11 Eylül Sonrası Vize: Güvenlikten Küresel Ayrıcalığa
11 Eylül’den sonra Batı’da “güvenlik” gerekçesiyle sıkılaştırılan vize rejimi, zamanla sınır güvenliğini aşarak küresel eşitsizliklerin sembolüne dönüştü. Bugün vize, artık yalnızca bir seyahat belgesi olmanın ötesinde, kimin dünyada serbestçe dolaşabileceğini belirleyen küresel bir ayrıcalık mekanizması.
Amerika Birleşik Devletleri’nde 11 Eylül 2001’de gerçekleşen terör saldırıları, yalnızca küresel güvenlik paradigmasını değil, uluslararası hareket ve erişim biçimlerini de radikal biçimde değiştirdi. “Terör tehdidi” kavramı, devletlerin dış politika ve savaş stratejilerinin ötesine geçerek, bireylerin sınır geçişlerini belirleyen bir güvenlik aracına dönüştü. O tarihten bu yana vize, yalnızca bir seyahat belgesi değil, uluslararası siyasetin son derece etkili bir denetim ve dışlama aracı hâline geldi.
Bu dönüşüm, “güvenlik” gerekçesiyle başlasa da kısa sürede küresel hiyerarşinin yeni bir biçimini oluşturdu. Bugün Almanya’dan Kanada’ya kadar birçok Batılı ülke vatandaşı, “güvenli” kabul edilerek serbest dolaşım hakkına sahip olurken, Orta Doğu, Afrika ve Güney Asya vatandaşları “potansiyel şüpheliler” olarak pek çok seyahat kısıtlamasına maruz kalıyor. Vize reddi oranları, ülkelerin politik imajı ve coğrafi konumlarına göre belirleniyor. Böylece, vize bir hak olmaktan çıkıp bir ayrıcalık göstergesine dönüşüyor.
11 Eylül Sonrası ABD Göç Politikaları ve NSEERS Programı
11 Eylül saldırılarının ardından ABD, göçmenlik sistemini ulusal güvenliğin merkezine yerleştirdi ve ülkeye giriş yapan yabancıları sıkı denetim altına aldı. “Terörist faaliyet” tanımı genişletildi; özellikle Müslüman, Arap ve Güney Asya kökenli bireyler hedef alındı. Bu süreçte tutuklama ve sınır dışı edilmelerde ciddi artış yaşandı; göçmen topluluklarda belirsizlik ve güvensizlik oluştu.
2002’de yürürlüğe giren Geliştirilmiş Sınır Güvenliği ve Vize Reformu Yasası ile Yurt Güvenliği Yasası kapsamında, sahteciliğe dayanıklı vizeler, kurumlar arası veri paylaşımı, konsolosluk görevlilerinin terör ve dolandırıcılık tespitinde eğitilmesi ve öğrenci vizelerine ek koşullar getirilmesi gibi önlemler uygulamaya kondu.
Göç yasaları ve programları, ulusal güvenliğe tehdit oluşturabileceği düşünülen bireyleri izleme, sınır dışı etme veya toplumsal varlıklarını sınırlama aracı olarak kullanıldı. Bu programların en tartışmalısı Ulusal Güvenlik Giriş-Çıkış Kayıt Sistemi (NSEERS) oldu. 2002’de Adalet Bakanlığı tarafından başlatılan sistem, 16 yaş ve üzeri ziyaretçi, öğrenci, oturum sahibi veya sığınmacı statüsündeki yabancı erkekler için kayıt zorunluluğu getirdi.
Ancak bu zorunluluk yalnızca Afganistan, Cezayir, Bahreyn, Bangladeş, Mısır, Eritre, Endonezya, İran, Irak, Ürdün, Kuveyt, Lübnan, Libya, Fas, Kuzey Kore, Umman, Pakistan, Katar, Suudi Arabistan, Somali, Sudan, Suriye, Tunus, Birleşik Arap Emirlikleri ve Yemen vatandaşlarını kapsıyordu. Bu ülkelerden gelen erkekler ABD’ye giriş ve çıkışta kayıt yaptırmak, parmak izi vermek ve seyahat geçmişleri ile banka hesapları, dinî ve siyasi bağlantıları hakkında sorulara cevap vermek zorunda kaldılar. Medya raporlarına göre yaklaşık 83 bin erkek kayıt yaptırdı ve bunlardan 13 bini sınır dışı edilme sürecine alındı.
Program, Müslüman, Arap ve Güney Asyalı toplulukları derinden etkileyerek küçük işletmelerin kapanmasına, ailelerin parçalanmasına ve mahalle yapılarının değişmesine yol açtı. Bu reformlar sonucunda, “terör tehdidi kaynağı” olarak görülen ülkelerden gelen öğrencilerin, iş amaçlı gelen ziyaretçilerin ve diğer yabancıların ABD’ye girişi sıkça reddedildi. Üniversiteler ve iş çevreleri, bu politikaların ABD’nin “beyin göçü” ve girişimci potansiyelini olumsuz etkilediğini belirtti.
NSEERS, belirli ülkeler ve gruplar üzerinde hedefli ve açık ayrımcılık uygulayan bir sistem olarak eleştirildi ve 2004’te fiilen devre dışı bırakıldı. Yerine getirilen US-VISIT programı, görünürde daha kapsayıcı ve ayrımcılıktan bağımsız bir sistem olarak tasarlansa da aslında vize başvurusunda bulunan ve ABD’ye giriş yapan daimî ikamet sahipleri de dâhil tüm yabancılardan dijital parmak izi ve fotoğraf alınmasını zorunlu kılarak, sistematik ve sürekli bir gözetim mekanizması oluşturdu. Böylece US-VISIT, sınır yönetimi ve ulusal güvenlik söylemlerinin ötesinde, bireylerin özgürlüklerini kısıtlayan, neredeyse herkes için uygulanabilen bir kontrol aracına dönüştü.
Avrupa’da 11 Eylül Sonrası Vize ve Göç Politikaları
11 Eylül 2001’deki terör saldırılarının ardından Avrupa Birliği (AB) de, güvenlik endişeleriyle göç ve sığınma politikalarını yeniden şekillendirmeye başladı. O güne dek daha çok insani bir mesele olarak görülen göç, artık güvenlik ve terörle mücadele çerçevesinde ele alınmaya başladı. Avrupa Birliği Konseyi saldırılardan kısa bir süre sonra yayımladığı “Terörizmle Mücadele Ortak Tutumu” belgesinde, sığınmacıların mülteci statüsü almadan önce terör bağlantısı açısından incelenmesini zorunlu kılarak, sığınma ile terörizmi ilk kez doğrudan ilişkilendirildi.
2001 sonrası dönemde, AB’nin göç politikaları belirgin biçimde “güvenlikleştirme” yönünde ilerledi. Dış sınır kontrollerinin güçlendirilmesi, yasadışı göçle mücadele, üçüncü ülkelerle geri kabul anlaşmaları yapılması ve ortak bir göç politikasının oluşturulması öncelikli konular hâline geldi. 2008’de Fransa’nın AB dönem başkanlığı sırasında kabul edilen Göç ve Sığınma Paktı, biyometrik verilerin kullanımı, sınır güvenliği ve geri gönderme uygulamalarıyla bu eğilimi pekiştirdi. Aynı yıl yayımlanan Avrupa Güvenlik Stratejisi Raporu, göçü AB için bir “tehdit unsuru” olarak tanımlayarak bu yaklaşımı daha da güçlendirdi.
Vize politikaları cephesinde ise önemli bir değişiklik yaşanmadı. 2006’da yapılan düzenlemelerle, vizeye tabi ülkeler listesi güncellendi ancak sığınmacılar açısından vize koşulları kolaylaştırılmadı. AB ülkeleri, istisnai durumlarda Sınırlı Bölgesel Geçerlilik (LTV) vizeleri verebiliyor olsa da bu uygulama neredeyse hiç kullanılmadı. Bu durum, mültecilerin Avrupa’ya yasal yollarla erişiminin neredeyse tamamen engellendiği anlamına geliyordu.
Her ne kadar 11 Eylül sonrası dönemde göç, güvenlik ve terör söylemleriyle sıkça ilişkilendirilmiş olsa da bu bağlantı uzun vadede Avrupa genelinde kalıcı olmadı. Birleşik Krallık ve Almanya gibi ülkelerde kısa bir süre göç tartışmalarında “terör bağlantısı” vurgulansa da örneğin Almanya’da 2005 yılındaki yürürlüğe giren Göç Yasası üzerine yürütülen tartışmalarda işsizlik ve entegrasyon sorunlarına odaklanılırken, Fransa ve İspanya örneklerinde göç konusu daha çok işgücü ihtiyacı ve ekonomik gereklilikler çerçevesinde ele alındı.
AB düzeyinde ise odak, terörle mücadeleden ziyade dış sınırların korunması, insan kaçakçılığının önlenmesi ve göçün “daha iyi yönetilmesi” üzerinde kaldı. 11 Eylül, Avrupa’da göç ve vize politikalarının yönünü tamamen değiştirmemiş olsa da onları kalıcı biçimde güvenlik, ekonomik, siyasi ve toplumsal dengeyi koruma odaklı bir çerçeveye oturttu.
Vize Kısıtlamaları ve Küresel Eşitsizlikler
Sözde “güvenlik” gerekçelerinin ötesinde, araştırmalar vize politikalarının esasen ülkelerin ekonomik gücü, siyasi rejimi, diplomatik ilişkileri ve coğrafi konumlarıyla şekillendiğini gösteriyor. Bu hâliyle küresel vize sistemi, güvenlikten çok güç ve ayrıcalık dağılımına dayalı bir hiyerarşi oluşturuyor.
Ekonomik olarak güçlü ve demokratik ülkelerin vatandaşları dünyada serbestçe dolaşma hakkına sahipken, yoksul veya siyasi istikrarsızlık yaşayan ülkelerin vatandaşları yoğun vize engelleriyle karşılaşıyor. Çok yoksul ülkelerin vatandaşlarının seyahat ettikleri diğer ülkelerin yaklaşık yüzde 88’inde vize engeliyle karşılaşması beklenirken, çok zengin ülkeler için bu oran yalnızca yüzde 34’te kalıyor. Baskıcı rejimlerin vatandaşları diğer ülkelerin yüzde 93’ünde vizeye tabi tutulurken, insan haklarını güçlü biçimde koruyan demokratik ülkelerin vatandaşları için bu oran yüzde 73. Benzer biçimde, barışçıl ülkelerde vize kısıtlamasıyla karşılaşma olasılığı yüzde 82 iken, savaşla yıpranmış ülkelerde bu oran yüzde 89’a yükseliyor. Bu durum, hareket özgürlüğünün bir hak olmaktan çıkıp doğulan ülkeye bağlı bir ayrıcalığa dönüştüğünü açıkça gösteriyor.
Güç dengesinin bu şekilde kurulmasında büyük ekonomilerin siyasi nüfuzu belirleyici rol oynuyor. Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) ülkeleri kendi vatandaşlarına geniş seyahat serbestisi tanırken, diğer ülke vatandaşlarına katı vize rejimleri uyguluyor. Avrupa Birliği, Schengen bölgesine vizesiz giriş hakkı tanıyan ülkeleri, AB vatandaşlarına vize koymaları hâlinde statülerini yeniden değerlendirmekle tehdit ediyor. Buna karşın, kendisine vizesiz giriş hakkı tanıyan birçok ülkenin vatandaşlarından vize talep etmeye devam ediyor. Benzer biçimde, ABD de karşılıklılık ilkesini öne sürerek vizesiz giriş için ülkelerden aynı ayrıcalığı talep ediyor, ancak bu koşulu yerine getiren ülkelerin bile vize muafiyetine dâhil edilmesi garanti değil.
Vize politikaları aynı zamanda seçici ve teşvik edici bir işlev görüyor. Turizme veya dış yatırıma bağımlı ülkeler, yabancı sermaye ve bilgi akışını teşvik etmek amacıyla yüksek gelirli ülke vatandaşlarına vize muafiyeti tanıyor. Aynı şekilde uluslararası ticaret ve kültürel bağlar da vize uygulamalarında önemli rol oynuyor. İkili ticaret hacmi yüksek ülkeler arasında vize zorunluluğu neredeyse ortadan kalkarken, coğrafi ve kültürel yakınlık da vizesiz seyahati kolaylaştıran bir etken olarak öne çıkıyor. Kendi bölgesi veya kültürü dışındaki bir ülkeye seyahat edenlerin vizeyle karşılaşma olasılığı ortalama yüzde 85. Ancak aynı bölge ya da kültür içindeki ülkeler için bu oran yüzde 66–70 aralığında seyrediyor. Commonwealth üyeleri ise birbirlerine daha yüksek oranda vizesiz giriş hakkı tanıyor.
Tüm bu veriler, vize politikalarının küresel eşitsizlikleri pekiştirdiğini ve hareket özgürlüğünü büyük ölçüde ekonomik, siyasi ve kültürel koşullara bağlı hâle getirdiğini açıkça gösteriyor. Böylece, serbest dolaşım hakkı evrensel bir özgürlük olmaktan çıkarak, pasaportun rengi kişinin dünyaya erişimini belirleyen bir statü göstergesine dönüşüyor.