaparsam, Filistin kimliğime, Filistin acısına ya da Batı Şeria’da, Gazze’de ya da dünyanın başka yerlerinde hâlâ acı çeken insanlara ihanet etmiş gibi hissediyordum. Bugün gururla söylüyorum ki, barış kelimesi utanılacak bir şey değil. Aksine, onu doğru tanımlamalıyız. Benim için barış, özgürlük ve adalet demek, ama asla teslimiyet değil. 

Barışa giden yol gerçekten çok zorlu olacak. Bu yolu kolayca bulamayacağız. Ama şunu söylüyorum: Başlayalım. İşgale ve adaletsizliğe hayır diyerek, eşitlik talep ederek başlayalım. Bu topraklarda bulunmayan birinin yapmasını istediğim şey şu: Kimin daha fazla acı çektiğinden bağımsız olarak her iki halkın da acılarının olduğunu kabul edin. Ve bu toprakların iki halk için de yeterli olduğunu bilin. Ama bunu yaparken, Filistinlilerin haklarını, özgürlüklerini, adalet taleplerini, yaşam haklarını, onurlu ve barış içinde bir hayat sürme arzularını asla inkâr etmeyin. Sizden istediğim, barışı savunmanız. 

Pro-Filistin ya da pro-İsrail gibi kavramlardan nefret ediyorum. Bu kelimelere asla inanmadım. Ben, insanlığı, eşitliği, adaleti ve işgale karşı olmayı savunuyorum. Bu yüzden sizin de benimle olmanızı istiyorum. Burada yaşayan biri olarak sizden istediğim bu.

Omri: Bu ülkede yaşayan insanlar olarak, dünyada hiç kimsenin sahip olmadığı bir şansa sahibiz. İtalya’da Gazze’de yaşananlar protesto ediliyor. Ancak biz İsrail’de markete, üniversiteye gittiğimizde, karşılaştığımız insanlarla bu durumu tartışma şansına sahibiz. Bu, insanları işgali durdurmamız, savaşı sonlandırmamız, adalet ve eşitlik talep etmemiz gerektiğine ikna etmek için önemli bir fırsat. Savaşın bizim çıkarımıza olmadığını anlatabiliriz ve birbirimize güvenebileceğimizi gösterebiliriz. Bugün belki güven kolay değil, ama gelecekte Filistinli ve İsrailliler birbirlerine güvenebilir. 

Burada yaşayan insanları değişimin gerekliliğine ikna etmek, bence en önemli yol, belki de tek yol. Bu yöntem, uluslararası basından ya da yasalardan daha etkili olabilir. Çünkü burada yaşayan insanları, işgali sona erdirmeye, savaşı bitirmeye, katliamları durdurmaya ve bu ülkede güvenliği sağlamaya ikna etmek için en büyük şansa sahibiz. Benim için, İsrail’de işgal karşıtı bir barış aktivisti olmamın anlamı budur.

Bu ülkenin dışındaki insanların, sizin rolü çok önemli. İsrail’de bu günlerde aktivizm yapmak hiç kolay değil. Televizyonlarda ya da üniversitelerde, işgalin sona erdirilmesini savunan birine rastlamak zor. Bu zorlu bir mücadele ama etkili olduğunu düşünüyorum. Daha fazla insan kazanıyoruz ve büyüyoruz. Bu yüzden, İsrail ve Filistin’deki barışı savunan, savaş ve işgal karşıtı aktivistleri desteklemeniz çok önemli.

İsrail’deki siyasi muhalefet içinde olmak nasıl bir deneyim? Karşılaştığınız zorluklar neler?

Omri: “Standing Together” olarak özel bir rolümüz olduğuna inanıyorum. İsrail’deki diğer solcu, işgal ve savaş karşıtı hareketlerden farklıyız. Farkımız, sadece Batı Şeria’ya gidip insanları korumaktan ibaret değil; biz işgale doğrudan karşı duruyoruz. Bedenimizle değil, fikirlerimizi Knesset’te, üniversitelerde, medyada açıkça ifade ederek gerçekliği değiştirmeyi hedefliyoruz. İnsanları değiştirmek istiyoruz, sesimizin kararların alındığı yerlerde duyulmasını arzuluyoruz.

Bir arkadaşım, Batı Şeria’ya sıkça gitmesine rağmen, kampüste insanları işgalin durdurulması gerektiğine ikna etmenin çok daha zor olduğunu söyledi. Bu sadece fiziksel bir işgalin durdurulması değil; aynı zamanda zihinsel ve ideolojik bir dönüşüm gerektiriyor. İsrail’deki demokratik alan giderek daralıyor. Hükûmet bizi duymak istemiyor, sesimize kulak vermiyor. Örneğin, dün Angela Knesset’e gittiğinde konuşma izni verilmedi ve dışarı çıkarıldı. Ben de aynı durumu yaşadım. 

Bu zorluklarla başa çıkarken, birlikte hareket etmek önemli. Tek başıma işgali durduramam. Gerçekliği değiştirmek istiyorsam “birlikte” hareket etmem gerek. Bu birliktelik bize güç veriyor. Yanımda benimle hareket eden insanlar olduğunda, tek başıma olduğumdan çok daha güçlü hissediyorum. 

Angela: İsrail’de muhalif Yahudi bir solcu olmak zor, ancak Filistinli muhalif olmak daha da zor. Çünkü bir Filistinli, söylediği bir cümle nedeniyle cezalandırılabilirken, bir Yahudi aynı şeyi söyleyebilir ve cezalandırılmaz. Facebook ve Instagram’daki ırkçı yorumlara kimse müdahale etmezken, Filistinli öğrenciler yalnızca bir gönderiyi beğendikleri için cezalandırılabiliyor. Ben, Arap öğrencilerin karşılaştığı siyasi baskılara dikkat çekmek için Knesset’e gittim. Tarih boyunca, faşistler savaşı kullanarak anti-demokratik, ırkçı yasalar çıkardı. Knesset’te şu anda bunun gibi birçok yasa çıkarılıyor. “Standing Together” olarak buna karşı çıkıyoruz. Aktivistler olarak sesimizi duyuruyor, çoğunluğun bizim yanımızda olduğunu gösteriyoruz. Dün Knesset’te konuşma hakkı talep ettiğimde zorla dışarı atıldım, ama sesimi yükselttim ve söylemek istediklerimi ifade ettim. “Standing Together” hareketinin gücü, yorulsak ya da hiç gücümüz kalmasa bile, yanımızda başka insanların olmasında yatıyor. Yalnız değiliz ve bu, muhalefette olmayı kolaylaştırıyor.

Barış inşasında ve aktivizminizde duyguların rolü nedir? 

Angela: Bence iyimserlik ve umut güçlü duygular. Biz şöyle diyoruz: “Umut varsa, mücadele vardır.” Ancak kişisel olarak daha önemli bir şey var: Bağışıklık. Filistin kimliği hakkında konuştuğumda, “Filistin diye bir yer yok, Filistinli diye bir kişi yok” minvalinde cümleler duyuyorum. Bağışıklık dediğim şey, insanların fikirlerini değiştiremeyeceğimi kabullenmektir. Hepimiz farklı ortamlarda büyüdük, ama kalpleri değiştirebileceğime inanıyorum. Bunun yolu, insanları olduğu gibi kabul edip, görüşlerini dinleyerek kendi fikirlerimi paylaşmaktan geçiyor. Bağışıklığımı kaybettiğimde, tartışmayı bırakırım. Ayrıca öfkenin de önemli olduğunu düşünüyorum. Gazze’deki durumu izlerken öfkelenmezsem, hissizleşirim ve aktivist olmayı bırakırım. 

Omri: Başlangıçta depresiftim ve umutsuz hissediyordum, ancak şimdi Angela’nın dediği gibi çok fazla öfke hissediyorum. Bu öfkeyi seviyorum, çünkü insanlara harekete geçmeleri için yardımcı oluyor. İşgalin sona ermesinin önündeki en büyük zorluklardan biri, insanların duygularını anlamak. Gazze’deki durumu gördüğümde üzülüyorum ve çok fazla duygu hissediyorum ama bunu tarif etmek zor. Diğer yandan İsrailli Yahudiler de acı ve korku hissediyorlar, bu da onların diğer tarafın duygularını anlamasını zorlaştırıyor. Aynı şekilde, Gazze’deki insanlar da İsrailli Yahudilerin hissettiklerini anlamakta zorlanıyor. İsrail’de sağcılar, bu korku ve acıyı kullanarak insanları savaşa ve işgale inandırıyor ve diğer tarafın acısını görmelerini engellemek için kullanıyor. Bizim için zorluk, bu duyguları savaşa veya nefrete değil, değişime olan inanca dönüştürmek.

Filistin’de seneler süren yoğun devlet şiddetine karşı şiddet içermeyen aktivizm genelde şüpheyle de karşılanıyor. Bu şüpheleri nasıl karşılıyorsunuz?

Angela: Özellikle bu tür şüpheler Yahudilere kıyasla Filistinlilerde daha sık gerçekleşiyor. Onların yaşadıkları acıyı ve gördükleri yıkımı anlıyorum. Filistinliler, işgal, adaletsizlik ve ırkçılık hakkında konuştukça Yahudi-Filistin ortaklığına inanmakta zorlanıyorlar, çünkü bu ilişkiler onlara göre bir yanılsama. Onlar tüm yıkıma, soykırıma ve olan biten her şeye tanık oluyorlar. Bu yüzden ortaklığa olan inançlarını kaybediyorlar. İşgal, işgalin sona erdirilmesi, adaletsizlik, ayrımcılık ve ırkçılık hakkında konuşmaya başladığımız anda, bu meseleleri masaya koyduğumuzda, bu ilişkiler bir anda yok oluyor. 

Filistinliler demokratik bir yerde yaşamadıklarını hissediyorlar. İsrail’in Orta Doğu’nun tek demokrasisi olduğu söyleniyor ama bu doğru değil. İki yıl önce Yahudiler demokrasi için mücadele ettiğinde, İsrail’deki Filistinliler bu protestolara katılmadı, çünkü onlara göre demokrasi kelimesi hiç var olmamıştı. Bu yüzden Filistinliler, Yahudi-Filistin ortaklığına şüpheyle yaklaşıyorlar ve bunun sahte bir şey olduğuna, gerçek olmadığına inanıyorlar. Onların acılarını, korkularını, tarihin ve Nakba hikâyelerinin onlara öğrettiklerini, bugüne kadar yaşananları anlıyorum. Bu konuşmalarda, onların söylediklerine katılıyorum ve gerçekliklerini kabul ediyorum. Ancak varmak istediğimiz noktada anlaşamıyoruz. Anlaşamayınca, konuşmayı sürdürmek çok zor oluyor. 

Ben kendi gerçeğimi yaşamaya ve inandıklarım için mücadele etmeye devam ediyorum. Bu mücadele anında sonuç vermez, ancak zamanla insanları etkileyebilir. Gazze’den gelen gülümseyen yüzler ve kahkahalar bana umut veriyor. Ölüme ve yıkıma rağmen hayatta kalabilen insanların gücü ve dayanıklılığı, barış için korkusuzca çalışan aktivist arkadaşlarım ve organizasyonlar, büyükannemin anlattığı Filistin hikâyeleri ve hatta bir fincan kahve bile bana umut veriyor.

Peki, ne istiyorum? Nehirden denize kadar herkesin eşit olduğu, barışın hüküm sürdüğü bir toprak hayal ediyorum. Barışın nasıl göründüğünü tam olarak bilmiyorum ama bildiğim bir şey var: Barış, işgal değildir. Barış, kontrol noktalarının olmadığı, herkesin eşit haklara sahip olduğu bir gerçekliktir. Barış, adalet ve eşitliktir. Benim de inandığım şey bu. 

Esma Güney Aksoy

Lisans ve yüksek lisans eğitimini Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji bölümünde tamamlayan Güney Aksoy, Çukurova Üniversitesi Arkeoloji bölümünde ikinci lisans eğitimine devam etmektedir. Ağırlıklı olarak duygulanım sosyolojisi, medya ve hukuk antropolojisi alanları ile ilgilenen yazar, aynı zamanda Fidiro Kahvesi ve Talking Anthropology podcastlerinin yapımcı ve sunucularından biridir.

Yazarın diğer yazıları
Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Son Yüklenenler