'DOSYA: "Makbul Mültecinin Peşinde'

Ukraynalı Mülteciler ve “Avrupa”nın Sınırları

Milyonlarca Ukraynalı mültecinin Avrupa’ya gelişi bariz bir çifte standardı ortaya çıkardı. Benzeri durumlardan kaçan -beyaz ırk olarak değerlendirilmeyen ve “Avrupalı” kabul edilmeyen- insanlar Avrupa’da reddedilirken; Ukraynalı mültecilerin kabulünü ve yerleşimini kolaylaştırmak için gösterilen bir dayanışma ve alınan istisnai önlemler patlaması var.

Görsel: Shutterstock.com

Putin’in Ukrayna halkının ulusal kimliğini yok etmeye yönelik acımasız kampanyasının vahşeti, açık bir aşırılıktan kaynaklanıyor. Bu kısır saplantı da açıkça atacı Rus şovenizminden besleniyor. Bununla birlikte, Ukrayna’daki yıkım ve toplu ölüm görüntüleriyle ilgili gerçekten grotesk olan şeylerin çoğu, şüphesiz diğer sayısız savaş sahnesinin ve savaş alanının dehşetine benziyor. Rusya’nın Ukrayna’daki bu ayrım gözetmez katliam ve yıkım kampanyasının ardındaki çılgınlığın kendine has hususi bir tarafı olsa da burada korkunç derecede banal ve sıradan olan bir şey var, o da savaşın barbarlığının her yerde az çok aynı oluşu. Ne var ki, bunlara uzaktan şahit olanlar olarak bizim bu barbarlığa ne kadar duyarlı olduğumuz veya kendimizi ondan ne kadar ayrıştırdığımız noktasında derin farklılıklar var.

Bu noktada şunu belirtmek gerekir ki Rusya’nın Ukrayna halkına karşı yürüttüğü savaşın medyada sürekli olarak yer alması, olağanüstü yoğun bir sempatinin sosyopolitik üretimine katkıda bulunurken, örneğin ABD’nin Afganistan veya Irak halkına karşı yürüttüğü işkence dolu savaşlar ve oralarda yaşanan vahşete dair haberlere medyada benzer derecede geniş yer verilmesi ne düşünülebilir ne de buna izin verilirdi.

Milyonlarca Ukraynalının kuşatma altındaki ana vatanlarından çaresiz ve kitlesel göçü de aynı biçimde hem üzücü hem de maalesef tanıdık. Ukraynalı mülteciler Avrupa’daki komşu ülkelere akın ederken, bazıları da güvenlik ve kurtuluş için çok daha uzaklara doğru yola çıktı. Gittikleri yerlerde büyük oranda takdire şayan bir insani nezaket ve açık konuşmak gerekirse şaşırtıcı bir cömertlik ruhu ile karşılanıyorlar. Hem de sadece bireyler düzeyinde değil, resmî devlet politikaları düzeyinde de. Ukraynalı mültecilere Avrupa’da gösterilen sempati ve açıklığın bu olağanüstü tezahürü, bu tür şefkat gösterilerine büyük bir ahlaki başarı olarak saygı duyulması gerektiğinden olağanüstü değil. Aksine, bu türden temel insani nezaket eylemleri, korkunç bir şiddet ve yerlerinden edilme trajedisinin ardından hayatlarına yeniden başlama ümidi ve güvenli bir sığınak arayışı içinde sınırlarına dayanan diğerlerinin acıları ve kederleri karşısında Avrupalılar arasında çok uzun zamandan beri ender görüldüğü için olağanüstü.

Son yıllarda, sınırlarındaki polis şiddetinin hiç olmadığı kadar sıradanlaşması ve giderek artan cezalandırıcı göçmen karşıtı yasaların yanı sıra açıktan faşist olan göçmen karşıtı siyasi hareketlerin giderek daha cesur ve utanmaz bir biçimde kendilerini gösterişiyle Avrupa, insan hakları savunucusu olduğu iddiasının son kalıntılarının da altını kazıyor.

Avrupa’nın Sınırları

Özellikle 2015 yılındaki kitlesel göçmen ve mülteci akınından bu yana, Avrupa’nın sınırları uzun vadeli bir “kriz” alanı olarak gösterilmeye başlandı. Ancak kısa sürede “göçmen krizi” olarak yeniden adlandırılan bu “mülteci krizi”nden önce de göçmen ve mültecileri taşıyan aşırı kalabalık ve denize açılmaya elverişsiz tekneler denize açıldıkça her yıl birbiri ardına yaşanan deniz faciaları vardı. Bu tekneler ya sınırı geçerken alabora oldu ya da Akdeniz’de başka şekillerde battı. Aslında, Avrupa sınırlarının yirmi yıldan fazla bir zamandır sürekli olarak tahkim edilmesi, bu geçişi daha tehlikeli ve potansiyel olarak şimdiye kadar olduğundan daha ölümcül hâle getirdi. Bundan dolayı da Avrupa’nın sınırları, yalnızca Avrupa’ya dışarıdan gelen, “istenmeyen” (yasa dışı) göçmen ve mülteci kitlesinde somutlaşan dünyanın tüm bilindik kötülüklerini kıtanın kapılarına getiren sözde bir “kriz” alanı olmamıştır. Avrupa’nın sınırları bir araçtır; oraya gelen göçmen ve mültecilerin büyük çoğunluğunun reddedilmesine, yasa dışı kılınmasına ve muhtemelen sınır dışı edilmesine aracılık eden kalıcı bir sosyopolitik “kriz” durumunun hem üretilmesi hem de sürdürülmesi için bir araç. En azından şimdiye kadar öyleydi.

Milyonlarca Ukraynalı mültecinin Avrupa’ya gelişi ise bariz bir çifte standardı ortaya çıkardı. Benzeri korkunç durumlardan kaçan -beyaz ırk olarak değerlendirilmeyen ve “Avrupalı” kabul edilmeyen- insanlar Avrupa’da şiddetli bir düşmanlıkla ve reddedilişle karşılanıyor; ancak Ukrayna örneğinde, mültecilerin kabulünü ve yerleşimini kolaylaştırmak için gösterilen bir dayanışma ve alınan istisnai önlemler patlaması var. Bu savaşın tartışılmaz biçimde korkunç olduğunu ve korkunç bir vahşet kampanyasıyla sistematik olarak gerçekleştirildiğini öncelikle belirterek, burada Ukrayna’daki savaştan kaçanlar için bir çifte standart uygulandığının bariz olduğunu söylemek gerek. Ukraynalı mültecilere Avrupa’nın uyguladığı bu çifte standart ırkçılıktır. Bu çifte standart, bazıları Avrupa’nın, trajediden ve acıdan kaçan Ukraynalıları, “bizim gibi”, “Avrupalı” veya “Hristiyan”, hatta “beyaz” oldukları için güzel karşılama ve destekleme yükümlülüğü olduğunu söylediği için ırkçı değildir (tam da bunları söylemekten çekinmeyen pek çok insan olmasına rağmen!). Hayır. Avrupa’nın mültecileri kabul etmesindeki bu çifte standart, basit ve açık bir ırkçılıktır, zira insanların ne söylediği ya da söylemediğinden bağımsız olarak, zor durumdaki bir insan kategorisi, benzer sıkıntı içindeki diğer bir insan kategorisinden çok farklı muamele görmektedir. Bu nedenle, bu gruplar arasındaki farkı yaratan şeyin ne olduğunu tarafsız bir şekilde incelememiz gerekiyor.

Ukraynalıların “Avrupalı” ve hatta Hristiyan din kardeşleri olarak tasvir edilmesi bir açıklama olarak aslında yetersiz. Neyin “Avrupa” olarak kabul edilip edilemeyeceğinin ve dolayısıyla kimlerin gerçek “Avrupalı” olduğunun sınırları uzun bir süredir net değil. “Avrupa”nın uçlarında, bahsi geçen “Avrupa”nın nerede başlayıp nerede bittiğinin tartışmalı hâle geldiği bulanık bir sınır bölgesi var. Bu görünüşte coğrafi tanımlamanın doğal veya nesnel hiçbir yanı bulunmuyor; nihayetinde Avrupa, başka bir perspektiften bakıldığında, Asya’nın batı yönündeki bir alt kıtasıdır sadece. Avrupa Birliği’nin Avrupa’daki “gerçek” ve “meşru” aidiyeti kurumsal ve yasal olarak tanımlamaya yönelik iddiasını sertleştirmesi ışığında, Ukrayna’nın kendisinin uzun süredir bu sınırın ucunda tartışmalı bir konumda kaldığı söylenebilir. Türkiye’nin “Avrupa”ya dâhil olma olasılığı daha da hararetli bir tartışma konusu olmuştu. Gerçekten de Boşnakların, Çeçenlerin veya Türklerin “Avrupalılığı” etrafındaki tartışmalar, şüphesiz onların “Müslüman” olarak kabul edilmelerinden doğan ötekiliklerinden ayrı düşünülemez. Yine de “Avrupalılıktan” diskalifiye edilmek basitçe var olduğu varsayılan bir Hristiyan kimliğine de indirgenemez. Bu noktada, Avrupa sınırlarında otomatik olarak reddedilen, şiddetli sınır dışı etme pratiklerine, alıkoymalara ve önlemlere maruz kalan Afrikalı göçmen ve mültecilerin çoğunun genelde Hristiyan olduğunu hatırlamak yeterlidir. Peki, farkı yaratan şey nedir? “Avrupalılık” ırksal bir tertibattır, ırksal bir beyazlık tertibatı.

“Avrupalılık”ta olmadığı gibi “beyazlık”ta da doğal veya tartışmasız hiçbir şey yoktur. Beyazlık doğanın bir gerçeği değildir; aksine uzun bir sömürgeci tahakkümünün ve sömürgecilik sonrası eşitsizlikler tarihinin sosyopolitik üretimidir. Başka şekilde söyleyecek olursak beyazlık, içerisinde beyazlığın konumunun her zaman devam eden bir yenileme ve yenilenme sürecinden geçtiği, yüzyıllardır süren küresel beyaz üstünlüğü rejiminin bir ürünüdür. Dolayısıyla, Ukraynalılara “beyaz” ırk statüsü verilmesinde doğal, şeffaf veya mutlak hiçbir şey yoktur. Bundan dolayı, Ukraynalıların acımasız bir askerî işgalden doğan gerçek mağduriyetlerine verilen samimi ve gerçekten de şefkatli karşılık, yine de eleştirel bir şekilde anlaşılmalı; yani Ukraynalıların “Avrupalı” statüsüne dâhil edilmeyi “hak eden” kişiler olduğu noktasındaki hâlihazırda devam eden inşa sürecinin ayrılmaz bir parçası olarak; ki bu da onların “beyaz” olarak süregiden inşasının açık bir tezahürü.

Dr. Nicholas De Genova

Houston Üniversitesi Karşılaştırmalı Kültürel Çalışmalar Bölümü’nün Başkanı ve öğretim üyesi olan Dr. Nicholas De Genova’nın ağırlıklı çalışma alanları arasında göç, sınırlar, ırk ve vatandaşlık konuları yer alıyor
Yazarın diğer yazıları
Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Son Yüklenenler