Selefilik

Mehmet Ali Büyükkara İle Çağdaş Selefi Hareketler ve Selefi Düşünceye Dair

Çalışmalarını klasik kelâm okullarının yanı sıra bugünkü Selefilik, çağdaş İslami hareketler, din-siyaset ilişkisi konuları üzerine yoğunlaştıran Prof. Mehmet Ali Büyükkara ile çağdaş Selefi akımları konuştuk.

1 Mart 2013
Prof. Mehmet Ali Büyükkara ile çağdaş Selefilik ve Selefi akımlar üzerine konuştuk.

Genel bir soru ile başlayalım isterseniz. Selefilik ilk ne zaman, hangi şartlarda ortaya çıktı? Selefi tanımı ve kavramsallaştırması kim tarafından ne zaman yapıldı?

Selefilik ya da Selefiyye dediğimiz kavram, Sünni İslami anlayışın iki ana akımından birisi olan “hadis taraftarlığı”nın diğer bir ismi. Hadis taraftarlarına Ehl-i Hadis veya Ashâb-ı Hadis (hadis ehli/ashâbı) adı verilmekte. Daha “husûsî” bir kaynak havuzundan beslendiği ve daha “husûsî” ve dar bir Sünnî kesime hitap ettiği için “Ehl-i Sünnet-i Hâssa” olarak da anılan Ehl-i Hadis’e göre, “İslam dini Sünnetten ibarettir”.

Ehl-i Hadis’in meşhur âlimi İmam Berbehârî’nin Şerhu’s-Sünne isimli eserinde öne sürdüğü̈ ilk kaide “İslam Sünnet’tir; Sünnet de İslam’dır” şeklindedir. Bu ifadelerden Kur’an’ın ilk kaynak kabul edilmediği anlaşılmasın. Hadis taraftarlarına göre Kur’an tabii ki ilk kaynaktır. Ancak hem Kur’an’ın anlaşılmasında hem de Kur’an’da bulunmayan ahkâmın üretilmesinde, Sünniliğin diğer akımı olan Ehl-i Rey’in yaptığı gibi akli çözümlere (rey) iltifat etmeyip kendilerini zayıf bile olsa sadece hadisler ve sahabe sözleri ile sınırladıkları için “Ehl-i Hadis” adını almışlar.

İçtihadın temeli olan rey, mantıksal düşünme yolları izlenerek yapılan akli bir faaliyetti. Hadis taraftarları bu faaliyeti kişisel arzuları, yani heva ve hevesi nasların önüne geçirme olarak anladılar ve mesela bu reyci metodu izleyen Hanefi mezhebini bir sapma olarak değerlendirdiler.

Selefiyye ise yeni bir isim sayılabilir. Bu ismin ilk asırlarda bir mezhep ya da grup adı olarak kullanımına nadiren rastlanmaktadır. Ehl-i Hadis’in fıkhî sahada çoğunlukla İmam Ahmed b. Hanbel’in usulünü̈ izlediği için “Hanbeliyye” olarak da anıldığını görmekteyiz.

İslam tarihindeki ilk Selefi akımlarla günümüz Selefiliği arasında büyük farklılıklar var mı? Devamlılığın sürdüğü ve kopuşların olduğu alanlar hangileri?

Ehl-i Hadis, Hz. Peygamber’in bir hadisinde “en hayırlı nesiller” olarak tanıtılan Müslümanların “ilk sâlih nesillerinin” (selef-i sâlihîn), yani sahâbe ve tâbiînin anlayıp yaşadıkları şekilde İslamiyet’i anlayıp yaşamayı hedeflediği için “Selefiyye” adıyla isimlendirildi. Dolayısıyla “halef”in, yani “daha sonraki” nesillerin, güya Kur’an ve Sünnet’ten uzaklaşarak “aklileşen” dinî metotları, doğrudan naslara başvurmak yerine bir takım itikadi ve fıkhi ekol kurucularının fikirleri etrafında “mezhepleşen” zihniyet kodları, hadislere dayalı zühd ve takva hayatını yaşamak yerine “tarikat” öğretileriyle bütünleşen dinî hayatları, Selefiyye tarafından “bid’at ve dalalet” olarak vasıflandı.

Bu nedenle Selefiyye ya da Ehl-i Hadis ta başından beri kendisini Ehl-i Sünnet’in yegâne temsilcisi olarak görmüştür. El-Fırkatü’n-nâciye (kurtuluşa eren topluluk), ehlü’l-istikâmet (doğru yolun mensupları) veya et-tâifetü’l-mansûra (ilahi yardımı hak etmiş grup) isimlerini de aynı sebeplerle kendisine uygun bulup kullanmıştır.

Selefiliğe göre, Selefiyye’den olmayan Hanefîler, Eş’arîler, Şiîler, tarikat sâliki sufîler ve diğer Müslüman fırka ve akımların mensupları ise ehl-i bid’at kapsamındadırlar, tebliğ ve da’vete muhtaçtırlar. Bu özellikleriyle Ehl-i Hadis-Selefiyye hattı, İslam düşüncesi içerisinde muhafazakâr bir kanadı temsil etti her zaman.

Akıl karşıtı metinci literalizmi, dar kalıplar içinde kalan fikrî yapısı ve dışlayıcı tavrı nedeniyle Ehl-i Rey’e kıyasla zaman içinde fazla bir ilerleme kaydetmedi, geniş kitlelere hitap edemedi. Ama şunu da kabul etmek gerekir ki marjinal ölçülerle de olsa belli bir seçkin zümrenin mezhebi olarak kalmayı başardı.

Selefiyye’yi İslam düşüncesinde yeniden parlatan isim kuşkusuz 1328 yılında vefat eden Takiyyüddîn İbn Teymiyye’dir. O kelamcılar, felsefeciler, Şiîler ve bir kısım sûfiyye ile kitâbî bir mücadeleye girerek donuklaşmış ekolü canlandırmış, girmiş olduğu polemikler ile Selefiyye’yi âlimlerin ve halkın gündemine yeniden sokmuş, popüler hâle getirmiştir.

18. yüzyılda ise Muhammed b. Abdülvehhâb ile birlikte Selefiyye yeni bir kulvara girdi ve Arap yarımadasının merkezindeki Necd bölgesinde Vehhâbiyye adı altında yeniden güçlü̈ şekilde seslendirildi. İbn Abdülvehhâb’la gelen yenilik, Selefîliğin siyasallaşması ve Suud hanedanı nezdinde bir devlet mezhebine dönüşmesiydi.

Günümüz Selefiliğini bu tarihî, ilmî ve siyasi sürecin bir devamı olarak değerlendirebiliriz. Üstünde gidilen ana kulvar aynı. Fakat özellikle Vehhabilik kavşağında bazı aşırılıklar Selefiliğe eklemlendi.

Peki Vehhabilik ve Selefilik aynı şey midir? Değilse, birleştikleri ve ayrıştıkları temel konular hangileridir?

İtikat sahasında Ehl-i Hadis’in, fıkıh sahasında ise Hanbelî mezhebinin görüşlerini paylaşan Vehhâbîler, tevhid meselesi üzerinde durdular, bu konunun kabir ziyareti ile olan ilişkisini izaha çalıştılar. Kendi yöntemlerince bid’atlarla mücadele ettiler.

Vehhâbiliği, Ehl-i Hadis-Selefiyye bünyesindeki bir “uçlanma” olarak değerlendirebiliriz. Bu uçlanmanın tezahürleri ise, tekfir unsurunun aşırı kullanımı ve bu yolla dışlanmış Müslüman kesimlere yöneltilen şiddettir. Bu yönleriyle Vehhâbîlik, Emir San’ânî, Muhammed Şevkânî gibi Selefiyye âlimleri tarafından bile tenkit edilmiştir.

Söz konusu anlayış doğrultusunda Vehhâbîler, cihat adı altında Osmanlı Devleti’ne, Hicaz hükûmetine, Şiîlere ve diğer rakiplerine karşı silahlı mücadele yürütmüşlerdi. Bu süreçte, kendileri gibi düşünmeyen Müslümanları tekfir etmede acelecilikleri, şiddet uygulamaları, işgal ettikleri yerlerde halk üzerindeki baskıları, onarılmaz tahripleri, Vehhâbileri sanki apayrı bir mezhep kimliğinde tarihe yansıtmıştır. Müslümanları tekfir ederek canlarını ve mallarını helal saymaları nedeniyle Hâricîlik’le suçlandılar. Türbe ve kabirleri tahrip etmeleri nedeniyle “mezar yıkıcılar” olarak adlandırıldılar. Fıkıh mezheplerine bağlı medreseleri kapatmaları, tarikat faaliyetlerini yasaklamaları, kütüphanelerdeki fıkıh ve tasavvuf eserlerini yakmaları nedeniyle Müslüman kamuoyunun öfkesini üzerlerine çektiler.
Neticede şunu söyleyebiliriz: Vehhâbiliği ayrı ve bağımsız bir mezhep olarak takdim etmek yerine, Selefiyye’nin birtakım aşırılıklar eşliğinde Suudîlerin siyasal himayesi altında yeniden sunumu olarak anlamak bilimsel açıdan daha gerçekçi ve doğru bir değerlendirme olur. Yine şu hususu belki vurgulamam gerekebilir: Vehhâbilik adı tamamıyla muhalifleri tarafından kullanılan bir isim olagelmiştir. Tarihte ve günümüzde bu akımın mensupları kendilerini her zaman ve zeminde Selefiyye yahut Ehl-i Hadis olarak adlandırmakta.

Günümüzde birbirinden farklı Selefi akımlardan bahsedilebilir mi? Ve bu farklı Selefi akımların birbirlerine yaklaşımları nasıldır?

Suudi devletinin kuruluşunda etkin güç olan Vehhâbîlik, 1930 sonrasında militer özelliğini hızla yitirerek kurumsallaştı. Bu durum, Vehhâbîliğin devlet karşıtı bir pozisyona geçmesini önlemek için Suudi yöneticilerin tedricen uyguladıkları bir politikanın ürünüydü.

Vehhâbî ulemanın temsil kabiliyeti tümüyle resmî dinî kurumlar bünyesine alındı. Özellikle ticaret, iş ve kamu yönetimi alanlarındaki seküler kanunlaştırma faaliyetleri, petrolün çıkmasından sonra ABD ve diğer Batılı devletlerle her sahada geliştirilen ilişkiler, eğitimde modernleşme hamleleri, yer yer din kaynaklı tepkilerin odağı oldularsa da “resmî” ulemanın onayıyla meşrulaştırıldılar.

1970’li yıllarda ise Suudi Arabistan, çağdaş İslamcı düşünce ve pratiklerle yakından tanışma fırsatı buldu. Bu tanışmanın geri planında esas aktörler olarak Mısır, Suriye gibi ülkelerin baskıcı yönetimlerinden kaçarak Suudi ülkesine sığınan birçoğu İhvan-ı Müslimin orijinli akademisyen ve aktivist ile bu ülkeye okumaya gelen veya dışarıya giden öğrenciler bulunmaktaydı.

1980’li yıllarda her ne kadar mezhebi olarak kabul etmeseler de İran İslam Devrimi birçok İslami akım gibi Selefileri de siyasete doğru motive etti. Afgan Cihadı ise kazanılan siyasi şuurun pratiğe dökülmesi için belli kesimlere fiili ve lojistik imkânlar hazırladı. Afganistan’a giden çoğu Selefimeşrep Arap cihat ortamında radikalleşti.

Bu süreçte belirmiş olan yeni dinî söylemde klasik Selefiliğin ağırlığı azalacak, çağdaş İslamcı tonlar ise fazlalaşacaktır. Bu yeni söylemin taraftarları, bilhassa Birinci Körfez Savaşı sonrasında izlediği Batı yanlısı politikalar nedeniyle Suudi hükûmetinin meşruiyetini sorgulamaya başladılar. Bu durum, Suudi rejimi nezdinde “resmî” bir kimlik kazanmış Vehhabiyye-Selefiyye içerisinde ciddi bir kırılmaydı.

Sadece emperyalist ve Siyonist odaklara değil, bunlarla ittifak hâlindeki yerli işbirlikçilere karşı gerek siyasal gerekse militer usuller ile mücadeleyi savunan bu yeni söylem çoğunlukla “Cihadî Selefiyye” olarak anılmaktadır. Cihâdi Selefiliği, Vehhâbîlik ile çağdaş siyasal İslamcılığın bir sentezi olarak görebiliriz.

Suudî rejimine itaatini sürdüren eski kesim ise “Suudi Selefiyye” olarak adlandırılabilir. Suudî ve Cihadî kesimler arasındaki ayrılık gittikçe derinleşmekte. İslam ülkelerindeki Selefi yapılanmaların yanı sıra Avrupa ve Amerika’daki teşkilatlar dahi ayrışmak zorunda kaldılar. Suudî Selefiyyesi klasik hadis ilminin cerh ve ta’dîl usullerini andırır şekilde Selefî şahsiyetlerin durumları ile alakalı risaleler kaleme alarak âdil ve merdûd olanları belirleyip safları netleştirmek peşinde. Yine Suudî Selefiyyesi, klasik mezhepler tarih kitaplarındaki bidatçı fırka isimlerine benzer şekilde Mevdûdiyye, Kutbiyye, İhvâniyye benzeri ürettikleri isimler altında Cihadî Selefiyye’yi sınıflayarak Ehl-i Sünnet’den dışlamak istemekte.

Selefîlik’te baskın olan dışlamacı psikolojinin her iki kesim için daha ileri bölünmelerin oluşumunu hızlandırması beklediğimiz bir gelişme olacaktır.

Selefi düşüncenin hâkim olduğu kimi Arap ülkelerinin Çeçenistan, Bosna, Filistin gibi bütün ümmeti ilgilendiren konularda -en azından yöneticilerin/siyasilerin- nispeten sessiz ve tepkisiz kalmalarında Selefi bakış açısının bir etkisi var mıdır?

Bahsettiğiniz ülkelerdeki anti-emperyalist mücadeleye başta Suudi Arabistan olmak üzere Selefiliğin yaygın olduğu Arap ülkelerinden -hakkını teslim etmek gerekir- büyük destek geldi. Bu hem zengin bir finansal destekti hem de gönüllülerin bilfiil desteğiydi. Ama bu desteğin büyük ölçüde sivil olduğunu belirtelim.

Mevcut uluslararası kurulu düzene her zaman uyumlu olan Suudi rejiminin, söz konusu ülkelerdeki İslami direniş hareketlerini tanıyıp desteklemesi zaten beklenmiyordu. Suudi rejimiyle bağlantılı dünya üzerindeki Selefi çevreler, meşru bir liderin emri ve izniyle yürütülmediği gerekçesiyle Filistin, Bosna, Keşmir, Çeçenistan gibi alanlardaki sıcak mücadelelere soğuk durdular. O hâlde yapılacak iş, şirki terk ederek tevhide sarılmaya Müslümanları davet etmek ve İslam aleminin Selef akidesi üzerinde buluşmasını sağlamaktı. Gerçek cihat buydu.

Cihâdi akıma göre ise cihat ertelenemez bir ödevdir. Zira hayat “iman ve cihattan ibarettir.” Bu bakışa göre Müslümanlar kendi aralarından seçtikleri bir liderin emrinde cihatlarını ve siyasal mücadelelerini sürdürmelidirler. Gördüğünüz gibi bu farklılaşmada Selefiliğin doğrudan etkisinden ziyade Selefiliğin nasıl yorumlandığı belirleyici olmaktadır.

Selefiliğin apolitik bir geleneğe sahip olduğu iddiası var. Bununla birlikte, “Arap Baharı” olarak adlandırılan toplumsal harekette, protestolara katıldıklarını, yıkılan yönetimlerin akabinde kurdukları partilerle seçimlere girdiklerini, hatta Mısır’daki Selefilerin kurduğu en-Nur Partisi’nin %24 gibi hiç de azımsanmayacak bir oy oranına sahip olduğunu ve seçimden ikinci parti olarak çıktığını görüyoruz. Daha sonra parti kurucusu İmad Abdülğafur partisinden ayrılarak Selefi arkadaşlarıyla el-Vatan partisini kurdu. Aynı şekilde Libya, Tunus ve Yemen’de de Selefilerin partileşerek seçimlere katıldıklarını biliyoruz. Sizce Selefilerin politikaya atılmaları Selefi bakış açısında bir değişime neden olur mu, olursa bu yenilik Selefilikte nasıl bir değişimi beraberinde getirir?

Çok haklısınız. Bahsettiğiniz gelişmeler, Selefiyye açısından çok önemli tarihî kavşaklardan birisine işaret ediyor. Selefiyye Sünnîliğinde esas olan siyasal tavır, dinen meşru olan devlete itaat etmektir. Abbasi yöneticileri tarafından ağır baskı ve işkencelere maruz kalan Ahmed b. Hanbel’in, aynı yöneticilere olan biatını bozmadığı, onların arkasında Cuma ve bayram namazlarını kılmaya devam ettiği hem klasik kitaplarda hem de çağdaş Suudi Selefi akımın yazılarında altı çizilen bir örnektir.

Namaz kıldığı müddetçe yöneticilere isyan etmek caiz değildir Selefiyye’ye göre. Ancak değindiğiniz gibi 2011’de başlayan Arap Baharı sürecinde -ilk başta tereddüt gösterseler de güçlü̈ Selefi gruplar devrim sürecine bizzat iştirak ettiler. Bu gelişme cihadi akımlar söz konusu olduğunda belki sürpriz olmadı ama özellikle Suudi Selefiliğindeki tavır değişikliği doğrusu şaşırtıcıydı. Zira bu çevre hep monarşik ve oligarşik eğilimlere yakın, sivil demokratik inisiyatiflere uzak durmuştur. Temsili demokrasi, sivil katılımcılık gibi modern siyasi kavramları bid’at olarak değerlendirmiştir. Fakat aynı çevre bu katılımı siyasal partileşmeye kadar götürdü̈ ve serbest seçimlerde önemli bir oy desteğine ulaştı Mısır’da.

Suudi rejiminin bu Selefi hareketlenmeye desteğini ise, her zaman çekindiği İhvan ağırlığını dengelemeye matuf bir adım olarak anlamak gerekir. Yeni girilen bu kulvarın, Selefiyye içinde hem Suudî hem de Cihadî kanattan gelen tenkit ve muhalefete rağmen, Selefiyye’nin önemli bir kesimini ılımlılık ve esneklik yönünde dönüştüreceği rahatlıkla öngörülebilir. Diğer bir öngörü̈, bu yeni siyasal tecrübenin zaten çok parçalı olan Selefiyye içinde daha ileri ve farklı bölünmelere yol açabilmesi ihtimalidir. Dinî zemindeki tenkitler, değişik fetvalar, karşılıklı reddiyeler eşliğinde bir iç hesaplaşma kaçınılmaz görünmekte. İmad Abdülğafur örneği belki de bu yönde olacakların ilk habercisi.

Bazı kesimlerce Selefiliğin bilhassa Avrupa’da hızla büyüyen bir akım olduğu söyleniyor. Gerçekten de İslam’ı seçen kimi Avrupalıların Selefi akımların ve anlayışın etkisinde olduğu da görülüyor. Sizin gözleminiz ne yönde? Avrupa’da Selefiliğe bahsedilen yönde bir ilgi var mı? Varsa bu sizce neyle açıklanabilir?

Avrupa’da gözlemlediğim kadarıyla İslam’a girişler eskiden olduğu gibi bugün de daha çok sufi cemaatler kanalıyla oluyor. Batılı insanın manevi boşluğunu dolduracak bir alternatif olarak tasavvuf ve tarikatlar, kendilerinden beklenen performansı bu hususta sergilemeye devam ediyorlar. Ruhi derinlikten uzak, köşeli, dışlamacı ve literalist zihniyet yapısı ile Selefiyye, ihtida hareketlerinde sufiyye orijinli cemaatlerle rekabet edemez.

Zengin maddi imkânlarla faaliyet yürüten Selefilerin de ihtida hareketlerinde belli bir payı var kuşkusuz. Ama bu, sanıldığı gibi büyük bir pay değil. Özellikle Körfez sermayesiyle inşa ve idare edilen cami ve okulların davet hizmetlerine katkı sağladığı görmezlikten gelinemez. Bu gelişmeler Batı Avrupa’dan ziyade, komünizmden kurtulmuş Balkan ülkelerinde müşahede edilmekte.

Dindarlaşan Müslüman halklar arasında söz konusu tesirin belli bir güce sahip olduğu belki söylenebilir. Ancak Batı Avrupa’da Selefiliğin tesirinin bilerek abartıldığını ve bu argümanın Müslümanlar üzerindeki rahatsız edici güvenlik uygulamaları için bir bahane olarak kullanıldığını düşünüyorum.

Ehl-i Sünnet içerisinde hep azınlık olarak kalmış olan Selefi düşüncenin Müslümanların büyük bir kesiminden iltifat görmemesini, özellikle de Türkiye’de ve Avrupa’daki Türkiyeli göçmenler arasında zemin bulamamasını neye bağlamak gerekir?

Gerçekten tarihte ve günümüzde Selefi düşünce Sünnîlik içerisinde hep azınlığı temsil etmiştir. Bunun belirgin sebepleri var. Akli çözümlemelere uzak duruşu, katı nasçılığı ve bunun beraberindeki hantallık nedeniyle Selefi dinî metot, Müslüman kurumlar ve kamuoyunca çok kullanışlı bulunmamıştır. Dışlamacı yapısı nedeniyle zaman zaman tefrika kaynağı ve fitne odağı olarak görülmüştür bazı siyasi yapılarca. Bilhassa Vehhabilik ile birlikte kabir ve türbe yıkımları, Müslümanları zorla bir şekle, kalıba sokmaya çalışmaları, geniş kitleleri sürekli rahatsız etmiştir. “Ben en doğrusunu bilirim” mantığıyla özdeşleşen buyurgan tavırları, Selefilere karşı antipati doğurmuştur.

İslam aleminde son 30-40 yıldaki Selefiliğe dönük sempatiyi ise, dinsel alanlara yapılan Körfez destekli yatırımlara ve propaganda faaliyetlerine bağlayabiliriz. Şu hususu da mutlaka not edelim: Müslümanların özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısında yaşadıkları işgaller, zulümler ve büyük travmalar karşısında Selefiliğin bilhassa İslamcılık ile sentezlenerek samimi bir duyarlılıkla geniş bir direniş hattı geliştirdiğini ve bu yüzden sempati uyandırdığını gözden kaçıramayız.

Emperyalizme karşı bu direniş hattı daha önceleri medrese ve tarikat kökenli yapılarca örgütlenip yürütülmüştü. Hint alt kıtasındaki Diobendi direnişini, Kafkasya’da Şeyh Şamil’i, Rusya’da Basmacılar’ı, Batı Afrika’da Usman dan Fodio’yu, Libya ve Cezayir’de Senusiliği, Ömer Muhtar’ı ve Emir Abdülkadir’i bir çırpıda sayabiliriz. Tespih çeken eller tetik çekmede çok maharetliydi. Hatta Sovyet Rusya, sufiyyenin muhalif gücünü kırmak için 1940-1950‘li yıllarda bir dönem Selefi akıma müsamaha ile yaklaştı. Bu direniş hattı zayıfladı. Bu boşluk yakın zamanda Selefi hareketler tarafından dolduruldu.

Bugün Amerika’daki siyaset üreten RAND gibi itibarlı düşünce kuruluşları, Selefiyye aşırılığına karşı sufi yapılarla iş birliğini tavsiye ediyor ABD hükûmetine. Türkiyeliler nezdinde Selefiliğin itibar görmemesi konusuna gelince; son yüzyılda İslam aleminde Fas’tan Endonezya’ya kadar kuvvetli bir rüzgâr estiren Selefi-Vehhâbî akımın Türkiye’deki tesiri gerçekten de diğer ülkelere kıyasla oldukça dar bir çerçevede kalmıştır. Söz konusu durumun sebeplerinden birisi, Osmanlı’nın resmî tarikatı sayabileceğimiz Nakşîliğin görmüş olduğu fonksiyondur. Daha çok Halid el-Bağdadî’den gelen koluyla Anadolu’da, Balkanlar’da ve Kafkasya’da yapılanan bu Halidiyye Nakşîliği’nin en belirgin özelliklerinden birisi, tasavvufî terbiyenin yanı sıra medrese eğitimine verdiği önemdir.

Bu medrese geleneği, etkin olduğu bölgeye göre Hanefî-Mâturidî ya da Şâfiî-Eş’arî bir eğitim-öğretim müfredatı üzerinden gitmiş; hem akaid, hem fıkıh hem de tasavvuf zemininde Selefî fikir ve pratiklere yol vermeyen bir karakterde kendisini göstermiştir. Türkiye’deki gündelik dinî hayatta, ayrıca ülkenin kültürel ve siyasal İslamcılığında bu tarikatın etkisi hâlâ güçlü̈ şekilde sürmektedir. Ayrıca Vehhâbîliğin bir uzantısı olarak görülen çağdaş Selefî hareket, Suudî’lerin ideolojisi olarak anlaşılmış, milliyetçi saiklerle hatırlarda hâlâ taze duran tarihî Osmanlı- Vehhâbî karşıtlığı olgusu, Selefî düşüncelerin zemin bulmasına mâni bir düşünsel atmosferi oluşturmuştur.

Avrupa’da Selefiliğe yaklaşımı nasıl buluyorsunuz, özellikle devlet kurumları ve medyanın yaklaşımını? Avrupa özelinde Selefiliğin sürekli gündeme getirilerek kullanılmaya çalışıldığını düşünüyor musunuz?

Biraz önce belirtmiştim. Selefiyye’nin gücü̈ Avrupa ve ABD’deki güvenlik kurumları ve medya tarafından bilinçli şekilde abartılıyor. Bunun arkasındaki nedenin, Müslümanları ve İslami kurumları baskı altına almak olduğunu söyledim. Ayrıca çağdaş Selefiliğin son yıllarda yeni sömürgeciliğin bir aracı olarak işlev gördüğü dikkatlerden kaçmamakta. Suudi Arabistan devleti himayesindeki Suudi Selefîliği, Batı’nın Arap Yarımadası’ndaki çıkarlarına dinî meşruiyet kazandıran bir mekanizma olarak hareket etmektedir.
Öte yandan bazı cihadî eğilimli Selefi örgütlenmelerin icraatları birtakım abartmalar eşliğinde bahane gösterilmek suretiyle Afganistan, Irak, Somali, Mali gibi ülkelerin Batılı emperyalist güçlerin işgaline uğradığı herkesin malumudur. Bu ülkelerde geleneksel tabanları bulunmamasına rağmen direniş güçleri olarak kendilerini gösteren veya o şekilde dışarıya takdim edilen el-Kâide, Şebâb, Ensârü’d-Dîn gibi Selefi yapılar, izledikleri feraset ve basiretten yoksun politikalar ve eylem biçimleri nedeniyle, kendi iddialarının tam aksine siyasal-dinî bir inşanın değil bir yıkımın vasıtası hâline gelmekteler ve bu durumun da çok farkında değiller.

Çağdaş selefi akımlar üzerinde yaptığınız çalışmalara dayanarak soruyorum: İddia edildiği gibi, örneğin Almanya’da faaliyet gösteren Selefi akımların devletin güvenliği için tehlike arz edecek bir yapılanma içerisinde olduğu söylenebilir mi?

Güvenlik tehdidi olabilecek küçük ve marjinal hücre yapılanmaları olabilir. Bunlar dar çapta da olsa terörist aktiviteler içinde olabilirler. Fakat bu yapılar Müslüman kamuoyunun desteğinden yoksundur. Güvenlik ve istihbarat birimleri de sanıyorum ki bunları kontrol ediyordur.

Benim endişem, bu birimlerin belli konjonktürel siyasal amaçlarla bu oluşumları manipüle etmeleri ve operasyon yapmalarına imkân tanıyıp sonra da bunun sonuçlarından yararlanmaya çalışmalarıdır.

Almanya İç İstihbarat Dairesi Selefiliği iki kategoriye ayırıyor. Birisi “siyasi Selefizm”, diğeri “cihadi selefizm”. İkisinin de aynı ideolojik temele sahip olmakla birlikte stratejik yöntem farklılıkları olduğu söyleniyor. Yani klasik fıkıh literatüründeki referansları itibariyle gayrimüslimlere yönelik şiddete yatkın olmakla birlikte siyasi selefizmin “dava” adı altında misyonerlik benzeri faaliyetler yürüttüğü; buna karşın cihadi selefizmin de şiddeti öncelediği, ancak ikisinin arasındaki geçişlerin akışkan olduğu iddia ediliyor. Bu tanım ve Selefiliğin prensip olarak şiddeti tasvip ettiği görüşü̈ doğru mu sizce?

Bahsettiğiniz değerlendirmeler genel hatlarıyla doğru; ancak Selefiliğin prensip olarak şiddeti tasvip ettiğini söylemek maksadı aşan bir yorum olur.

Cihadi dediğimiz Selefi akım içinde bile ölçüsüz şiddet ve tedhişi reddeden bir damar her zaman mevcut. Şiddet yöntemlerinden müesses Suudi Selefiyye rahatsızdır; zira muhalif bu yeni çizgi her zaman için bir dinî devlet ideolojisi olmuş Vehhâbîliğin ruhuna aykırıdır.

İslamcılar da rahatsızdır; zira ne üreteceği belli olmayan ve zaman zaman kontrol dışında kalan fikir ve gruplarla karşı karşıya kalmaktadırlar. Nitekim Üsame b. Ladin’le beraber Cihadi Selefilik içerisinde yaşanan savrulma, Cihadi şeyhler tarafından bile onaylanmamıştır. Bu âlimlerin Bin Ladin’i tenkitleri üç noktada yoğunlaşmaktadır: Bin Ladin, Müslüman yöneticileri ve ulemayı geçerli kanıtlara dayanmadan küfürle suçlamıştır. El-Kaide, düzenlediği kanlı eylemlerle halkı Müslüman ülkeleri savaş arenalarına dönüştürmüştür. Bin Ladin ve arkadaşları bu eylemlerinde İslam savaş hukukuna aykırı biçimde masum sivil insanları da hedef almaktadır.

Şiddeti meşru kabul eden ve sivillere yönelik terör eylemleri gerçekleştiren grupların temel motivasyonu gerçekten dinî kaynaklar mı peki? Yani “Allah rızası için” insanları katlettiklerine gerçekten inanıyorlar mı? Hangi sebepler onları bu metotlara yöneltiyor?

Temel motivasyon dinî kaynaklar değil şüphesiz. Kuşatılmışlık, çaresizlik, zulümler, haksızlıklar, baskılar, işkenceler bu tür eylemlere insanları sevk edecek psikolojik bir ruh hâli yaratıyor. Bu ruh hâli içerisinde bir araya gelen insanların ölçüsüz şiddet içeren eylemlerine dinî bir kılıf bulmaları hiç de zor olmuyor.

Mesela Üsame b. Ladin’in övgüyle andığı Suudi Arabistanlı alim Hamûd b. ‘Uklâ’nın fetvalarını ele alalım. Şeyh Hamûd mancınık örneğini verir ve Hz. Muhammed’in Taif fethinde kullandığı mancınığın bir savaş makinası olarak suçlu suçsuz ayırt etmeden herkesi hedef aldığını söyler. Müslüman liderler ve âlimler İslam tarihi boyunca bu aracı kullanmada şer’i bir mahzur görmemişlerdir.

Özellikle halkı Müslüman ülkelerde düzenlenen, dolayısıyla Müslümanları da hedef alan eylemler için teröristlere meşruiyet kaynağı olabilecek diğer bir argüman da yine Şeyh Hamûd tarafından sağlanmaktadır. Bazı klasik fıkıh kaynaklarında mes‘eletü’t-teterrüs olarak geçen bu bahiste, eğer kafirler savaşta Müslümanları siper yapmışlarsa İslam ordusunun duraksamadan ve siper yapılan din kardeşlerinin hayatından endişe duymadan savaşa devam etmesi caiz görülmektedir. Son olarak Hamûd, intikamın İslam’da caiz olduğunu söyler ve Müslümanlara muamele ettiklerinin misliyle kafirlere karşılık vermenin zaruretinden bahseder.

Görüyorsunuz, şeriatın genel maksadlarını, kamu menfaatini, örfü̈ dikkate almayan, akletmeyip sadece dinî metinler üzerinden giden esnek bir hüküm çıkarma yöntemi bu yöne doğru tüm kapıları açabiliyor, meşru olmayanı meşru hâle getirebiliyor.

Ülke içerisindeki Selefi akımlara şüpheyle yaklaşan Almanya’nın Selefiliğin bir türü olarak sayılan Vahhabiliğin devletin resmî mezhebi olarak kabul edildiği Suudi Arabistan ile gayet sıcak ve gerilimden uzak bir ilişki içerisinde olduğunu görüyoruz. İç politikadaki tutumla dış politikasındaki tutum arasındaki çelişkili durum nasıl izah edilebilir?

Suudi Arabistan başından beri Batılı süper güçlerin en önemli müttefiki ve stratejik ortağı olagelmiştir. Burada karşılıklı ekonomik çıkarların ve petrol unsurunun büyük rolü̈ var kuşkusuz. Söz konusu devlet Almanya olunca, bu konuda çok deneyimli bir ülkeden söz ediyoruz aynı zamanda.

Almanya, ambargo kıskacındaki İran İslam Cumhuriyeti ile de ilişkilerini bozmadan sürdürebilen, çıkarlarını kaybetmeyen bir ülke. Tabii ki burada apaçık bir ikiyüzlülüğü müşahede etmekteyiz. 11 Eylül sonrasında Büyük Ortadoğu Projesi diye ortaya atılan ama hedefleri bakımından başarısız olan malum projenin yürümemesinin önemli nedenlerinden birisi, Batı’nın Suudi monarşik rejimini kaybetmeyi göze alamamasıdır. 11 Eylül’ün 19 hava korsanından 15’inin Suudi vatandaşı çıkması ve Batı’nın rahatsız olduğu Selefiyye ideolojisinin ana vatanının bu ülke ve bu rejim olduğu gerçeği bu sonucu değiştirmemiştir. Bu tavır samimilik testinde Batı’yı sınıfta bırakmıştır ve Müslüman toplumlar nezdindeki güvenlerinin bir kez daha sıfırlanmasına yol açmıştır.

Meltem Kural

Lisans eğitimini Martin Luther Üniversitesinde Tarih ve İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümlerinde tamamlayan Kural, Londra Üniversitesi SOAS’ta (School of Oriental and African Studies) Yakın Doğu Çalışmaları alanında yüksek lisans eğitimini tamamlamıştır. Kural, Perspektif dergisinin yayın kurulu üyesidir.

Yazarın diğer yazıları
Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Son Yüklenenler