“Temel Yanılgı, İslam Hukuku’nun Avrupa Hukukuyla Çeliştiği Düşüncesi”
Viyana’da bir mahkemenin İslam hukukuna dayalı bir tahkim kararını onaylaması ülkede yeni bir tartışmanın da fitilini ateşledi. Doç. Dr. Idris Nassery ile mahkemenin onay kararını ve bu karara gelen tepkilerin ardında yatan İslam hukukuna dair ön yargıları konuştuk.

Viyana’da bir mahkeme, İslam hukuku esaslarına dayanan bir tahkim kararını tanıdı. Bu tam olarak ne anlama geliyor ve neden bu karar bu kadar tartışıldı?
Viyana Bölge Mahkemesi, İslam hukukuna dayanan özel bir tahkim kararının, Avusturya kamu düzeniyle uyumlu olduğu sürece hukuken geçerli olduğuna hükmetti. Somut olayda, iki sözleşme tarafı arasındaki malvarlığına ilişkin bir ihtilaf söz konusuydu. Taraflar kendi rızalarıyla, ileride ortaya çıkabilecek olası anlaşmazlıkları “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat”in norm öğretisine göre çözüme kavuşturmayı kabul etmişlerdi. Devlet bu süreçte herhangi bir kural koyucu rol üstlenmedi; yalnızca verilen tahkim kararının ulusal hukukla uyumlu olup olmadığını denetledi.
Ancak bu durum siyasi çevreler için adeta bulunmaz bir fırsat oldu. Özellikle muhafazakâr ve sağ popülist kesimlerden, sözde paralel yargı düzeni ve şeriatın adalet sistemine girdiği yönünde uyarılar geldi. Oysa gözden kaçırılan nokta şu ki, özel tahkim usulleri pek çok alanda –örneğin ticarette– son derece yaygın ve hukuken de meşru bir uygulamadır.
“Şeriat, Bir Devlet Zorbalığı Değil, Manevi Bir Yol Gösterici”
“Şeriat” kavramı kamuoyunda çoğunlukla ceza ya da baskıyla ilişkilendiriliyor. Peki şeriat aslında ne anlama geliyor ve siz onu hukukla ilgilenen bir kitleye nasıl açıklardınız?
Şeriat, kelime anlamıyla “(ilahi) kaynağa giden yol” demektir ve İslam anlayışında Allah’ın insana uygun gördüğü, O’na hoş gelen bir yaşam yolunu ifade eder. Şeriat, yalnızca hukuki kuralları değil, esasen ahlaki, manevi ve ibadete ilişkin hükümleri kapsayan bütün bir dinî-etik normlar sistemidir. Buna namaz, oruç, zekât ve hac gibi ibadetler; aynı zamanda sosyal ilişkiler, miras, evlilik ya da mülkiyetle ilgili kurallar da dahildir.
Hukuken önem kazanan kısım ise şeriatın insan yorumuna dayalı şeklidir, yani “fıkıh”. Fıkıh, ilahî bir yasa koyma değil, 8. yüzyıldan itibaren gelişen bilimsel bir İslam hukuk sistemi olarak ortaya çıkmıştır. Temel kaynakları Kur’an ve Sünnet olmakla birlikte; kıyas, icma, maslahat ve örf gibi hukuki yöntemleri de kullanır. Fıkıh dinamiktir, yanılabilir, yoruma açık ve çoğulcudur; farklı hukuk ekolleri vardır ve bunlar çok farklı sonuçlara ulaşabilir.
Şeriatı katı bir ceza kataloğu olarak görmek büyük bir indirgemedir; bu aynı zamanda fundamentalist aktörlerin kendi iddialarıdır. “İslam Devleti” diye bilinen yapı, Taliban ya da diğer otoriter rejimler gibi ideolojik hareketler, şeriatı bütüncül, ilahî meşruiyetle donatılmış bir hukuk sistemi olarak sunar ve böylece farklı yorumlara ya da dünyevî hukuk ilkelerine yer bırakmaz. Bu yorumda şeriat, devlet şiddetinin, otoriter yönetimlerin ve “öteki”ne karşı sınır çizmenin meşruiyet kaynağı hâline gelir.
Oysa İslam hukuku, bireysel ibadet yükümlülüklerinden sözleşmeler hukukuna, adalet, kamu yararı ve fayda üzerine yapılan hukuki tartışmalara kadar son derece geniş ve karmaşık bir yelpazeyi kapsar. Birçok Müslüman, şeriatı kodifiye edilmiş bir yasa değil, dinî hayatın yönlendirilmesine yarayan etik-dinî bir referans çerçevesi olarak görür. Bu anlamda, inananların büyük çoğunluğu için şeriat, bir devlet zorbalığı değil, manevi bir yol göstericidir. Ne var ki, özellikle aşırı grupların, “saf” ve araçsallaştırılmış bir şeriata dayandıklarını iddia etmeleri, aslında onların ideolojik yaklaşımını yansıtır; İslam hukuk geleneğinin zenginliğini ve yorum çeşitliliğini değil.
Viyana’daki olayda özel bir malvarlığı anlaşmazlığı söz konusuydu. İslam hukukunu hukuken doğru bir şekilde nasıl sınıflandırabiliriz?
Hukuki açıdan bakıldığında bu, tarafların iradelerine bırakılmış (dispozitif) özel hukuk kapsamına girer. Yani taraflar, sözleşme yoluyla ihtilaf durumunda hangi kuralların uygulanacağını kararlaştırabilir. Bu davada İslam hukuku sadece gönüllü bir tahkim için referans çerçevesi olarak kullanıldı. Benzer hükümler uluslararası ticaret hukukunda da vardır; taraflar örneğin İngiliz veya Fransız hukukunu uygulamayı kararlaştırabilir. Burada belirleyici olan, ortaya çıkan sonucun ulusal hukukun temel ilkeleriyle uyumlu olmasıdır.
Dolayısıyla İslam hukuku burada devlet tarafından bağlayıcı şekilde konmuş kurallar değil, eşit haklara sahip iki sözleşme tarafının özgür iradeleriyle yaptığı özel bir anlaşmanın parçasıydı.
Böyle bir durum Almanya’da da mümkün olabilir mi?
Temel olarak evet. Almanya’da da taraflar, uluslararası özel hukuk çerçevesinde uygulanacak hukuku kararlaştırabilir; bu hukuk dinî kaynaklı bile olsa. Ancak belirleyici sınır “kamu düzeni”dir (ordre public). Yani bir karar ya da tahkim hükmü, Alman hukuk düzeninin temel ilkelerine aykırıysa tanınmaz. Bu temel ilkeler arasında özellikle insan onuru, eşitlik ilkesi ve evlilik ile ailenin korunması yer alır.
Ayrıca Almanya’da dinî tahkim mahkemelerine izin verilmez. Birleşik Krallık’takinden farklı olarak, burada bağlayıcı yargı kararları veremezler. Sadece tavsiye niteliğinde görüş bildirebilirler ve bunlar da devletin denetimi altında olur.
Eleştirmenler “paralel yargı”dan söz ediyor. Dinî temelli tahkim prosedürleri gerçekten hukuk devleti için bir tehdit mi; yoksa sadece sözleşme özgürlüğünün bir parçası mı?
Her ikisi de olabilir. Eğer bu tür süreçler gönüllülük esasına, şeffaflığa ve denetlenebilirliğe dayanıyorsa, sözleşme özgürlüğü çerçevesinde kalırlar. Kültürel ya da dinî anlamda bireysel iradeye alan açabilir ve toplumsal iç ihtilafların çözümüne katkıda bulunabilirler.
Ancak işin içine toplumsal baskı girdiğinde ya da özellikle kadınlar gibi taraflar yapısal olarak dezavantajlı konuma düştüğünde, özel bir anlaşma çok hızlı biçimde toplumsal eşitsizliği pekiştiren bir araca dönüşebilir. Bu tür durumlarda devlet denetimi kesinlikle gereklidir.
“İslam Hukuku Çoğulcu ve Yerel Koşullara Uyarlanabilir”
Bu dava, Avrupa hukuk düzenlerinin dinî çeşitlilikle başa çıkma biçimi hakkında ne söylüyor ve bu konuda en sık karşılaştığınız yanlış anlamalar neler?
Bu dava, Avrupa hukuk düzenlerinin dinî çeşitliliği hukuki düzeyde de entegre etme sorusuyla giderek daha fazla yüzleştiğini gösteriyor. Mesele, modern hukuk devletlerinin, kendi temel ilkelerinden taviz vermeden, dinî temelli norm sistemleriyle ne ölçüde uyumlanabileceği sorusudur.
Buradaki temel yanlış anlamalardan biri, dinî hukuk anlayışlarının –özellikle İslam’dan kaynaklananların– baştan itibaren Avrupa hukuk standartlarıyla çeliştiği düşüncesidir. Oysa özellikle özel hukuk alanında çok sayıda örtüşme söz konusudur. Evlilik sözleşmeleri, miras düzenlemeleri veya tahkim anlaşmaları gibi konularda, devletin kamu düzenine uygun olduğu sürece, dinî normların dâhil edilmesi mümkündür.
Bir diğer yanlış anlama ise İslam hukukunun zorunlu olarak otoriter veya kadın düşmanı olduğu yönündeki algıdır. Bu tür nitelendirmeler çoğunlukla seçici medya yansımalarına veya otoriter devletlerin uygulamalarına dayanır; İslam içindeki geniş hukuk tartışmalarına değil. Tarihsel olarak İslam hukuku çoğu zaman çoğulcu ve yerel koşullara uyarlanabilir olmuştur. Günümüzde de insan hakları ve demokratik değerlerle uyumlu, reformcu ve bağlama duyarlı yorumlar geliştiren pek çok Müslüman hukuk âlimi bulunmaktadır.
Avrupa toplumları için temel zorluk, normatif tutarlılıkla kültürel açıklık arasında denge kurmaktır. Din özgürlüğü, bireysel hakların bastırılması anlamına gelmemelidir. Ama aynı şekilde, dinî kimliğin kamusal alandan tamamen dışlanması şeklinde de dar yorumlanmamalıdır. Bu konuda hukuki titizlik, kültürel hassasiyet ve seküler hukuk devleti içinde dinî normların ne ölçüde yer bulabileceğine dair açık bir tartışma gereklidir.