İslam’ın En Verimsiz Okuma Biçimi: Selefilik
İslam düşünce tarihinde Selefiye adı geçmişte ve günümüzde kullanılmakla beraber, aslında bu isimde muayyen bir mezhep yoktur. Nasıl ki re’yciler adında muayyen bir mezhep olmayıp, re’yci mezhepler varsa, Selefçilik de, bir mezhepten daha genel olarak bir yöntem, yaklaşım tarzı ve anlayıştır.
Selef kelimesinin anlamı gelip geçmiş topluluk ve öncü topluluk demek olup, kelime “sâlihîn” kaydıyla Peygamber’in arkadaşları (sahâbe) ve onlardan sonra gelenler (tabiî) için kullanılmıştır. Müslümanların öncü topluluğu demek olan “selef”e âyet-i kerîmede ve hadis-i şeriflerde de işaret buyurulmuştur.
İlk üç kuşak, sırasıyla Sahabe, Tâbiûn ve Tebe-i Tabiîn’dir. Bunlar imanda, ilimde ve amelde bütün Müslümanlar için örnek nesillerdir ve İslam adına ortaya çıkan her bir ekolün eşit derecede kökü ve kaynağıdırlar. Bu üç nesil, gerek Kur’an ve Sünnet’te övgüye mahzar olmada, gerekse sahih İslam anlayışının bize kadar kesintisiz olarak gelmesinde kilit rol üstlenmiştir. Bu sebeple, daha sonraki asırlarda devamlı olarak merkezî bir yer tutmuş ve adeta doğru-yanlış ayrımının ölçüsü olarak algılanmıştır. “Selef-i Sâlihîn,” İslam ümmeti için vazgeçilmez bir nirengi noktası ve ölçüdür.
Selefîye / Selefçilik Kavramı
Hadisçiler, Eserciler, “Haşeviyye, Mücessime, Müşebbihe, Nassiyyûn, Nakliyyûn ve Harfiyyûn” gibi isimlerle de anılan Selefçilik ya da Selefîye kavramının, Selef-i Sâlihîn olarak adlandırılan ilk Müslüman âlimlerin takip ettiği yol anlamında kullanılması “yaygın” ve “yanlış” anlamıdır. Akıl ve te’vil karşıtlığı ve lafızcılık ve dışlamacılık ise akla gelen önemli ve doğru anlamlarındandır.
İslam düşünce tarihinde Selefiye adı geçmişte ve günümüzde kullanılmakla beraber, aslında bu isimde muayyen bir mezhep yoktur. Nasıl ki re’yciler adında muayyen bir mezhep olmayıp, re’yci mezhepler varsa, Selefçilik de, bir mezhepten daha genel olarak bir yöntem, yaklaşım tarzı ve anlayıştır. Selefiye, Kur’an ve hadisle birlikte, sahabe, tâbiîn ve tebe-i tâbiîn nesillerinin söz ve davranışlarını kudsiyet mertebesinde benimseyen; nassı ve nakli dinî bir dokunulmazlık seviyesine yükseltip mutlak surette hâkim sayan, nassa itiraz ve muhalefet etmeyi, tenkit ve te’vîl yapmayı kesinlikle kabul etmeyen ve hadisi merkeze alan bir anlayıştır.
Selefcilik yapan anlayışın, nasların zahirine (görünürdeki anlamına) aşırı bir şekilde tutunmaları, onları teşbîh cihetine taşımıştır. Böylece onlar, açıkça Allah’a cisim isnat etme ve mutlak tenzîhe delalet eden ayetlere açıkça muhalefet etme noktasına gelmişlerdir. Hâlbuki mutlak tenzîhe delalet eden ayetlerin geldiği yerler, diğerlerine bakarak hem daha çok, hem de manasını ortaya koymada daha açık naslardır.
Hem daha çok yerde geçmesi, hem delaletçe daha açık olması sebebiyle, mutlak tenzîhle ilgili selbi sıfatlara delalet eden ayetlerin tercih edilmesi ve esas alınmasından asla uzak kalınamaz; diğer az sayıdaki ayetin zahirine sarılmaktan daha evladır. İki türlü delilin arasını telif etmek, onların bu yanlış yorum anlayışından daha iyidir. Selefî anlayış her ne kadar te’vilden uzak dursa da Ahmed b. Hanbel bile yerine göre bazı nasları te’vile mecbur kalmıştır.
Selefilik “Selefin Mezhebi” mi?
Selefi anlayış selef uleması arasındaki yaygın anlayış olsa bile “selefin mezhebi” diye bir şeyden bahsedilemez ve asla herhangi bir kişi, herhangi bir fırka veya mezhep tarafından bir bütün olarak temsîl olunamaz. Zira bunlar kendilerini takip iddiasıyla ortaya çıkmış yüzlerce fırkanın aynı anda kökleri olmaktadır. Bir kişinin veya bir fırkanın kendisini Selef-i Salihîn’in yegâne takipçisi sayması, diğerlerini bu yolda görmemesi şeklindeki bir “dini dışlamacılık” (religious exclusivism) kabul edilemez.
Selef-i Salihîn dediğimiz dönem mezhepsiz dönem olmaktan ziyade, her bir mezhebin kendilerinden ilham aldıkları, kendi görüş ve yöntemlerini bir şekilde içinde buldukları bir döneme, zamansal bir devreye ve Bûtî’nin ifadesiyle, “İslami mezheb değil çok bereketli zamansal bir merhaleye,” işaret eder. Kısacası Hz. Ömer, Hz. Ali ve Abdullah b. Mes’ûd hepimizin sâlih selefidir, fakat fırka anlamında Selefiliğe asla sığmayacak kadar cesur ve özgür içtihatlar yapabilmiş bir seleftir.
İmam Muhammed ibn el-Hanefiyye ve İmam-ı A’zam da aynı şekilde sâlih bir selef olmakla birlikte bir takım görüşlerinden hareketle Selefî akıma mensup sayılması doğru olmaz. Kaldı ki İmam Azam Ebu Hanife’nin selef-i sâlihliğine hiç de razı olunmamış, hatta kendisi kıyasıya eleştirilmiştir. O bu ümmetin salih selefidir, fakat eserci değil reycidir. İmam Muhammed ibn el-Hanefiyye İslam tarihinde Medine’de ilk ve en büyük mektebi kurmuş ve biribirine ters birçok fikir bu mektepten çıkmıştır.
Selefiliğin, Selef-i Sâlihin ile bir görülmesi mümkün değildir. Zira Selef-i Sâlihin dediğimizde Ehl-i Ra’y da Ehl-i Hadis de bu tanımın içerisine girecektir; yalnız Selefilik ise asla Ehl-i Ra’y’i taşıyamaz. Selefilik sadece Selef-i Sâlihin’de kökleri bulunabilecek zamansal tanımlamanın dışında belirli bir tip anlayışın ve naslara yaklaşım metodunun adıdır.
Bağımsız bir mezhep ve fırka olmaktan öte belirli bir anlayış ve nasları yorumlama biçimidir. Bu nedenle de onlarca çeşit selefi anlayıştan bahsedilebilmekte, bakış açısı olarak yan yana getirilmesine imkân yok gibi görünen birçok kişi selefi olarak anılmaktadır.
Daha çok Medine hadis ekolüyle ve İmam Şâfi’î ve Ahmet b. Hanbel gibi bazı fıkıh ekollerinin kurucularıyla, daha sonra İbn Teymiyye ve Albânî gibi zevatla günümüze kadar gelen anlamda bir Ehl-i Hadis ve medrese selefciliği, İslam düşüncesinde ayrı bir anlayış olarak, toplardamar mesabesinde görülebilir. İslam düşüncesi içerisinde, diğer üç disiplinden (kelam, felsefe ve tasavvuftan) farklı özellikler taşıyan, farklı tarihî görevler gören ayrı bir damardır.
Kutuptaki Tevil Anlayışları
Bu anlayış sayesinde İslam düşüncesinin temelini oluşturan nasların toplanıp korunması, sonraki nesillere aktarılmasıyla İslam düşüncesine yapılabilecek en büyük katkı yapılmıştır. Onların nasları yorumlamamaları ve akli çıkarımlar yapmamaları bir eksiklik gibi görülebilse de İslam düşüncesine temel olan kaynakların korunması açısından bakıldığında medrese Selefciliğinin bu tutumu İslam dünyası için kutsal bir miras arz etmiştir. Ehl-i Sünnet-i Hassa da denen Selefiyye; Cehmiyye, Mu’tezile, Mürcie, Şîa ve Haricî olmayan, sahabe ve onları izleyenlerin ekolünde bulunan fukaha ve hadis ehlinin yolu demektir. Hem teolojide hem de eskatolojide akıl değil işitme (sem’) asıldır, derler. Bu anlamda Hanbelîye de denir.
İbn Rüşt, sapıklıkta olduğunu söylediği bu fırkaya el-Keşf an Menâhici’l- Edille adlı eserinde “Haşevîye” olarak işaret eder ve onların; “Allah’ın varlığını bilmek için tek yol akıl değil sem’dir, tıpkı aklın hiçbir rolü olmayan ahiret halleri gibi Allah’ın varlığı (birliği ve sıfatları) meselesinde de nakle uyulması gerekir.” dediklerini aktarır.
Bu bir nevi aşırılaşma, daha doğrusu bu tür ilk anlayışın yetersiz kalması Cehmiyye, Mu’tezile ve onların tam aksi kutupta olan te’vil anlayışlarını doğurmuştur. Cehm b. Safvan hadis metodunun yetmediğini, İslam’ın aleyhine yöneltilen ve kullanılan ölümcül zehirli fikirlere karşı hadis ulemasının mukavemet edemediğini görerek bu akılcı te’vil metodunu devreye sokmuştur. Bu yüzden halef dediğimiz Ehl-i Sünnet bu iki aşırı yorum anlayışının arasını bulmak için kolları sıvamışlardır.
Fakat ne yazık ki bu halef mezhebinin anlaşılmasının önündeki en büyük engellerden biri, İbn Teymiyye ve onun her tür yeni yorumu ateşlik bid’at gösteren keskin kalemi olmuştur. Bu arayı bulma girişimini ilk başlatanlardan birisi Abdullah b. Küllâb el-Basrî’dir (ö. 240-842). O ulûhiyet düşüncesi hakkında ilk felsefe yapan kişidir. Eş’ârîlik ve Maturîdilik’ten ibaret olan Halefiyye, özellikle ilahiyata dair manası kapalı (müteşabih) ayetleri, manası açık (muhkem) ayetler ışığında açıklamanın Kur’an’a uygun olduğunu söylemişlerdir.
Selef ulemasının çoğunluğunun yolu, müteşabih ayetlerdeki Allah’ın muradının zahirinden başka bir şey olduğunu kesin kabul etmek, sonra da manasını Allah’a havale etmektir. Tefsirine (te’viline) dalmak caiz değildir. Oysa kelamcıların genelinin görüşü ise bu tür müteşabihatı te’vil etmek gerektiği yönündedir.
Selefçiliğin Tarihsel Serüveni
Selefçiliğin doğuşu ya da selef-i sâlihîn dönemindeki çocuk saflığına dönme arzusunun canlanması, yaşanan fakat istenmeyen olumsuz durumlarla yakından ilişkili ve doğru orantılı olagelmiştir. Selefçilik bir dönem Mu’tezile’nin aşırı akılcılığına tepki olarak canlanmış, bir dönem Gazali değil fakat Gazalicilik’in Gazali’yi yanlış anlamasının sonucu olarak alevlenmiş, -İbn Teymiyye’nin çıkışı da bu bağlamda ele alınabilir- son dönemlerde de Batı Emperyalizmi’ne cevap olarak gelişme kaydetmiştir.
Tarihi süreç içerisinde Selefçi çıkışlar genellikle menfi bir takım siyasi ve askerî olayların zuhuruyla ilişkili olmuştur. Hangi dönemde ciddi anlamda benzeri bir sıkıntı yaşansa “Selefin yoluna dönelim” sesleri yükselmiştir. 8 ve 9. yüzyıllarda Mu’tezile’nin dinî nasları aklın ışığında ve onun hâkimiyetinde anlama ve yorumlama girişimleri ve süre gelen anlayışı sorgulayıp yargılaması bir tepki olarak selefçi anlayışı doğurmuştur.
Burada parantez içinde belirtelim ki, kelime anlamıyla Mu’tezile de Selefçidir. Çünkü hiçbir Müslüman âlim ya da mezhep kendisini sahabe ve tabiinden müstağni görmez. Terminolojik olarak elbette Mu’tezile Selefçi değildir. Ahmed b. Hanbel ne kadar İslami çaba üzerinde olduğunu iddia ediyorsa veya Hanbelîler bu iddiadaysa, Vasıl. b. Ata da Mu’tezile de aynı iddiadadır. Görüş ve metodoloji farkını samimiyet ve dindarlık farkı gibi lanse etmek yanlıştır. Bu ümmet Ahmed b. Hanbel’den faydalandığı kadar Cehm b. Safvan’dan da, Vasıl b. Ata’dan da, Ebû Abdillah Muhammed b. Kerrâm’dan da faydalanmak durumundadır.
13 ve 14. yüzyıllarda İslam dünyası, içte bölünmeler yaşadığı gibi dıştan da ciddi saldırılara maruz kalmıştır. Başına buyruk ya da başın buyruğuna göstermelik itaat eden bir sürü küçük devletçik ortaya çıkmış, öte taraftan Doğu’dan Moğol istilası, Batı’dan Haçlı seferleriyle ümmetin birliği, daha da önemlisi varlığı çok ciddi yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır. Bu hengâmede herkes ve her grup mevcut bu durumun sebeplerini aramaya yönelmiştir. Kişiler ve gruplar birbirini kıyasıya eleştirmeye, itham etmeye daha kötüsü bir biriyle çatışmaya başlamışlardır.
Zaten mevcut durumda, bilim ve felsefede geri olma söz konusu olmadığı için mevcut durumun nedeni olarak böyle bir sebep ileri sürülemezdi. Yani “Bilim ve felsefede geriyiz, bu yüzden bu vahim durumu yaşıyoruz.” denemezdi. Sonuç da tam tersi olmuş, fatura felsefeye ve bilime kesilmiştir. Bunlar çok da gerekli olmayan ‘‘sükse’’ şeyler olarak algılanmıştır; iman sağlamlığını ve ümmetin birliğini tehlikeye sokan bir takım lüzumsuz uğraşılar olduğu düşünülmüştür. Herhalde İbn Teymiyye’nin selefci çıkışı da, Gazali’nin Gazali’ye rağmen anlaşılmasına ve tarihsel Gazali’den farklı bir Gazali ortaya koyulmasına sebep olmuştur. Gazali dindarlığın, ileri görüşlülüğün, gayretin ve çabanın timsâli, oysa Gazalicilik tembellik, gericilik ve hurâfeden başka bir şey değildir. İbn Teymiyye de Selefçilik yapan diğer birçok âlimde bilerek veya bilmeyerek Gazaliciliğin inşasında görev almışlardır. Son yüzyıllarda da, özellikle 18. ve 19. yy’da Batı’nın İslam dünyasını işgal ve kolonize etmesiyle birlikte tekrar bu türden nev-zuhur selefçi anlayışa sahip çıkışlar görülmüştür.
Selefiliğin Teşekkül Süreci
Selefilik hicri 3. yüzyılın başlarında teşekkül etmeye başlamış ve bazı aşamalardan geçmiştir. Selefiliğin ilk aşamasına “İcmal devri” veya “eski selefiler” (mütekaddimûn) denmektedir. Selefilik Miladî 7. yüzyılda tekrar ortaya çıkmış ve bu defa bu görüş Harranlı Şeyhu’l-İslam İbn Teymiyye (ö.1328) ve İbn Kayyım (ö.1350) tarafından ihya edilmiştir.
Selefiyenin ikinci dönemi, “sonraki selefiler” (müteahhirûn) olup bunlar kendi asırlarında Yeni-Hanbeliliğin kelam ve felsefeye galip gelmesini sağlamışlar ve İslam’ın entelektüel hızını yavaşlatmışlardır. İtikatta selefi olduklarını, amelde ise Ahmet b. Hanbel’i izlediklerini söyleyen ama birçok konuda İbn Hanbel’i de İbn Teymiyye’yi de geçen, kendilerine “Vehhâbî” denmesine karşı çıkan, Muhammed b. Abdilvehhab’ın (ö.1791) kurucusu bulunduğu Vehhâbilik ise, bir çeşit Selefilik olarak Miladî 18. yüzyılda Muhammed b. Abdulvehhab tarafından Arap yarımadasında yeniden ortaya çıkarılmıştır.
Günümüzde de Vehhâbîler, bu görüşe davet etmektedirler. Muhammed b. Abdulvehhab, eniştesi ve Su’ud ailesinin büyük dedesi Muhammed b. Su’ud ile baş başa vererek, bu mezhebi kılıç zoruyla kabul ettirmeye ve hâkim oldukları yerlerde buldukları mabet ve türbeleri “bidat karşıtlığı” adı altında yıkmaya başlamışlardır. Bekli de zora başvuran bu dinî davet hareketinin altında, Osmanlıya karşı isyan etme düşüncesi yatmaktaydı.
Modern Selefiliği Anlamak
Modern Selefiliği daha iyi anlamak için, bir şekilde Selefçi olarak adlandırılan modern gruplardan hangilerinin, kelimenin tam anlamıyla Selefçi olmadıklarını bilmek gerekir. Mısır’da Kavalalı M. Ali Paşa, İstanbul’da Tanzimat Fermanı ile başlayan Batı tesirleriyle uyanan bazı Müslümanlar, geleneksel kelam ve tasavvuf ekollerinin Müslümanların derdine derman olamayacağı düşüncesinden hareketle yeni bir Selefiye anlayışı geliştirmişlerdir.
Bu hareket Selefçilik dendiğinde akla gelen içerikten daha geniştir ve burada akıl, bilim ve te’vil karşıtlığı yoktur. Selefçilik sloganını kullanan reformist, modernist ve eklektik karaktere sahip Afgani (ö. 1897), Abduh (ö. 1907) ve Reşid Rıza (ö. 1935), gibilerin pan-islamist ıslahatçı hareketleri, dışlamacılık yerine İslam birliğini ön plana almaları ve geleneği yerine göre eleştiren modern bir bakış açısı geliştirmeleri vs. bazı yönleriyle klasik anlamdaki Selefiyye’ye terstir. Zira yer yer kimi yazarlar tarafından Selefiye olarak lanse edilen Afgani, Abduh ve Reşit Rıza ekolü, entelektüel, rasyonel, bilimci, gelişimci aktivist ve eklektik özellikleriyle, Selefilik içerisinde değil Fazlurrahman’ın yaptığı gibi ıslahatçı modernizim içerisinde değerlendirilmelidir.
Muhammed İkbal (ö. 1938) Mustafa Merâğî, Muhammed el-Behî, Muhammed Kutub, Mevdûdî, Nedvî, Mustafa Sibâî, Muhammed Ebu Zehra, Yusuf Kardâvî gibi düşünür ve âlimlerin “Yeni-selefiye”den sayılmaları, geleneğe ve klasik mezheplere yaklaşımları açısından söz konusu edilse de, Selefçiliğin ve Yeni-selefçiliğin temel karakteristiği olan hadis merkezli literarist metincilik ve kurtulmuş fırka merkezli dini dışlamacılık özelliklerinden bahsedilemez.
Mehmed Akif, Kâmil Miras ve Ahmed Nâim gibilerin Selefiye’nin Türkiye’den birkaç temsilcisi görülmeleri aynı gerekçelerle reddedilmelidir. Mevdûdî ve Seyyit Kutup gibi siyasal İslamcı liderler de, her ne kadar Selefçilik içerisine dâhil edilseler de, nassî olmaktan çok akılcı, dogmatik olmaktan çok eklektik, geriye değil ileriye bakan duruşlarıyla mevcut Selefçilik içerisinde görülemezler. Bunların, Batı ile daha az kavgacı, siyasal İslam’ı ön plana alan, sadece belirli açılardan Selefî akımı temsil ettikleri söylenebilir.
Çağdaş Gruplardan Hangileri “Yeni-Selefçi”?
Selefiyenin üçüncü dönemi, Yeni-selefiye hareketidir ve kendilerine el-Fırkatu’n-nâciye, Ehlü’l-İstikâme, et-Tâifetu’lmansûra gibi adları uygun bulan modern Selefilik iki temel okula indirgenebilir: Birisi muhafazakar ve müesses, es-Selefiyye’l-Medresiyye’dir. Abdulaziz b. Baz, Muhammed b. Üseymin, Abdulaziz aşŞeyh, Sâlih el-Fevzân ve Muhammed Nasiruddin Albânî vs. gibi gelenekçi âlimler burada sayılabilir.
Diğeri ise “Tekfiriyye” olarak da adlandırılan, kendi anlayışlarında olan Müslümanlarla dostluk, diğerlerine düşmanlık ve dışlamacılık (el-velâ ve’l-berâ) ve kendilerince Müslüman görmedikleri yöneticilere isyan (hurûc ale’lhâkim) gibi esaslarla hareket eden es-Selefiyye’l- Cihâdiyye’dir. Bu grup, Batı’yı Haçlı-Siyonist ittifakı olarak algıladıkları için belirli bir nispette değer olarak algılanıp faydalanılmasına karşı çıkmış, Batı’ya karşı cihâdı hayat felsefesi ve hayatlarının dinamiği haline getirmişlerdir. 11 Eylül sonrasında ise nispeten mutedil bir çizgiye gelmişlerdir.
Suutlu Selmân el-Avde, Sefer el-Avâlî ve Hamûd b. Uklâ gibiler Suut’ta bu grubun teorisini geliştirenlerden addedilmektedir. Mısırlı tabip Eyman ez-Zavâhirî bu cihadist kanatlardan biri olan el-Kâide’nin teorisyenlerindendir. Bunların metoduna başta müesses “mederese selefiliği” karşı çıkmış, aslında Suut Selefiliğinin bir kanadını, aşırı cihadist uca sürükleyenlerin Mısırlı gruplar olduğunu, hatta Bin Ladin’in aşırılaşmasının sebebinin Mısırlı ez-Zevâhirî olduğu, bunların selefi değil, “tekfirî” ve “çağdaş hâricî” (hâriciyye asriyye) olduklarını ifade etmişlerdir.
Hadislerdeki kıyamet alametlerini merkeze alarak mehdici bir anlayış geliştiren tekfirci Ehl-i Tevessümat da kelimenin tam anlamıyla Selefcidir. Bunların Mısır kanadı Şükrî Mustafa’nın kurduğu, kendilerini “Cemaatu’l-Müslimîn” olarak adlandıran, “çağdaş haricilik” olarak addedilen, fakat cihadı kıyamete yakın bir zamana erteleyen, uzletçi, Camâat-ı Tekfir ve Hicre’dir. Bir de bunun Suud kanadında şu an cihada kalkışmanın erken bir çaba olacağını bunun kıyamete yakın bir zamana ertelenmesi gerektiğini düşünen Cuheyman el-Uteybî’nin kurduğu cemaattir. Bunlar kelimenin tam terminolojik anlamında Selefçi gruplardır. Selefîliğin cihatdist kanadıyla muhafazakâr kanadı özellikle, 11 Eylül ve el- Kâide’nin takip ettiği metodun izahı mümkün olmayan bir mecraya kaymasıyla, birbirini “sahih selefîlik”ten sapmakla suçlamışlardır.