Catherine Wihtol de Wenden: “Avrupa’da Detaylı Bir Vize Hiyerarşisi Var”
Fransız siyaset bilimci Catherine Wihtol de Wenden, uluslararası göç ve göç politikalarına dair çok sayıda kitap ve makalenin de yazarı. Aynı zamanda göç aktivizmi alanında çalışan Wenden ile vize düşüncesini ve hareketlilik hakkı hiyerarşisini konuştuk.
Öncelikle size “vize” dediğimiz şeyin tarihini sormak istiyorum. Bugün bir ülkeden başka bir ülkeye gidebilmek için gerekli olan vizeler tarihsel olarak nasıl ortaya çıktı? Bu tarihsel gelişim, ulus-devletin evrimine ve devletin hareketlilikle kurduğu ilişkiye dair bize neler söylüyor?
Aslında vize sistemi oldukça eski bir sistem. Krallar, geçmişte hareketlilik hâlindeki az sayıdaki nüfus için -ki bunlar daha çok elitler veya özel diplomatik görevleri olan kişilerdi- bizzat dolaşım kuralları koyarlardı. Ancak daha sonra, özellikle Avrupa’nın komşularıyla ilişkilerinde 1945 ile 1974 arasında vizelerin büyük ölçüde ortadan kalktığını görüyoruz.
1986’da ise Avrupa pasaportunda bir değişikliğe gidildi. Avrupa için bordo pasaporta geçildi ve buna bir vize rejimi eşlik etti. Schengen anlaşmalarıyla birlikte ise bir ayrım yapıldı. Avrupa vatandaşları için vizesiz dolaşım, yerleşme ve çalışma özgürlüğü tanınırken, Avrupa dışı ülkelerden gelenler için Avrupa’ya girişte vize zorunlu hâle getirildi. Bu durum, Avrupa’nın Avrupalı olmayan komşularına yönelik yaklaşımını da kökten değiştirdi. Çünkü bu düzenleme öncesinde Cezayir gibi ülkelerin vatandaşları Avrupa içinde serbest dolaşım hakkına sahipti. 1962 ile 1968 yılları arasında Cezayir ve eski Fransız sömürgecileri (Pied-Noir) Fransa’da serbestçe dolaşabiliyordu. Birçok başka ülke için de vizesiz seyahat mümkündü.
Sınır rejimlerinin giderek “güvenlikleştirilmesi” vize sistemini sertleştirdi ve hangi ülkelerin Avrupa’da vizesiz dolaşabileceğine ilişkin son derece detaylı bir hiyerarşi oluşturdu. Bu hiyerarşinin aslında kişinin kendisinden ziyade, geldiği ülkenin ne tür bir “göç riski” taşıdığına dair bir yoruma dayandığını görüyoruz.
Örneğin Japonya, Güney Kore ya da Singapur’dan geliyorsanız dünyanın en avantajlı pasaportlarından birine sahipsiniz. Bu ülke vatandaşıysanız 194 ülkeden yaklaşık 190’ına vizesiz gidebiliyorsunuz. Avrupa vatandaşıysanız, durum ülkeye göre değişiyor. Örneğin Portekiz ve Yunan vatandaşları için ABD’ye girişte vize gerekirken, bazı diğer Avrupa ülkeleri için bu zorunluluk yok. Dolayısıyla Avrupa içinde bile dış dünyaya karşı haklar eşit değil ama ortalama olarak Avrupa vatandaşları yaklaşık 189-190 ülkeye vizesiz seyahat edebiliyor.
Rusya’dan geliyorsanız bu sayı yarıya düşüyor. Çin’den geliyorsanız dörtte bire iniyor. En sonda ise savaş yaşamış ve vatandaşları “göç riski” taşıyan Afganistan, Eritre, Somali, Sudan gibi ülkeler geliyor. Bu ülkelerin vatandaşları neredeyse hiçbir yere gidemiyorlar. Genellikle sadece kendi ülkelerinin çoğu zaman çatışma bölgesi olan komşu devletlerine seyahat edebiliyorlar. Bu ülkelerin vatandaşları, pasaportlarının “hiçbir işe yaramadığını” çünkü neredeyse tüm destinasyonlar için vize gerektiğini, bunun da ancak istisnai durumlarda aşılabildiğini söylüyor.
Kısacası, ortada gerçek bir hareketlilik hakkı hiyerarşisi var. Bir yanda dünyanın her yerine serbestçe gidebilenler, diğer yanda ise vizeler nedeniyle hareketliliği ciddi biçimde kısıtlanan, neredeyse hiçbir yere gidemeyenler var. Bu son gruptakiler için tek yol çoğu zaman insan kaçakçılarına başvurmak oluyor.
Özellikle son yıllarda Avrupa Birliği’nin vize rejimi neden sertleşti? Bugün bu durumu belirleyen başlıca faktörler neler?
Vize rejiminin sertleşmesi, Avrupa çevresinde yaşanan bir dizi siyasi krizle bağlantılı. Önce Arap Devrimleri oldu. Bu doğrudan vizeleri sertleştirmedi ama sınır rejimini sertleştirdi. Eskiden açık olan bazı sınırlar Avrupa’nın kendi içinde bile kapandı. Örneğin, Fransa ile İtalya arasındaki sınır 2011’den beri kapalı.
Ben Roma ve Milano’da ders verdiğim için çok sık tren yolculuğu yapıyorum. Trene bindiğimde şunu gözlemliyorum: Avrupa vatandaşı olmadığı sözde “görünür” olan kişiler kontrol ediliyor, vizeleri olup olmadığına bakılıyor. Oysa ilke olarak serbest dolaşım var ama Avrupalı olmayanlar için bu serbest dolaşım çok değişken. İtalya’ya girmiş olsalar bile Fransa’ya geçerken yeniden vize kontrolüne tabi tutuluyorlar. Yani 2011’den beri, Fransa-İtalya sınırında vize kontrolü üzerinden daha sıkı bir sınır rejimi işliyor. Bugün de gümrük uygulamalarında bunun devam ettiğini görebiliyoruz.
Ayrıca 2015’te Suriye krizinin ardından birçok sınır tekrar kapandı. Bulgaristan, Yunanistan ve Macaristan gibi ülkeler arasında dolaşım mümkündü; ancak daha sonra Avrupa içindeki bazı ülkeler tamamen barikat kurdu ve Avrupalı olmayanların girişini engelledi. Bulgaristan-Yunanistan arasında, Macaristan-Sırbistan arasında bunu gördük. Böylece Avrupa’nın iç sınırlarının kapanması güçlendi ve elbette Avrupalı olmayanlar için vize rejimi daha da sertleşti. Bir korku ve çekingenlik atmosferi hâkim oldu.
Bunun ardından Türkiye ile ilgili büyük bir tartışma yaşandı. Avrupa ülkelerinin talebi üzerine Türkiye, 4 milyonun üzerinde Suriyeli, Iraklı ve Afgan mülteciyi ülkesinde tuttu. Karşılığında iki paket hâlinde 6 milyar avro aldı. Türkiye bunun yanında Türk vatandaşları için vize rejiminin hafifletilmesini ve AB üyelik sürecinin yeniden değerlendirilmesini istedi.
Avrupa ise bu iki talebe olumlu yanıt vermedi. Bu taleplere olumlu yanıt alamayınca Türkiye, 2020’de pandeminin hemen öncesinde İstanbul’dan Yunanistan sınırına otobüsler kaldırarak geçiş yollarını açtı. Sonra pandemi nedeniyle bunu durdurmak zorunda kaldı. Bu, AB-Türkiye mutabakatında verilen sözlerin tutulmaması konusunda sınır üzerinden yapılan bir protestoydu. Zaman zaman buna benzer başka girişimler de görüyoruz; bunlar sadece vizelerle değil, daha genel olarak geçiş rejimiyle ilgili. Örneğin İspanya, Batı Sahra için özerklik savunan Polisario Cephesi’nden bir militanı tedavi için kabul ettiğinde, Fas buna karşılık Ceuta sınırını açtı: “Biz memnun değiliz, o hâlde isteyen Faslılar İspanya’ya geçebilir.” dedi. Normalde vizeye tabi olmalarına rağmen bu kapı açıldı.
Benzer bir durumu Belarus-Polonya arasında yaşadık. Belarus, Avrupa’nın Belarus politikasından memnun olmadığını göstermek için Irak ve Suriye’den gelen insanları Polonya sınırına yönlendirdi. Polonya sınırı açmadı, ormanda insanlar öldü. Bu da sınır geçişi üzerinden yapılan bir baskıydı. Avrupa’ya girmek isteyen ama kriz ve savaş yaşamış insanların Avrupa topraklarına adım atmasını engelleyen bir süreçti.
Bugün bu tür durumları çok sık görüyoruz ve bunların kilit noktası vize rejimi.
Son olarak geçişin ticarileşmesi konusu var. “Altın pasaportlar” dediğimiz bir uygulama ortaya çıktı. Kıbrıs, Malta ve Portekiz gibi ekonomik olarak daha küçük bazı Avrupa ülkeleri, ülkeye belirli miktarda yatırım yapılması karşılığında -örneğin bir daire almak, şirket kurmak, önemli bir ticari yatırım yapmak- Avrupa pasaportu veriyorlar. Böylece Rusya, Çin veya başka ülkelerden gelen ve yatırım yapan kişiler bir Avrupa pasaportu alarak vizeden muaf hâle geliyor. Bu konu büyük bir tartışma yarattı. Avrupa Komisyonu bununla mücadele etmeye çalışıyor ama kimi zaman “turizm yatırımı” adı altında bu uygulama gizlenebiliyor. Sonuç olarak bu kişiler Avrupa pasaportu alıyor ve hem Avrupa’da hem de dünyada vizesiz dolaşabiliyorlar.
Dolayısıyla hareketliliğe erişimde çok büyük bir sosyal eşitsizlik var. Ülkeye atfedilen imaja göre ülkeler arasında bir sosyal eşitsizlik olduğu gibi, sosyal sınıflar arasında da bu eşitsizlik var. En ayrıcalıklı olanlar, iyi eğitimliler, öğrenciler; yani belirli dönemler için gelebilen kişiler. Bugün Avrupa’da yasal göç akımları içinde birinci sırada öğrencilerin olduğunu çoğu zaman unutuyoruz. Avrupa üniversiteleri uluslararası görünürlüğünü artırmak istiyor, bu yüzden birçok öğrenci vizeyle Avrupa’ya gelebiliyor.
Buna karşılık diploması veya bu türden bir hareketlilik hakkı olmayanlar, yani düşük gelirli orta sınıflar göç etmek istediklerinde geriye bir tek seçenek kalıyor: Kaçakçılar.
Öğrencilerden bahsettiniz. Son yıllarda Türk vatandaşları için vize rejiminde giderek artan bir sertleşme görüyorum. Avrupa üniversiteleri tarafından kabul almasına rağmen vize alamayan birçok öğrenci var. Oysa 10-15 yıl önce bir üniversiteden kabul mektubunuz varsa kolayca vize alabiliyordunuz. Bu durum Avrupa Birliği ve Türkiye ilişkileri çerçevesinde ne anlama geliyor? Sizce bunun nedeni nedir?
Bu durum Fransa özelinde bizim önceki içişleri bakanımızla ilgili. Bruno Retailleau, göç konusunda âdeta takıntılı derecede sert bir çizgideydi. Amacı göçü azaltmaktı. Ben bunun bugün mümkün olmadığını sık sık anlatıyorum, çünkü göç küresel bir olgu. Retailleau ise ülkeye girmek isteyen herkesi sistematik olarak caydırmaya çalışıyordu. En büyük vize engelini ise özellikle öğrenciler için koydu.
Biz akademisyenlerin de sıkça yaşadığı bir durum bu. Kongrelere resmî olarak davet ettiğimiz, kendi ülkelerinde üniversite profesörü olan kişilerin bile vize yüzünden gelemediğini çok gördük. Bu bir tür misilleme gibi işliyor. Sadece öğrencilere değil, bir hafta gibi kısa süreliğine gelen öğretim üyelerine bile vize verilmiyor. Üstelik vize alamayan bu akademisyenler bazen o konuyu çalışan tek kişi oluyor. Bu nedenle hem onlar hem de biz zarar görüyoruz.
Şu anda Fransa ile Cezayir büyük bir sorun yaşıyor. 1968’de “Pied-Noir”ların, yani Fransız sömürge yönetimi döneminde Cezayir’de yaşayan Avrupalıların Fransa’ya gidiş gelişlerini kolaylaştırmak için bir düzenleme vardı. Bu düzenleme aynı zamanda Fransa’daki Cezayirli göçmenlerin de Cezayir’e sık sık gidip gelmesini kolaylaştırıyordu.
Fransız sosyolog Abdelmalek Sayad’ın göç olgusunu açıklamak için “Noria” olarak tanımladığı, iki ülke arasında sürekli akış hâlinde olan bir hayat biçimi vardı. Ben de böyle yaşayan birçok kişiyi tanıdım. Bu insanlar Fransa’da Renault’da çalışırlar, yazın Cezayir’deki memleketlerine giderler, evlenirler, sonra geri dönerlerdi. Hayatlarını iki mekânda birden kurmuşlardı. Bugün Rumenler, Bulgarlar ya da Polonyalılar gibi Doğu Avrupalıların yaptığı şeyin aynısı.
1968’de bu düzenleme kısmen sıkılaştırıldı. Aile birleşimi mümkün hâle geldi ama genel olarak Cezayirlilerin dolaşımını kolaylaştıran hükümler zamanla etkisizleşti. Daha sonra Schengen rejimine geçildi ve “Avrupalı değilse vize zorunludur” kuralı getirildi. Yani Cezayirliler de diğer tüm Avrupa dışı ülkelerin vatandaşları gibi vize düzenine tabi oldu.
Bugün Fransa’nın Cezayirlilere vize vermede izlediği çok sert bir politika var ve bu da bir tür pazarlığa bağlı. Bu düzen şöyle işliyor: Cezayir’e geri göndermek istediğimiz kişiler için Cezayir konsolosluklarından “geri kabul belgesi” alamazsak, Fransa “Biz de size vize vermeyiz” diyor. Şu anda Fransa ile Cezayir arasında tam anlamıyla bir bilek güreşi yaşanıyor.
Fas’ta ise süreç biraz tersine işledi. Fas uzun süre geri kabul taleplerine yanıt vermiyordu. Âdeta sessiz kalıyordu. Bunun değişmesi için Emmanuel Macron, Batı Sahra’nın Fas’a ait olduğunu tanıdı. Bu, Fas’ın Fransa’ya karşı daha olumlu bir tutum takınmasını, ayrıca sınır dışı edilmesi istenen kişilerin Fas tarafından geri alınmasını kolaylaştırmayı amaçlıyordu. Dolayısıyla bugün vizeler etrafında büyük bir pazarlık alanı oluşmuş durumda.
Genellikle formül şu: “Geri kabul taleplerini kabul ederseniz, öğrencilerinize ve nitelikli kişilerinize vize veririz.” Ama şu an daha da ileri gidildi. Cezayir, profesyonel nedenlerle kısa süreliğine ülkeye gitmek isteyen Fransızlara artık vize vermiyor ve “İlişkiler askıya alındı” diyor. Fas’la ise durum tam tersi; Fransa Batı Sahra meselesinde Fas’a yaklaşarak iyi niyet gösteriyor ve karşılığında Fas’ın geri kabullerde iş birliği yapmasını bekliyor. Yani tabir yerindeyse bugün vizeler, “konsolosluk sertifikası karşılığı vize” ya da “geri kabul karşılığı vize” gibi diplomatik bir pazarlığın parçası hâline geldi. Bu pazarlık, ülkeler arasındaki ilişkilerin düzelmesine ya da bozulmasına göre sürekli değişiyor.
Benzer bir anlaşma 2016’da Türkiye ile yapıldı. Türkiye çok fazla insanı kabul etti ve gerçekten olağanüstü bir çaba gösterdi. Yaklaşık 7 milyon insanı barındırdı. Almanya, diğer Avrupa ülkelerine kıyasla çok daha fazla mülteci kabul eden ülke oldu ama o bile yaklaşık 1 milyon Orta Doğu kökenli insan aldı. Türkiye’de ise 4 milyondan fazla kişi vardı. Bu çok büyük bir fark.
Peki, sizce uluslararası düzeyde daha adil bir vize politikası nasıl olurdu?
Küresel ölçekte hareketlilik hakkının genişletilmesi meselesi giderek daha önemli hâle geliyor. Bugün, göçmenlerin büyük kısmı , kuzeye kıyasla daha çok dünyanın güneyindeler. Alman araştırmacı Thomas Faist, “The Transnational Social Question” adlı kitabında şu soruyu soruyor: “Nasıl oluyor da göçün büyük kısmının gerçekleştiği güney yarımkürede, mülteci krizleri, çevresel yerinden edilme, iç savaşlar gibi devasa meseleler varken pek çok ülkenin hâlâ hiçbir göç politikası yok?” Yani süreçler düzenlenmiş değil. Hâlâ 1951 Cenevre Sözleşmesi’ni imzalamamış yaklaşık 50 ülke var.
Dolayısıyla göç alan ülkelerin politika düzeyinde “eşitlenmesi” büyük bir mesele hâline gelecek. Bu da o ülkelerde çalışan, çoğu belgesiz durumda olan insanların düzenlenmesi anlamına geliyor. Bu, ilk büyük adım olacaktır.
Buna ek olarak, hareketlilik hakkındaki eşitsizlik uluslararası toplantılarda giderek daha fazla ortaya çıkıyor. Dolayısıyla bu eşitsizlik, tüm korkulara rağmen, yeni haklar talebi çerçevesinde yeniden gündeme gelecek. Mahkemelerin de bu eşitsizlik üzerine giderek daha fazla karar vermesini bekleyebiliriz.
Ekonomik ve demografik nedenlerle göç ihtiyacı sürdüğü için, birçok ülke için vize rejimini hafifletmek de zorunlu hâle gelecek. Şu anda tam tersine bir eğilim görüyoruz ama uzun vadede zorunluluk belirleyici olur. Aksi hâlde tam bir ikiyüzlülük ortaya çıkar: “Kapıları kapattık” deniyor ama aynı zamanda son derece kırılgan statülerle insanlar ülkeye getiriliyor.
Üniversitelerin uluslararasılaşma ihtiyacı, nitelikli işgücünün güney ülkelerinden gelmesi, demografik meseleler, örneğin Almanya’nın 2030’a doğru aktif nüfustan çok daha fazla inaktif nüfusa sahip olacak olması, tüm bunlar vizelerin hafifletilmesini muhtemelen zorunlu kılacak.
Bugün bunun ilk işaretleri göçmenlerin statülerinin tanınması (regularisation) süreçlerinde görülüyor. Şu an göçe daha açık bir rejime sahip olan İspanya, iki yıl önce büyük bir düzenleme yaptı. Meloni yönetimindeki İtalya bile 420.000 belgesiz göçmeni belgelendirdi; çünkü ülkenin yaşlı bakımından çocuk bakımına, inşaattan turizme kadar bu insanlara ekonomik olarak ihtiyacı var. Yani bir “zorunluluk ilkesi” işliyor.
Fransa’da ise hâlâ güçlü bir ideolojik direnç var. Mutlaka sert bir politika uygulanması gerektiği düşünülüyor. Ama zamanla gerçek ile söylem arasındaki uçurumun fark edilmesiyle burada da belli bir yumuşama kaçınılmaz hâle gelecek. Aksi hâlde mevcut durum sürdürülemez. Ayrıca vizelerin yönetim maliyeti inanılmaz derecede yüksek. Eğer daha fazla insan için daha fazla dolaşım özgürlüğü tanınırsa, ekonomik açıdan da daha verimli olur.
Bence en büyük engel terörizm. Terörizm, çok az sayıda kişiyi ilgilendirse de kamuoyunda büyük etki yaratıyor. 13 Kasım 2025, Paris saldırıları açısından Fransa’da çok önemli bir tarih. Bu tür olaylar “sınırları daha fazla kapatalım” refleksini güçlendiriyor. Oysa hatırlatmak gerekir ki, Fransa ve Belçika’da gerçekleşen pek çok saldırıyı gerçekleştirenler zaten Fransız ya da Belçika vatandaşıydı. Bu insanlar için vize söz konusu bile değildi. Ama yine de bu durum vize reddi ve sınırların kapatılması yönünde psikolojik bir baskı yaratıyor.
2015 krizinde mülteciler kabul edildiğinde, bunların büyük çoğunluğu topluma çok iyi uyum sağladı. Ama Almanya özelinde, mülteci akınıyla birlikte birkaç terörist de ülkeye sızmıştı. Bu da hâlâ büyük bir kaygı yaratıyor. Suriye ve Irak’ta IŞİD varlığını sürdürdüğü sürece, “Biraz kapıyı açarsak terörist geçebilir” korkusu tamamen kaybolmayacak.
Ben zamanla bu kaygının azalabileceğini düşünüyorum. Bununla birlikte, sınır dışı edilecekler arasında suç işleyen kişiler de var. Bunlar çok küçük bir azınlık ama medyada görünür oluyor ve sınır politikalarının daha da sertleşmesine gerekçe olarak öne sürülüyorlar.