Gözetimden Bağımlılığa: Dijital Çağın Yeni Düzeni
Dijital çağ, yalnızca teknolojiyi değil, iktidarın biçimini de dönüştürüyor. Toprağın yerini verinin, emekçinin yerini kullanıcının aldığı bu düzende, “sermaye” yaşamın altyapısına yerleşti. Peki bu, kapitalizmin sonu mu yoksa yeni bir çağı mı?

“İzleniyorsunuz. Hükûmetin gizli bir sistemi var; sizi her gün, her saat gözetleyen bir makine.”
(Person of Interest, 2011–2016)
“Person of Interest” dizisi yayınlandığında, gözetim meselesi dünyada devletlerin vatandaşlarını izlediği bir güvenlik meselesi olarak tartışılıyordu. Fakat aradan geçen on yılda, gözetimin merkezi sessizce el değiştirdi.
Bir zamanlar televizyon dizilerinde işittiğimiz bu cümle, bugün sıradan bir gerçeğe dönüştü: Kiminle konuştuğumuzu, nereye gittiğimizi, neyi aradığımızı bilen “makineler” artık devletlerin değil, küresel platform şirketlerinin elinde. Biz farkında olmadan, hayatlarımızın tamamı algoritmik sistemler tarafından izleniyor, değerlendiriliyor ve yönlendiriliyor.
Bu görünmez ağ, modern dünyanın ekonomik dokusunu da dönüştürdü. Gözetim yalnızca bir güvenlik meselesi olmaktan çıktı; artık ekonominin, siyasetin ve gündelik hayatın temel işleyişini belirleyen bir mantık hâline geldi. Kapitalizmin klasik pazar mantığı, veri, gözetim ve bağımlılık üzerine kurulu yeni bir düzene evrildi.
Günümüz dünyasında her tıklama, her hareket, her tercih bir veri izine dönüşüyor. Yaşam alanlarımız, ilişkilerimiz, hatta dikkatimiz bile algoritmalar tarafından ölçülüp değer biçilen birer “varlık” hâline geldi. Bu yeni düzen, yalnızca ekonominin dijitalleşmesi değil; toplumsal örgütlenmenin, iktidarın ve özgürlüğün anlamının yeniden tanımlandığı bir döneme işaret ediyor. Çünkü bu platformlar yalnızca hizmet sunmuyor; iletişimin, bilginin, ticaretin, hatta kamusal tartışmanın altyapısını kontrol ediyor. Devletlerin gözetim kapasitesi, bu şirketlerin ekonomik çıkarlarıyla iç içe geçtikçe, toplumsal düzenin dijital zeminini onlar belirliyor.
Bu dönüşümü anlamak ve anlamlandırmak için farklı kavramlar ortaya atılmış durumda: Veri kapitalizmi, gözetim kapitalizmi, platform kapitalizmi, dijital sömürgecilik… Fakat son yıllarda, bazı düşünürler artık bambaşka bir çağın başladığını öne sürüyor: Teknofeodalizm çağı. Bu yaklaşım, küresel teknoloji devlerinin yalnızca piyasa aktörleri değil, âdeta yeni çağın feodal beylerine dönüştüğünü savunuyor. Bu düzen, toprak yerine veriyi, vergi yerine üyelik ve erişim ücretlerini, tebaa yerine de kullanıcıları yöneten bir düzen.
Peki kapitalizmin bilindik mantığı gerçekten sona mı erdi, yoksa sadece biçim mi değiştirdi? Mülkiyet, emek ve egemenlik ilişkileri dijital platformların gölgesinde nasıl yeniden kuruluyor? Ekonomiden siyasete, sanattan gündelik hayata kadar uzanan bir tartışmayı açıyoruz: Teknofeodalizm yalnızca bir kavram mı, yoksa yeni bir gerçeklik mi?
Kapitalizmin Dönüşümleri: Fordizm’den Platform Çağına
Kapitalizm hiçbir zaman durağan bir sistem olmadı; her krizinde kendi kendini yeniden icat etti. İlk sanayi kapitalizmi, 19. yüzyılın buhar gücüyle birlikte emek gücünü fabrikalarda merkezîleştirirken, üretim araçlarının sahipliği etrafında yeni bir sınıf düzeni yaratmıştı. Ancak bu model 1929 Büyük Buhranı’yla birlikte derin bir meşruiyet krizi yaşadı. O krizden çıkış, yalnızca teknolojik bir yenilenme değil, siyasal bir uzlaşmayla mümkün oldu: Fordizm ve Keynesyenizmin evliliği.
Fordizm, üretim alanında kitlesel üretimi ve verimliliği sağlayan teknik bir devrimdi. İşçi ücretlerinin artırılması, aynı zamanda üretilen malların tüketicisinin de yaratılması anlamına geliyordu. Keynesyenizm ise bu mekanizmanın siyasal-iktisadi çerçevesini kurdu. Bu, devletin aktif biçimde talebi yönlendirdiği, refah politikalarıyla emeği koruduğu, ücret artışlarının üretkenlikle birlikte yükseldiği bir düzendi. Böylece 1945 sonrasının “altın çağ” kapitalizmi doğdu. Üretim hattı ile toplumsal refah devleti arasında geçici bir denge kuruldu.
Ne var ki bu uzlaşma, 1970’lerde hem ekonomik hem de toplumsal olarak çökmeye başladı. Kâr oranlarının düşmesi, petrol krizleri ve sendikal hareketlerin güçlenmesi sermayeyi esnek üretim, taşeronlaşma ve finansallaşma yönüne itti. Kapitalizm bir kez daha kendini dönüştürdü. Ulusal sanayi ekonomileri yerini küresel tedarik zincirlerine, fabrikalar bilgi ve hizmet sektörlerine, toplu sözleşmeler ise bireysel rekabet ilişkilerine bıraktı.
Bu dönüşüm yalnızca ekonomik değil, epistemik bir kırılmaydı da. Üretim artık bilgiye, iletişime ve simgesel değerlere bağımlı hâle geldi. 1990’larda “bilgi ekonomisi” ve “ağ toplumu” kavramları, sermayenin maddi üretimden çok veri ve anlam üretimi üzerinden değer kazandığını anlatmak için kullanıldı. Manuel Castells’in “ağ toplumu” dediği şey, aynı zamanda küresel bir güç mimarisi anlamına geliyordu. Üretim ilişkileri, artık ağların düğümlerine, yani veri merkezlerine, finansal algoritmalara, yazılım kodlarına taşınmıştı.
Bu altyapısal dönüşüm, 2000’lerde dijital platformların yükselişiyle yeni bir biçim kazandı. Facebook, Google, Amazon, Apple ve Microsoft gibi platformlar, yalnızca hizmet sağlayıcılar değil, küresel kapitalizmin sinir sistemi hâline geldi. Nick Srnicek, bu sistemi “platform kapitalizmi” olarak adlandırır. Zira bu şirketler, hem diğer ekonomik aktörlerin faaliyet gösterebilmesi için gerekli dijital zemini kurar, hem de o zemini özel mülkiyet altına alır.
Bu noktada Shoshana Zuboff, kapitalizmin yeni biçimini “gözetim kapitalizmi” olarak tarif eder. Bu, insanların davranışlarının, tercihlerinin ve ilişkilerinin tahmin ve yönlendirme amacıyla metalaştırıldığı bir üretim rejimidir. Artık üretimin hammaddesi emek değil, dikkat ve veridir. Bu veri, reklamdan siyasete, kent yönetiminden kişisel ilişkilere kadar her alanda yeni bir iktidar biçimini besler.
Bugün kapitalizm, tarihindeki önceki evrelerin hiçbirine tam olarak benzemez. Ne klasik sanayi çağının üretim disiplinine ne Fordist refahın kitleselliğine ne de finansal küreselleşmenin soyutluğuna sığar. Artık üretim, dağıtım ve denetim süreçlerinin tamamı dijital platformların altyapısına gömülmüştür. Bu yüzden platformlar, yalnızca piyasada rekabet eden şirketler değil; piyasanın kendisi, hatta toplumsal yaşamın zeminidir.
Teknofeodalizm: Yeni Beyler, Yeni Tebaalar
Yanis Varoufakis’in “teknofeodalizm” kavramı, kapitalizmin dijital dönüşümünde yaşanan niteliksel kırılmayı tarif etmeye çalışır. Ona göre platform ekonomisi artık klasik anlamda kapitalist bir piyasa düzeni değil; piyasayı çevreleyen ve yöneten, üzerinde hüküm süren yeni bir iktidar biçimidir.
Varoufakis’in benzetmesi, yalnızca retorik değil, maddi bir gerçeğe dayanır. Bugünün dijital devleri üretim araçlarına değil, erişim altyapılarına sahiptir. Apple’ın ekosistemi, Amazon’un bulut hizmetleri, Google’ın arama motoru, Meta’nın sosyal ağları ya da Microsoft’un yazılım zinciri… Bunların her biri, verinin dolaşımını ve iletişimin kurallarını belirleyen dijital topraklar gibidir. Biz kullanıcılar, bu topraklara “giriş hakkı” elde etmek için emeğimizi, dikkatimizi ve verilerimizi sunarız.
Feodal çağda köylü, lordun toprağında çalışır ve ürününün bir kısmını ona verirdi. Sadakat ilişkisi aynı zamanda bağımlılık ilişkisini doğururdu. Bugün de benzer bir bağ kuruluyor: Kullanıcı, algoritmik toprakta yaşamak zorunda. İletişimini, üretimini, gündelik varlığını o altyapı üzerinden sürdürüyor.
Bu nedenle teknofeodalizm, yalnızca ekonomik bir metafor değil, aynı zamanda siyasal bir düzen tanımıdır. Dijital feodal beyler, para yerine veri; vergi yerine abonelik; sadakat yerine algoritmik bağlılık talep ederler. Sonuçta bu yeni rejimde iktidar, mülkiyetin biçim değiştirmiş hâlidir. Karşımızda üretim araçlarına değil, yaşamın altyapısına sahip olma iktidarı vardır. Feodal çağın lordları nasıl toprağı terk eden köylüsüz kalamıyorsa, bugünün dijital beyleri de kullanıcılarının sürekli veri üretmesine muhtaçtır. Bizim “bağlılığımız”, onların egemenliğinin temeli hâline gelir.
Sistemde Kalmak: Gözetimin Ötesinde Bir Bağımlılık
Zuboff’un tarif ettiği gözetim kapitalizmi bireyleri izlemeye dayanıyordu. Teknofeodal düzende ise mesele artık izlenmek değil, bağlı kalmak. Bu çağda bağımlılık, gözetimden çok daha derin bir itaat biçimi üretir. Çünkü bu platformlardan kopmak, yalnızca bir hizmeti kaybetmek değil, toplumsal varlığını yitirmek anlamına geliyor. WhatsApp’tan çıkmak, iş çevrenden kopmak; Google hesabını silmek, kamusal hayattan çekilmek anlamına geliyor.
Bu durum yalnızca bireyler için değil, kamu kurumları için de geçerli. Belediyeler, üniversiteler, hastaneler; bunların hepsi artık Amazon Web Services, Google Workspace, Microsoft Azure gibi platformlara gömülmüş durumda. Yerel yönetimler bile “akıllı şehir” projeleriyle bu altyapılara bağımlı hâle geliyor. Nasıl ki feodal düzende köylü toprağı terk edemezdiyse; bugünkü vatandaş da dijital toprakları terk edemiyor.
Bağımlılığın bu kadar derinleştiği bir düzende, elbette tepki ve arayış da kaçınılmaz. Yine de tablo bütünüyle karanlık değil. Son yıllarda devletler ve yurttaşlar, bu dijital feodal düzene karşı yeni direnç biçimleri arıyor. Avrupa Birliği’nin Dijital Hizmetler Yasası (DSA), Dijital Piyasalar Yasası (DMA) ve Yapay Zekâ Yasası (AI Act) gibi düzenlemeler, platformların egemenliğini sınırlama yönünde -yeterliliği tartışmaya açık olan- önemli adımlar.
Buna paralel olarak, “kamusal dijital alan” fikri yeniden canlanıyor. Açık kaynaklı yazılımlar, kooperatif platformlar, kamu bulutu girişimleri, dijital altyapının ortak mülkiyetine dayalı alternatifler geliştirmeye çalışıyor. Bu çabalar, yalnızca teknoloji politikası değil, demokrasi meselesi olarak öne çıkıyor. Çünkü egemenlik artık yalnızca yasalara değil, altyapıya dayanıyor. Kimin sunucusunda yaşadığımız, kimin algoritmasıyla düşündüğümüz ve kimin ağı üzerinden konuştuğumuz, siyasal özgürlüğün yeni ölçütleri hâline geliyor.
Dijital çağın en çarpıcı yanı, iktidarın artık açıkça görünmeyen bir biçimde işlemesi. Gözetim ve bağımlılık, bu yeni düzenin hem ekonomik hem siyasal temeli oldu. Bugün denetim ne gözetleme kameralarının ne de istihbarat kurumlarının alanıyla sınırlı. Denetim gündelik hayatın içine, cihazların, uygulamaların, platformların arayüzüne sinmiş durumda. Egemenlik, hukukun değil kodun; kamusal tartışmanın değil algoritmik sıralamanın dilinde konuşuyor.
Bu nedenle mesele yalnızca teknolojik bir dönüşüm değil, aynı zamanda ekonomik ve siyasal bir yeniden kuruluş meselesi. Kimin veriyi topladığı, kimin erişimi denetlediği, kimin algoritmayı yazdığı artık üretim ve mülkiyet ilişkilerini değil, aynı zamanda yurttaşlık ve özgürlük biçimlerini de belirliyor.
                  
               
                  
                     
            




