Gölgeler Ülkesi Doğu Türkistan: Tanık Olduğum Sessizlik Rejimi
Turfan’ın çölde saklı vahalarından Urumçi’nin kontrol noktalarına uzanan bu bir aylık seyahatin şahitliği, bir coğrafyanın değil; kimliği, inancı ve hafızası adım adım silinmeye çalışılan bir halkın sessiz hikâyesini anlatıyor.

Çoğumuzun yalnızca haber bültenlerinde duyduğu, haritada Çin’in batısında küçük bir leke gibi görünen ama zihinlerimizde çok daha büyük bir yer kaplayan bir coğrafya var: Doğu Türkistan. Ben bu bölgeye “egzotik bir rota” arayan bir gezgin olarak değil; Türk ve Müslüman kimliğimin, en çok da insan kalmanın yüklediği bir sorumlulukla gittim.
Biletimi alırken de, tren kompartımanında uyumaya çalışırken de, Urumçi’de pasaportumu uzatırken de aklımda tek bir soru dolaşıyordu: Dünyanın geri kalanının “güvenlik politikası” diye izlediği bu sert dönüşüm, sıradan bir insanın günlük hayatına nasıl dokunuyor?
Bu seyahat, bana yalnızca bir bölgeyi değil; bastırılmış bir tarihi, kısılmış bir sesi ve “normalleştirilmiş” bir baskıyı gösterdi. Aşağıda okuyacağınız satırlar, Mayıs 2025’te gittiğim Doğu Türkistan’da geçirdiğim bir ayın notları değil sadece; orada aslında ne yaşandığına dair bir tanıklık denemesi.
Çin’e Giriş: Kolaylık Maskesi Altında Tam Kontrol
Yolculuğum, Türkiye’den Çin’e doğrudan uçmak yerine, Türkmenistan üzerinden aktarmalı bir güzergâhla başladı. Aşkabat’ın neredeyse boş ama abartılı büyüklükteki havalimanından, Pekin’e uzanan uçağa binerken aklımda hâlâ “zor coğrafya, zor bürokrasi” klişesi vardı. Fakat asıl zorluğun, bürokrasinin kendisinden değil, gündelik hayatın tamamını dijitalleştiren ve bu sayede herkesi izlenebilir kılan bir sistemden geleceğini kısa sürede anladım.
Pekin’e indiğim anda ilk öğrendiğim şey şu oldu: Çin’de su bile almak istiyorsanız, önce iki uygulamaya teslim olacaksınız: Alipay ve WeChat. Nakit para, istisna hâline gelmiş durumda. Metroya binerken turnikeye telefonunuzu okutuyor, otel parasını, market alışverişini, tren biletini, taksi çağırmayı, hatta en ücra köşedeki köydeki ufak harcamanızı bile bu uygulamalarla yapıyorsunuz.
Bu “kolaylık”, kısa sürede başka bir gerçekle birleşiyor: Eğer bütün ödemeleriniz, tüm hareketliliğiniz, kiminle yazıştığınız ve nerede bulunduğunuz tek merkezde toplanıyorsa, bu yalnızca bir ödeme sistemi değil, hayatınızın ayrıntılı bir kaydı anlamına geliyor.
Bunu, Pekin’deki imparatorluk sarayı olan Yasak Şehir’e girerken bizzat yaşadım. Yanlışlıkla Çinlilere ayrılmış, yalnızca yüz tanıma ile geçiş yapılan sıraya girmiştim. Hiçbir yere yüz kaydı vermemiş olmama rağmen, sıra bana geldiğinde turnike sorunsuz şekilde açıldı. Çinli arkadaşlarım, ülkeye ayak bastığım anda sınır kapısındaki kameralarla yüzümün sisteme işlendiğini, artık her hareketimin rahatlıkla takip edilebildiğini söylediler.
Bu altyapı, Doğu Türkistan’da tanık olacağım her şeyin görünmez zeminini oluşturuyordu: İnsanların hem sokakta hem cep telefonunda izlenmeye alıştığı, bu yüzden de susmaya mecbur kaldığı bir hayat.

Urumçi – Mayıs 2025. Fotoğraf: Taha Yasin Erel.
Unutulmak İstenen Bir Tarih: Uygurlar Kimdir?
Doğu Türkistan’a gitmeden önce, yalnızca bugünün baskı rejimini görmek, fotoğraflamak ve not almak isteseydim, anlatım eksik kalırdı. Çünkü Uygurlar, Çin’in batısında “aykırı bir azınlık” olmanın çok ötesinde, Türk ve İslam tarihinin kurucu halklarından biri.
Uygur Kağanlığı, 8. yüzyılda Orta Asya’nın en önemli siyasi güçlerinden biriydi. Göktürklerin mirasını devralan Uygurlar; yazı dili, sanat, hukuk ve din alanlarında yüksek bir medeniyet kurdu. Daha sonra Karahanlılar döneminde İslam’la tanışan bu coğrafya, Kaşgar merkezli bir ilim ve kültür havzasına dönüştü. Yusuf Has Hacib’ten Kaşgarlı Mahmud’a uzanan isimler, bugün hâlâ Türkçe konuşmamızı, bu dili yazı dili hâline getirmemizi sağlayan kökleri attılar.
19. yüzyılda Çin’in Mançu asıllı hanedanı (Qing) bölgeyi işgal etti; 1884’te coğrafyaya “Xinjiang” yani “Yeni Toprak”adını verdi. 20. yüzyılda Uygurlar iki kez kısa ömürlü devlet deneyimi yaşadılar; fakat her ikisi de dış müdahalelerle ortadan kaldırıldı. 1949’da Çin Halk Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla, bölge tamamen Pekin yönetimine bağlandı.
Bugün Çin, bu coğrafyayı yalnızca etnik ya da dini sebeplerle değil, jeopolitik ve ekonomik nedenlerle sıkı kontrol altında tutuyor. Doğu Türkistan, “Bir Kuşak Bir Yol” projesinin kalbinde: enerji kaynakları, Orta Asya’ya açılan kapı oluşu ve genç nüfusu nedeniyle Pekin için vazgeçilmez. Bu stratejik önem, Uygurlar için ise çoğu zaman baskı, gözetim ve asimilasyon anlamına geliyor.
İslam’ın Çin’deki İlk İzleri: Xi’an’da Yanıltıcı Bir Normalleşme
Çin’deki yolculuğumun ilk duraklarından biri, İpek Yolu’nun doğudaki başlangıç noktası Xi’an oldu. Burası hem tarihte birçok hanedanlığa başkentlik yapmış bir şehir, hem de İslam’ın Çin’e giriş kapılarından biri.
Xi’an Ulu Camii, miladi 8. yüzyıla uzanan tarihiyle Çin’deki en eski camilerden. Geleneksel Çin tapınaklarına benzeyen mimarisi, ejderha motifli ahşap sütunları ve pagoda biçimindeki minaresiyle uzaktan bakıldığında bir Budist tapınağını andırıyor. Fakat içine girdiğinizde, ahşap panellerin üzerine kazınmış Kur’an ayetleri ve altındaki Çince çevirilerle, tam anlamıyla iki dünya arasında bir köprüde yürüdüğünüzü hissediyorsunuz.
Burada dikkatimi çeken şey, Hui Müslümanları oldu: Han Çinlilerine göre dış görünüşleri daha “Çinli” duran, dilleri Mandarin olan ve İslam’a inanan bir halk. Xi’an Ulu Camii’nde hâlâ sesli ezan okunabiliyor, Cuma günü cami hınca hınç doluyor, avluda ciddi ama görece rahat bir hava hissediliyordu. Cuma namazı öncesi, yaşlı bir grup cemaatin sırayla Kur’an okuduğu uzun bir tilavet geleneği vardı; hutbe ise bizim alıştığımızdan daha kısa ama toplu ibadet duygusunu güçlendiren bir ritüeldi.
Bu manzara, insana ilk bakışta “Her şey o kadar da kötü değil” dedirtebilir. Fakat Xi’an’daki bu görece serbestliğin, Doğu Türkistan’da göreceğim manzaranın yanında bir tür vitrin, hatta göz boyama olduğunu çok geçmeden anlayacaktım.
Xi’an’daki Müslümanlar, diliyle, rengiyle, yaşam biçimiyle Han toplumuna daha benzer. Oysa Doğu Türkistan’da hem Türk hem Müslüman olan ve tarihsel olarak merkezden uzak durmuş bir halk var. Pekin’in asıl “sorun” olarak gördüğü kesim de onlar.
Çöle Açılan Kapı: Turfan’a 24 Saatlik Tren Yolculuğu
Xi’an’dan Doğu Türkistan’a doğru ilk adımı, 24 saat süren bir tren yolculuğuyla attım. Altı kişilik ranzalı kompartımanlar, bitmeyen hazır noodle kokusu, vagon aralarında sigara içen yolcular… Zaman zaman cep telefonu çekmiyor; “merkez”den uzaklaştıkça hem sinyal zayıflıyor hem de insan, psikolojik olarak kendini başka bir dünyaya yaklaşıyormuş gibi hissediyor.
Batıya doğru ilerledikçe, trenin penceresinden görülen manzara da değişiyor. Yeşilin yerini yavaş yavaş Gobi ve Taklamakan çöllerinin toprak tonları alıyor; istasyonlar seyrekleşiyor, yerleşim araları açılıyor. Xi’an’dan bindiğim kompartımanda hiç Uygur olmaması, beni ilk başta şaşırtmıştı. Doğu Türkistan’a yaklaştıkça bile, vagondaki Uygur sayısının az oluşu, bölge halkının günlük dolaşımına getirilen görünmez kısıtları düşündürdü.
Turfan’a vardığımda, sabah güneşi çoktan yakmaya başlamıştı. Güneş henüz tam yükselmeden bile sıcaklık 40 dereceyi zorluyor, istasyon kapısında taksiciler yolcuları adeta kolundan çekiştirerek arabalarına davet ediyordu. Onlara Uygur Türkçesiyle selam verdiğimde, bir anda mesafenin kapandığını hissettim. Uygurca ile Türkiye Türkçesi arasındaki benzerlik, sokakta aniden akrabanızla karşılaşmışsınız gibi bir yakınlık duygusu veriyor.
Turfan, deniz seviyesinin altında yer alan, karez denilen yeraltı su kanallarıyla yeşertilmiş eski bir vaha şehir. Bugün “turfanda” dediğimiz erken meyve-sebze kelimesinin kökeninde de bu kentin adı olduğuna dair rivayetler var. Asmalar, üzüm bağları, dut ağaçları… Çöl ortasında yürürken bir anda karşınıza küçük bir cennet çıkıyor.
Ama bu güzelliğin tam ortasında, otelimin karşısında duran kilitli ve paslanmış bir cami kapısı, yolculuğun asıl duygusunu özetliyordu. Bahçesi eski araç parçaları ve hurdalarla dolu, camları tozla kaplanmış, yıllardır ibadete açılmadığı belli bir yapı. Dışarıdan bakınca, sadece bir bina görüyorsunuz; içeride bir zamanlar yankılanan ezan sesleri ve cemaatin adımları ise çoktan susturulmuş.
Tuyug Köyü: Yaşayan Bir Yerleşimden Açık Hava Müzesine
Turfan’dan yaklaşık 70 kilometre uzakta, Alevli Dağlar’ın eteklerine sıkışmış küçük bir yerleşim var: Tuyug Köyü. Tarihî olarak hem İpek Yolu üzerinde önemli bir durak, hem de İslam’ın Doğu Türkistan’da kök saldığı erken merkezlerden biri olarak biliniyor.
Bugün ise Tuyug, resmî olarak bir “turistik alan”. Girişte bilet alıyor, turnikeden geçiyor, ardından köy içine sizi çıkaran küçük bir araç bekliyorsunuz. Köye adım atmadan hemen önce, pasaportumu fark eden polisler beni küçük bir ofise çağırdı.
Nereden geldiğim, nerede kaldığım, Turfan’a niçin geldiğim, hangi taksiyi kullandığım, şoförle WeChat üzerinden yaptığım yazışmalar… Kısa ama son derece ayrıntılı bir sorgudan sonra, “turist” olduğuma kanaat getirilince köye girmeme izin verildi. Bu, Doğu Türkistan’da atacağım her adımda karşıma çıkacak kontrol tekniğinin küçük bir örneğiydi.
Köyün içine girdiğimde ise beni bambaşka bir sahne karşıladı: Dar sokaklarda dolaşan kalabalıkların neredeyse tamamı Çinli turistlerdi. Renkli kıyafetler giyip poz veren gençler, profesyonel fotoğrafçılar, her köşede selfie çeken ziyaretçiler… Bir zamanlar tandır dumanlarının yükseldiği, çocuk seslerinin duyulduğu gerçek bir köy, bugün adeta film platosuna dönmüş bir açık hava müzesine benziyordu.
Köyün kalbinde, 700 yıllık geçmişi olan Tuyug Camii bulunuyor. Dört minareli bu yapı, eskiden köyün toplu ibadet merkeziymiş. Şimdiyse iki dünya arasına sıkışmış durumda: İçeriden bakınca, cami olmaktan çok yıkılmaya terk edilmiş bir depo izlenimi veriyor. Pencerelerin camları kırık, duvarlar dökülüyor, halılar çoktan sökülüp götürülmüş. Mihrap ve minber çatlaklarla dolu; mihrabın önündeki solmuş kırmızı halının etrafı, ziyaretçilerin yaklaşmasını engelleyen şeritlerle çevrilmiş.
Biraz ilerideki tepede yer alan Bin Buda Mağaraları ise son derece iyi korunuyor. Güvenlik kameraları, görevliler, fotoğraf yasağı, özenle yapılmış yürüyüş yolları… Uygurların Budist olduğu dönemlere ait bu freskler, büyük bir hassasiyetle muhafaza edilirken, hemen aşağıdaki tarihî caminin çürümeye bırakılması, Çin’in “hangi mirasın anlatılmaya değer bulunduğunu” açıkça gösteriyor.
Benzer bir çelişkiyi, Turfan’daki Emin Minare ve Camii kompleksinde de gördüm. 18. yüzyılda yerel yönetici Emin Hoca tarafından inşa ettirilen minare, Pekin’e sadakatin sembolü olarak anlatılıyor. Bugün yapı mükemmel şekilde restore edilmiş, çevresi çiçeklerle düzenlenmiş, tur otobüslerinin standart durağı hâline getirilmiş. Minarenin gölgesinde duran cami ise tertemiz halıları ve bakımlı duvarlarıyla hâlâ bir ibadethane gibi görünse de, içeride hiçbir vakit namazı kılınmıyor.
Görevli bir Uygur amca, eskiden bayram ve Cuma günlerinde cemaatle dolup taşan bu camide artık senelerdir namaz kılınmadığını, ibadetin yalnızca şehir merkezindeki birkaç “kontrollü noktada”, kameralar eşliğinde yapılabildiğini söylediğinde, “korunan tarih” ile “susturulan inanç” arasındaki uçurum bir kez daha belirginleşti.

Emin Minare ve Camii. Fotoğraf: Taha Yasin Erel.
Urumçi: Demografik Mühendisliğin Başkenti
Kısa bir tren yolculuğunun ardından, Doğu Türkistan’ın kalbi sayılan Urumçiye vardım. Devasa tren garı, gökdelenlerle dolu şehir silüeti ve her yerde göze çarpan güvenlik kameralarıyla, burası artık bir “bölge başkenti”nden çok, demografik ve kültürel mühendislik laboratuvarı gibi.
1950’lerden bu yana yürütülen politikalar sonucunda, Han Çinlilerinin şehirdeki oranı belirgin şekilde artmış, Uygurlar ise merkezden çevreye itilmiş durumda. Devlet destekli konut projeleri, cazip iş imkânları ve teşvikler, Urumçi’yi Han nüfus için cazibe merkezine dönüştürürken, Uygurlar için aynı şehir giderek daralan bir yaşam alanına dönüşmüş.
Urumçi sokaklarında dolaşırken, İslami sembollerin silikleştiğini hemen fark ediyorsunuz. Başörtülü bir kadına rastlamak neredeyse imkânsız; geleneksel kıyafetler yalnızca bazı dar sokaklarda, o da çekingen biçimde görülüyor. Buna rağmen, kapalı pazarın çevresinde yürürken tandır ekmeğinin kokusu, kebap dumanı, kayısı ve ceviz tezgâhlarıyla hâlâ Orta Asya’nın kalbine açılan bir kapıda olduğunuzu hissediyorsunuz.
Kültür, tüm bu baskı atmosferine rağmen, dar bir koridorda da olsa nefes almaya devam etmeye çalışıyor.
Büyük Pazar ve Erdaoqiao Camii: Gösterilmesine İzin Verilenler ve Gizlenen Hayat
Urumçi’deki ilk duraklarımdan biri, şehrin simge yapılarından Büyük Pazar (Erdaoqiao Grand Bazaar) oldu. Bir yanda baharatçılar, halıcılar, bakır işçiliği; diğer yanda kebapçılar, lagman tezgâhları, kuruyemişçiler… İlk bakışta, “tipik bir Doğu pazarı” atmosferi var. Fakat her girişte üst araması, X-ray taraması ve polis noktasından geçmek zorundasınız.
Pazarın hemen yanı başında yükselen Erdaoqiao Camii, bu çelişkinin en görünür hâli. Toprak renkli duvarlarıyla dışarıdan çok etkileyici olan caminin etrafı, yüksek sesli müzik ve eğlence alanlarıyla çevrilmiş. Camiye çıkan yol, seyyar tezgâhlarla neredeyse kapanmış. Girişte bekleyen genç görevli, içeri girmek istediğimde pasaportumun fotoğrafını çekiyor, benim de yüzümü ayrı ayrı kaydediyor. Ezan dışarıya açık şekilde okunmuyor; içeride, hafif bir sesle duyuluyor yalnızca.
Cuma günü aynı camide kıldığım namaz, hayatımın en tuhaf ibadet tecrübelerinden biriydi. Cemaatin neredeyse tamamı elli yaş üzerindeydi; gençlerin yokluğu, fotoğraflara sığmayan bir gerçeği anlatıyordu: Camiye adım atmak, sisteme “dini kimliği güçlü” olarak fişlenmek anlamına geldiği için, genç kuşak kendini görünmez kılmayı tercih ediyor.
Minbere çıkan genç ve Çinli imam, hutbenin büyük bölümünü Çince okudu. Kur’an ayetleri kısa ve adeta “zorunlu bir bölüm” gibi araya serpiştirilmişti. Hutbenin ana mesajı, Çin yasalarına saygı, toplumsal düzenin korunması ve partiye bağlılık üzerine kuruluydu.
O anda, bulunduğum yerin artık bir camiden çok, devlet ideolojisinin ritüelleştirildiği bir mekân hâline geldiğini hissettim. İnsanlar, bir yandan imanlarını korumaya çalışıyor, diğer yandan da hayatta kalmak için suskun kalmayı tercih ediyorlardı.
Benzer manzaralar, Akmescit ve Beytül Ma’mur gibi diğer camilerde de karşımıza çıkıyor. Birinde yalnızca vakit girdiğinde içeri alınmak, karanlık ve izole bir köşede namaz kılmaya zorlanmak; diğerinde kapıların sertçe kapandığını görmek, ibadetin bile gözetim altında olduğu bir rejimin sıradan sahneleri hâline gelmiş durumda.

Urumçi’deki Kapalı Çarşı ve etrafındaki polisler. Fotoğraf: Taha Yasin Erel.
Korkunun Dili: Konuşamayan Yüzler, Yarım Kalan Cümleler
Urumçi’de geçirdiğim günlerde, en ağır deneyimlerimden biri, insanların konuşmaktan değil, dinlenmekten korktuğunu çıplak gözle görmek oldu.
Bir çay dükkânında yaşlı bir Uygur amcayla yan yana otururken, birkaç cümleyle konu açmaya çalıştım. Türkiye’den geldiğimi söyleyip, “Buradaki hayatınızı merak ediyorum” dediğim anda, yüzündeki mimiklerin donduğunu gördüm. Gözleri boşluğa daldı, dudakları kıpırdamadı. Uzun bir sessizlikten sonra sadece çayını içmeye devam etti. Soru sormayı bıraktığımda, ortam yeniden “normal”leşti.
Hotan Caddesi’nde namaz kılmak için girdiğim bir camide, cemaat sandığım kişilerin aslında Çinli Hui Müslümanları olduğunu fark etmemle birlikte gerilim aniden yükseldi. Çeviri uygulamasına yöneldiğim anda, yaşlı bir adamın telefonu elimden itmesi, yüksek sesli uyarılar, ardından ağır kapının yüzüme kapanışı… Kiminle hangi kelimeyi, hangi tonda kurabileceğinizi bilmediğiniz bir iklimde, insan ilişkileri bile diken üstünde yaşanıyor.
Bütün bu parçalar, Urumçi’de tanıştığım bir Türk iş insanının anlattıklarıyla daha da netleşti. On beş yıl boyunca bölgede ticaret yapan bu kişi, özellikle 2009 yılındaki Urumçi olaylarından sonra yaşananları aktarırken, kelimeler ağırlaştı: Sokaklara yanaşan siyah araçlara doldurulan Uygurlar, bir daha geri dönmemek üzere götürülüyordu. Ramazan ayında sahur vakti lambası yanan evler, sabah baskınlarına maruz kalıyor; oruç tuttuğu düşünülen insanlar gözaltına alınıyordu. Polisler dükkânlara girip çay ve sigara ikram ediyor, reddedenlerin oruçlu olduğu not ediliyordu. Bu, inancın suç unsuru hâline gelişinin gündelik bir örneğiydi. Gözaltına alınan binlerce kişiden yıllarca haber alınamıyor, aileler yalnızca “sustukları ölçüde” hayatta kalabiliyordu.
Aynı iş insanı, benimle vedalaşırken şunu söyledi: “Burada gördüğün hemen herkesin ya kendisi içeri girmiştir ya da en az bir yakın akrabası hâlâ hapistedir. O yüzden onlardan ‘konuşmasını’ bekleme. Susmak, burada bir korkaklık değil, hayatta kalma yolu.”
Onun yanında çalışan genç bir Uygur kadın, trene binip Kaşgar’daki cezaevine doğru yola çıktığında, aslında on binlerce benzer hikâyeden yalnızca birine tanıklık etmiş oluyordum. İki yıldır haber alamadığı babasını, kısa bir görüş hakkı tanındığı için yalnızca bir saat görebilme umuduyla gidiyordu. Bu yolculuk, insanın yüzüne çarpan bir hakikat hâline geliyor: Uzaktan izlerken sadece “haber” sandığımız şeyler, orada yanımızdan sessizce geçen insanların kişisel trajedisi olarak karşımıza çıkıyor.
Tanrı Dağları’ndan Geriye Kalan: Bir Coğrafya Değil, Bir Yara
Seyahat sürem dolmadan önce, bir günümü de Tanrı Dağları (Tianshan) ve Tanrı Gölü’ne ayırdım. Yüzyıllar boyunca Türk destanlarında kutsal sayılan bu dağlar, hem bir sığınak, hem de step halklarının kimlik sembolü olmuştu.
Bugün de zirvelerindeki kar, eteklerindeki sık ormanlar ve turkuaz renkli gölüyle insanı büyüleyen bir manzara sunuyor. Gölün kıyısında dururken, rüzgârın dağlardan taşıdığı serinlikle birlikte, geçmişle bugün arasındaki mesafeyi düşündüm:
Belki bin yıl önce, Türklerin ataları da aynı dağlara baktı; ama bambaşka bir özgürlük duygusuyla. Bugün ise aynı manzaraya, kayıp bir yurdun, susturulan bir halkın ve yarım bırakılan bir tarihin ağırlığıyla bakıyoruz.
Son Söz: Bir Halkın Sesi Susturuluyor, Bu da Tüm İnsanlık İçin Bir Sınav
Doğu Türkistan’da geçirdiğim günler, bana yalnızca bir bölgede yaşanan hak ihlallerini değil, modern çağın en sofistike kontrol rejimlerinden birini gösterdi.
Camiler kapatılarak ya da müzeye çevrilerek, ezânın sesi kısılarak, gençler fişlenme korkusuyla ibadetten uzaklaştırılarak, tarihî yapılar seçici biçimde korunup diğerleri çürümeye bırakılarak, dijital gözetim ağlarıyla günlük hayatın her anı kayıt altına alınarak Uygur halkının dini, dili ve kültürü sistematik biçimde daraltılıyor.
Bu süreç, yalnızca Uygurların değil, insanlığın ortak vicdanının sınandığı bir dönem olarak tarihe geçiyor. Uzakta bir “jeopolitik dosya” gibi görünen şey, aslında tek tek insanların yüzüne sinmiş korkuda, yarım kalan cümlelerde, kilitli cami kapılarında, karanlık köşede kılınan namazlarda somutlaşıyor.
Oradan ayrılırken aklımda tek bir cümle dolaşıyordu: “Burada konuşulamayanların, dışarıda daha yüksek sesle söylenmesi gerekiyor.”
Çünkü Doğu Türkistan bugün yalnızca coğrafi olarak değil, sessiz bırakılarak da uzaklaştırılıyor. Bizim payımıza düşen ise, bu sessizliği duymuşken, artık görmezden gelmemeye çalışmak.





