Dosya: "Doğum"

Doğumun Politikleşmesi: Devlet, Toplum ve Kadın Bedeni

Doğum, biyolojik bir süreç olmanın ötesinde, devlet politikaları, toplumsal normlar ve ekonomik faktörlerin kesişiminde şekillenen çok katmanlı bir mesele. Kadın bedeni, doğum hakkı ve annelik rolü, bireysel tercihlerin ötesinde devletler, tıp otoriteleri ve toplumsal ideolojiler tarafından şekillendiriliyor. Bu durum, doğumun giderek daha fazla politik bir alan haline gelmesini sağlıyor.

1 Eylül 2025
doğumun politikleşmesi devlet, toplum ve kadın bedeni

Doğum, ilk etapta biyolojik bir süreç olarak görülse de günümüzde toplumsal, ekonomik ve politik dinamiklerin kesişim noktasında yer alan bir konu hâline geldi. Devletlerin nüfus politikaları, sağlık sistemlerinin doğum süreçlerini düzenleme biçimleri, toplumsal normlar ve ideolojik söylemler, doğumu sadece bireysel bir deneyim değil aynı zamanda kolektif ve politik bir mesele hâline getirdi.

Kimin, ne zaman, nasıl ve hangi koşullarda doğuracağına ilişkin kararlar yalnızca bireyler tarafından değil, aynı zamanda devletler, dinî kurumlar, tıp otoriteleri ve toplumsal hareketler tarafından da şekillendirildi. Kadın bedeni, geçmişten günümüze sadece biyolojik bir varlık olarak değil, aynı zamanda toplumsal, siyasal ve ekonomik bir alan olarak görüldü. Kadınların üreme kapasitesi, yalnızca cinsiyetleri aracılığıyla değil, üretim ve yeniden üretim süreçlerine yaptıkları katkılar üzerinden de toplumsal düzende belirleyici oldu. Bu durum, yalnızca modern devletlerin değil; çok daha eski dönemlerden itibaren dinin, ataerkil yapının ve ekonomik çıkarların bir araya geldiği uzun süreli bir tarihsel sürecin sonucuydu.

Tarihsel Perspektif ve Nüfus Politikaları

Tarihsel süreçte doğum politikaları devletlerin nüfus hedefleriyle doğrudan ilişkiliydi. Bu bağlamda nüfus politikaları; belirli bir bölgede ya da tüm dünyada nüfusun büyüklüğünü ve kompozisyonunu düzenlemeye yönelik üreme politikaları, hastalık ve ölümleri önlemeye yönelik sağlık politikaları ile nüfusun dağılımına göre yerleşimi şekillendirmeyi amaçlayan göç ve kentleşme politikalarını kapsıyordu. Nüfus artış hızını azaltmaya yönelik politikaların en başında doğum oranlarının azaltılması geliyordu. Tarih boyunca da ister doğum yanlısı ister doğum karşıtı olsun, tüm nüfus ve doğum politikalarında kadınlara önemli roller yüklendi.

1800’li yıllardan itibaren özellikle gebelik ve doğum gibi kadınlara özgü sorunlar siyasal iktisatçılar tarafından tartışıldı. 19. yüzyılda gebelikten korunmak ve aşırı nüfus artışının önüne geçmek için doğum denetimi propagandaları ortaya atıldı. 1920’li yıllara gelindiğinde doğum oranında düşüş ve aile yapılarında küçülme gözlemlendi. Söz konusu eğilim 30’lu yıllarda da devam etti. 1979’dan 2015’e kadar Çin’de uygulanan tek çocuk politikası nüfus artışını kontrol altına almak amacıyla yürürlüğe konmuş ve kimi bölgelerde para cezaları, işten çıkarma ve zorunlu kürtaj gibi yaptırımlarla desteklenmişti. Zorunlu kısırlaştırma uygulamaları ise Hindistan, Peru, ABD’ye bağlı Porto Riko ve Kanada’da etnik azınlıklar, yoksullar veya engelliler gibi belirli grupların doğum haklarını sınırlamak için kullanıldı.

1990’larda siyah feministler tarafından geliştirilen üreme adaleti (reproductive justice) kavramı, doğum hakkını yalnızca çocuk sahibi olma ya da olmama tercihi üzerinden değil, aynı zamanda ırk, sınıf, cinsiyet kimliği, göçmenlik statüsü gibi kesişen eşitsizlikler üzerinden değerlendirir. Bu perspektif, doğumun küresel ölçekte nasıl çok katmanlı bir politik meseleye dönüştüğünü gözler önüne sermektedir. Bu uygulamalar, “kimin doğurabileceği” sorusunu doğrudan devletin ideolojik çizgisine bağlamış, doğumun biyopolitik kontrol alanına dahil edilmesine neden olmuştur. Bu yaklaşıma göre doğum yalnızca biyolojik değil, aynı zamanda biyopolitik bir kontrol alanıdır. Ayrıca son yıllarda görülen doğum grevleri (birth strike) de iklim krizi, ekonomik adaletsizlik ve politik baskılar gibi nedenlerle çocuk sahibi olmamayı politik bir eylem biçimi hâline getirmiştir.

Kadın Bedeninin Politikleşmesi

20. yüzyılın başında ABD ve Avrupa’da görülen maternalist reformlar, anneliğin ve doğumun devlet refah politikalarının bir parçası hâline gelmesinin ilk örneklerindendir. Bu dönemde annelik, yalnızca bireysel bir tercih değil, ulusun geleceğini şekillendiren bir toplumsal görev olarak çerçevelenmiştir. Dönemin en çarpıcı uygulaması, ABD’de yürürlüğe giren Sheppard–Towner Yasası, doğum öncesi ve sonrası anne-çocuk sağlığı hizmetlerine federal destek sağlayarak doğumun devletin sosyal politika gündemine girmesini sağlamıştır.

Ancak bu yasa, kadınların “iyi annelik” yapabilmeleri için devletin rehberliğine ihtiyaç duyduğu yönünde paternalist bir anlayışı da pekiştirmiştir. Bu politik anlayışın doğuma müdahalesi, doğumun nasıl yapılacağına ilişkin kararların tıp otoritelerinin tekelinde şekillenmesine yol açmıştır. Böylece, modern tıbbın ve devlet politikaların doğum süreçlerine müdahalesi, kararların giderek tıp ve siyasi otoritelerinin kontrolüne geçmesine neden olmuştur.

Günümüzde, kadın bedeni, doğurganlık potansiyeli ile birlikte bir “kalkınma meselesi” olarak yeniden kurgulanmaktadır. Doğum, yalnızca biyolojik bir süreç değil, devlet politikalarının, toplumsal normların, tıp otoritelerinin ve aktivist hareketlerin kesiştiği bir politik alan olarak görülmektedir. Nüfus kontrol politikalarından tıbbileştirmesi, üreme adaletinden doğum grevlerine kadar geniş bir yelpazede doğum, bireysel özgürlükler ile kolektif çıkarlar arasında süregelen gerilimin merkezinde yer alır.

Devletin Kadın Bedeni Üzerindeki Etkisi

Devletler nüfus politikaları aracılığıyla doğumu kontrol etmeye çalışırken, kadın bedeni üzerinde de dolaylı bir hâkimiyet kurar. Kadınların doğurma kararları genellikle ekonomik, sosyal ve kültürel baskılarla şekillendirilir. Çocuk sahibi olmanın, kadınlar için bir zorunluluk gibi algılandığı toplumlarda, kadınların bedeni toplumsal beklentiler doğrultusunda şekillendirilir. Bunun yanında, devletin doğum oranlarını artırmak için sunduğu teşvikler kadının annelik rolünü daha da ön plana çıkarır.

Bu durumda kadın bedenine yapılan müdahale sadece tıbbi bir boyutla sınırlı kalmaz; aynı zamanda toplumsal, kültürel ve ideolojik bir yön kazanır.
Türkiye’de bu durum en çok sezaryen oranlarındaki artışla görünür hâle gelmiştir. Anadolu Ajansı verilerine göre, 2022’de Türkiye’deki canlı doğumların yüzde 60,1’i, 2023-2024 döneminde ise yüzde 61,5’i sezaryen ile gerçekleşmiştir.

Dünya Sağlık Örgütü’nün önerdiği yüzde 10-15 sınırının çok üzerinde olan bu oranlar, özellikle özel hastanelerde yüzde 78’e kadar çıkmaktadır. Kamu hastanelerinde primer sezaryen oranı yüzde 16 civarında iken, üniversite hastanelerinde yüzde 36, özel hastanelerde yüzde 40’ın üzerindedir (Sağlık Bakanlığı, 2025). Bu tablo, Türkiye’de sezaryen oranlarının tıbbi gereklilikten ziyade ekonomik, kurumsal ve örgütsel dinamiklerle şekillendiğini düşündürmektedir.

Bu soruna karşı Sağlık Bakanlığı, “Normal Doğum Eylem Planı” adı altında bir dizi politika geliştirmiştir. Plan, tıbbi zorunluluk olmadıkça sezaryen yapılmaması, normal doğumun teşvik edilmesi ve anne-bebek sağlığının korunması hedeflerini içermektedir. Bu kapsamda gebe okullarının yaygınlaştırılması, ebelerin doğum süreçlerindeki rollerinin güçlendirilmesi ve sağlık çalışanlarına yönelik teşvik mekanizmaları uygulanmaktadır.

Sağlık Bakanlığı açıklamasına göre Antalya’da başlatılan programla 81 ilden 300 ebe “Normal Doğum Bilgi ve Beceri Artırma Eğitimi” almış,1 yıl sonunda bu sayının 5.639’a çıkarılması hedeflenmiştir. Ayrıca Türkiye’nin güncel demografik verileri de doğumun politikleşmesinin arka planını güçlendirmektedir. 2024’te Türkiye’deki doğurganlık hızı 1,48 çocuk olarak gerçekleşmiş, bu oran Avrupa Birliği ortalamasının altında kalmıştır. Annelik yaşı ise ortalama 29,3’e yükselmiş, birinci doğum yaşı özellikle kentlerde daha ileri yaşlara kaymıştır. 2025’in “Aile Yılı” olarak ilan edilmesiyle birlikte normal doğumun teşviki, yalnızca bir sağlık politikası değil, aynı zamanda aile yapısına yönelik ideolojik bir çerçeve içinde ele alınmaya başlanmıştır.

Tüm bunlar uzun süre yalnızca biyolojik bir süreç olarak görülen doğumun günümüzde devlet politikalarının, toplumsal normların, ekonomik dengelerin ve ideolojik yaklaşımların kesişiminde yer alan çok katmanlı bir mesele hâline geldiğini göstermektedir. Tam da bu nedenle doğumun, kadın bedeni üzerindeki politik ve sosyolojik etkilerini derinlemesine anlamak, toplumsal eşitlik mücadelesinin önemli bir parçası olacaktır.

Kaynaklar

  • Bohren, M. A., Hofmeyr, G. J., Sakala, C., Fukuzawa, R. K., & Cuthbert, A. (2017). Continuous support for women during childbirth. Cochrane Database of Systematic Reviews, 7, CD003766. https://doi.org/10.1002/14651858.CD003766.pub6
  • Greenhalgh, S., & Winkler, E. A. (2005). Governing China’s population: From Leninist to neoliberal biopolitics. Stanford University Press.
  • Hall, M. (2019). Birth strike: The hidden fight over women’s work. PM Press.
  • Kılavuz. (2025, 22 Haziran). Aile Yılı’nda kadın bedeni: Türkiye’de doğum politikaları. Kılavuz. https://kilavuz.org.tr/aile-yilinda-kadin-bedeni-turkiyede-dogum-politikalari/
  • Koven, S., & Michel, S. (1993). Mothers of a new world: Maternalist politics and the origins of welfare states. Routledge.
  • Ross, L. J., & Solinger, R. (2017). Reproductive justice: An introduction. University of California Press.
  • Yılmazbilek, S. (2023). Türkiye’de doğum politikaları: Tıbbileştirme, normal doğum teşvikleri ve kadın bedeni. Feminist Tahayyül, 31(3), 45–62.

Didem Yüksel

Lisans ve yüksek lisans eğitimini Başkent Üniversitesi Hemşirelik Bölümü’nde, doktora eğitimini ise Ege Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Hemşireliği Anabilim Dalı’nda tamamlayan Yüksel, akademik çalışmalarına devam etmektedir. 

Yazarın diğer yazıları
Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Son Yüklenenler