Dr. Juliette Dupont: “Vize Avrupa’da Siyasi Bir Araç Olarak Kullanıyor”
Schengen vizesi başvurularında farklı ülke vatandaşlarının ret oranları arasındaki devasa uçurumlar büyük bir eşitsizlik hiyerarşisi yaratıyor. Siyaset bilimci Dr. Juliette Dupont ile vize sisteminin sömürge döneminden kalma ayrımcılığı nasıl devam ettirdiğini, vizenin siyasi bir koz olarak kullanımını ve ETIAS'ın muhtemel risklerini konuştuk.
Seyahat özgürlüğü söz konusu olduğunda, dünya genellikle “vizesiz seyahat edenler” ve “vize kısıtlamasına tabi olanlar” şeklinde ikiye ayrılıyor. Siz bu basit ayrımın ötesine geçerek, daha nüanslı bir kavram olan “Hareketlilik/Hareketsizlik Sürekliliği” (İng. “continuum of (im)mobility”) kavramını öneriyorsunuz. Bu kavramla tam olarak neyi kastediyorsunuz?
Araştırmalarımda, Avrupa’da seyahat etmek için Schengen vizesi şartına tabi olan ulusları etkileyen eşitsizlikleri incelemek adına Hareketlilik/Hareketsizlik Sürekliliği kavramını kullanıyorum. Gerçekten de, detaya baktığımızda, tüm uyruklara eşit muamele yapılmadığını görüyoruz.
Öncelikle, vize onay ve ret oranlarında önemli farklar söz konusu. Örneğin, 2024 yılı verilerine göre, Pakistan’dan yapılan vize başvurularının %47,5’i reddedilirken, Suudi Arabistan’dan yapılan başvurularda bu oran %6’ydı.
Ayrıca, Schengen vize politikası hareketliliğe erişimi çok sayıda prosedürle katmanlara ayırıyor: Sürekliliğin bir ucunda, Ermenistan örneğinde olduğu gibi, AB ile imzalanan anlaşmalarla kolaylaştırmalardan (örneğin basitleştirilmiş başvuru prosedürleri ve indirimli ücret gibi) yararlanan ülkeler bulunuyor. Sürekliliğin diğer ucunda ise, “yüksek riskli” olarak değerlendirilen uluslar yer alıyor; bu gruplar, vize almayı zorlaştıran, işlem sürelerini uzatan istişare prosedürü gibi daha kısıtlayıcı mekanizmalara tabi tutuluyor.
Çoğu başvuru sahibinin haberdar olmadığı, vize almayı zorlaştıran ve işlem sürelerini uzatan bir prosedür de, “Ön İstişare” (İng. “Prior Consultation”) prosedürü. Bu prosedür nasıl işliyor?
Ön istişare prosedürü, Schengen vize politikasında bir nevi “liste içinde liste” durumudur. Güvenlik nedenleriyle, her üye ülke, başka bir Schengen ülkesi belirli bir ülkenin vatandaşlarının vize başvurularını incelerken kendisine danışılmasını talep edebilir. Bu, örneğin İtalya veya Almanya’nın, Cezayir uyruklu bir başvuru sahibine vize vermeden önce Fransız makamlarına danışmak zorunda olması anlamına gelir. Uygulamada, başvuru sahibinin bilgileri, Avrupa SIS ve VIS veri tabanlarına ek olarak ulusal veri tabanlarında da çapraz kontrolden geçirilir. Bu da başvuru sahipleri için işlem sürelerinin uzamasına neden olur.
Türkiye bahsettiğiniz süreklilik içinde oldukça paradoksal bir konuma sahip: Hem bir AB adayı hem de Gümrük Birliği üyesi olmasına rağmen, vatandaşları ciddi vize engelleriyle karşılaşıyor. Vize politikası bağlamında AB ile Türkiye arasındaki bu ikircikli ilişkiyi nasıl yorumluyorsunuz?
Yaklaşık on yıl kadar önce Türkiye’de Schengen vize politikasının uygulanışına dair küçük bir araştırma projesi yürütmüştüm. Bu araştırma kapsamında Avrupa vatandaşları Türkiye’yi serbestçe ziyaret edebiliyorken, sisteme karşı idari zorluklarını ve hayal kırıklıklarını paylaşan birçok vize başvurusu sahibiyle görüşmüştüm. Hatta bazıları, Avrupa’ya seyahat etmek için vize şartının olmamasının, AB üyeliğinin ana avantajı olacağını söylemişti!
2014’ten bu yana Türkiye ve AB, vize muafiyetine yol açması beklenen bir “vize serbestisi yol haritası” (İng. “roadmap to visa liberalization”) üzerinde çalışıyor. Ancak, Avrupa’nın güney ve Akdeniz komşuluğundaki diğer birçok ülkede olduğu gibi, AB, vize muafiyetini, Türkiye’yi istenmeyen göç akışları için bir “tampon bölgeye” dönüştürme amacıyla bir “havuç” (1) olarak kullanıyor.
Schengen vize listelerinin oluşturulmasında tarihsel olarak diplomatlardan çok güvenlik uzmanlarının etkili olduğu biliniyor. Bugün Küresel Güney ülkeleri için gözlemlediğimiz yüksek ret oranları dikkate alındığında, sistem “istenmeyen” kişi profilini inşa ederken hangi kriterleri temel alıyor?
Pek çok akademisyen, vize muafiyeti ve zorunluluğu rejimlerinin, imparatorluk ve sömürge dönemlerinden miras kalan tarihsel, ekonomik, ırksal ve dinî ayrım hatlarını yeniden ürettiğini ortaya koydu. Ancak bu boyut, vize kısıtlamalarını belirli başvuru profillerinin yarattığı algılanan “göç riski” ile gerekçelendiren Avrupalı politika yapıcılar tarafından büyük ölçüde -belki de isteyerek- göz ardı ediliyor. Ülkesiyle bağlarına dair yeterli kanıt (düzenli iş, aile hayatı gibi) sunamayan herkesin, vizeyi kötüye kullanarak Avrupa’ya yerleşme niyetinde olduğundan şüpheleniliyor.
Sömürge tarihi ve geçmişte ülkeler arasında vuku bulmuş gerilimler, günümüzün teknik sınır kontrol ve vize politikalarına ne şekilde nüfuz ediyor?
Fransa ve Mağrip ülkeleri örneğinden gidecek olursak, son zamanlarda Fransa ile Mağrip ülkeleri arasında vize konularında yeniden gerginlik yaşandı. 2021 yılında Fransız hükûmeti, bu ülkeleri Fransa’da düzensiz yaşayan vatandaşlarının geri kabulü konusunda yeterince işbirliği yapmamakla suçlayarak Cezayir, Fas ve Tunus için ret kotaları belirledi. Bu ülkeler, eski sömürge gücüyle uzun ve karmaşık bir göç geçmişini paylaşıyor. Ama bugün vize politikaları, kısmen Avrupa genelinde yükselişte olan ve Avrupa toplumlarında yabancı düşmanlığı ile İslamofobiyi körükleyen aşırı sağ partilerin seçmenlerine hitap etmek amacıyla sıkça siyasi olarak kullanılıyor.
Avrupa Komisyonu veya Parlamentosu’nun daha hak temelli ve eşitlikçi yaklaşımları savunması beklenir, ancak yetkileri genellikle Üye Devletlerin ulusal “takdir yetkisi” (İng. “discretionary power”) ile sınırlanıyor. Bu yapısal kısıtlamalar ışığında, gerçekten ortak ve adil bir AB vize politikası geliştirmek için hangi değişiklikler yapılabilir?
Vize Kodu (İng. “Visa Code“) 2009’da kabul edildiğinde, Avrupa Parlamentosu ve Komisyonu, başvuru sahiplerinin haklarında bazı iyileştirmeler yaptı. Örneğin, devletlerin istatistiklerini yayınlaması, ret kararlarını gerekçelendirmesi ve vize reddi durumunda sistematik bir idari itiraz hakkı sunması zorunlu kılındı. Yine de, birçok başvuru sahibi hâlâ bu haktan büyük ölçüde habersiz. Benzer şekilde, şeffaflık ve eşit muamele, devletlerin başvuru sahiplerinin kabulünü devrettiği özel hizmet sağlayıcıların (aracı kurumlar) yaygın kullanımıyla sık sık zedeleniyor ve bu kurumların düzenlenmesinde hâlâ birçok yasal boşluk bulunuyor.
Yakın zamanda devreye girmesi beklenen ETIAS (Tr. “Avrupa Seyahat Bilgi ve Yetkilendirme Sistemi”) nedir? Bu sistem mevcut eşitsizlikleri hafifletebilecek mi, yoksa seçme ve profilleme sürecini otomatikleştirerek daha da derinleştirecek mi? Dijital tarama yöntemlerinin getirdiği yeni riskler neler?
ETIAS, 2026 yılı sonuna kadar yürürlüğe girmesi planlanan çevrimiçi bir seyahat izni sistemi. Vize zorunluluğundan muaf olan tüm AB dışı ülke vatandaşları için geçerli olacak. Bu sistem, daha önce vizeden muaf olduğu için büyük ölçüde kontrol edilmeyen yolcular hakkında Avrupa makamlarının veri toplamasını sağlayacak.
Başvuru süreci tamamen otomatik olacak ve sistem, “genel bir değerlendirmeye dayanarak, kişinin bir terör eylemi veya başka bir ciddi suç işleyebileceğine dair makul bir gerekçe varsa” başvuruyu reddetme yetkisine sahip olacak. Bu durum, ETIAS’ın, aynı seyahat haklarına sahip olması gereken insanlar arasında bile yeni dışlama biçimleri yaratma potansiyeli taşıdığı anlamına geliyor. Daha genel bir perspektiften bakıldığında, bu tür kararlarda yapay zekanın kullanılması, algoritmik ön yargı ve sistematik profilleme potansiyeli gibi ciddi etik ve hukuki riskleri gündeme getiriyor.