'Dosya: "Avrupa Parlamentosu Seçimleri"'

Avrupa Şüpheciliği Nedir ve Avrupa’dan Şüphe Duyanlar Haklı mı?

Avrupa’da giderek daha fazla insan, artık kendilerine fayda sağlamaktan çok bir yük teşkil ettiğini düşündükleri Avrupa Birliği sisteminden duydukları memnuniyetsizliği dile getiriyor. Bu durum literatürde “euroscepticism” yani “Avrupa şüpheciliği” olarak tanımlanıyor. Peki kim bu Avrupa şüpheci çevreler?

©Shutterstock.com

Avrupa Birliği (AB) çeşitli Avrupalı aktörler tarafından farklı sebeplerle uzun yıllardır eleştiriliyor. Bu eleştiriler ya da Avrupa entegrasyonuna yönelik var olan siyasi muhalefet genel olarak Avrupa şüpheciliği (İng. “euroscepticism“) olarak adlandırılıyor. Avrupa şüpheciliği aynı zamanda Avrupa Birliğinden ayrılmayı savunan Avrupa siyasi doktrini olarak da biliniyor. Bu doktrini benimseyenler, Birliğin büyümesinin yavaşlatılması, durdurulması veya yeniden düzenlenmesi gerektiğini savunuyorlar.

Konuyla ilgili literatürde Avrupa şüpheciliği teriminin ilk kez 1980’lerin ortasında Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) ile ilgili kamuoyu tartışmaları sırasında Birleşik Krallık’ta kullanılmaya başlandığı ve özellikle dönemin Başbakanı Margaret Thatcher’ın 20 Eylül 1988’deki meşhur “Brugge konuşması” sonrası yaygınlık kazandığı bilgisi yer alıyor. Thatcher, Belçika’nın Brugge kentinde bulunan Avrupa Koleji’nde yaptığı konuşmada, Avrupa Ekonomik Topluluğuna üye ülkeleri, yetkilerini ellerinden alacak gücün merkezileştiği federal bir Avrupa projesine dair her türlü girişime karşı çıkmaya davet ediyordu ve dolayısıyla bu konuşma Avrupa entegrasyonu karşıtı olarak algılanmıştı. Bu bağlamda “Avrupa şüpheciliği teriminin evi” olarak adlandırılan Birleşik Krallık’ın AB’den ayrılan ilk ve tek ülke olması da tesadüf gibi görünmüyor.

Avrupa şüpheciliğinin temelinde, Avrupa entegrasyonunun ulusal egemenliği ve ulus devletleri zayıflattığı, Birliğin çok bürokratik ve savurgan olduğu ve yüksek düzeyde göçü teşvik ettiği gibi düşünceler yatıyor. Avrupa genelinde daha çok popülist ve aşırı sağ eğilimli partilerin bu görüşte olduğu düşünülse de, Avrupa şüpheciliğine siyasi yelpazenin hem en sağında hem de en solundaki partilerde rastlamak mümkün. Bu iki farklı siyasi kutbun Avrupa şüphecisi yaklaşımlarının gerekçeleri de diğer siyasi yaklaşımları gibi tabii olarak birbirinden ayrışıyor.

Sağ ve Sol Partilerde Avrupa Şüpheciliğinin Nedenleri

Avrupa şüpheciliğinin sağ siyasi kesimde, farklı etnik gruplardan veya farklı dinlerden Avrupa’ya gelen yoğun göçmen grupları nedeniyle ulusal kimliğin erozyona uğrayacağı ve bilhassa müreffeh Kuzey Avrupa ülkelerinde göçmenlerin ulusal sosyal sistemleri istismar edip içini boşaltacağı iddialarından beslendiği görülüyor. Radikal sağ, Avrupa entegrasyonuna bilhassa kültürel argümanlara dayanarak karşı çıkıyor. Sağın savunduğu, yalnızca yerli grubun, yani etnik veya kültürel olarak tanımlanmış “ulus” üyelerinin yönetimin meşru bileşenleri olduğunu öngören “nativist” bakış açısının bir sonucu olarak, “yerli olmayan” halkların, kişi veya siyasi fikirlerin siyasi katılımı ulusal bütünlüğe bir tehdit olarak görülüyor. Bu bakımdan uluslarüstü Avrupa entegrasyonu projesi, sağın bu sınırları oldukça keskin halk egemenliği anlayışıyla çelişiyor.

Avrupa şüpheci sol kanat siyaset ise Avrupa borç krizi ve Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı gibi ekonomik konulara daha fazla odaklanırken, AB politikalarının ulus devletler üzerindeki olumsuz sosyo-ekonomik sonuçlarını ve toplumun dezavantajlı gruplarına verdiği zararları eleştiriyor. AB’nin demokratik olmayan, elitist, şeffaflıktan yoksun ve sermaye sahiplerine hizmet eden neoliberal bir kuruluş olduğu inancından hareketle, sol partilerin sağ partilerden farklı olarak Avrupa entegrasyonu fikrinin kendisinden ziyade, AB’nin mevcut yapısı ve uygulamalarına yönelik itirazları olduğu görülüyor.

Avrupa Şüpheciliğinde “Sert” ve “Yumuşak” Yaklaşımlar

Avrupa şüpheci partiler tüm Avrupa Birliği projesine karşı olan “sert” ve Avrupa Birliğinin sadece belirli yönleriyle ilgili endişeleri olan “yumuşak” partiler olarak da ikiye ayrılıyor. Sert Avrupa şüphecisi partilere örnek olarak Almanya’daki Alternative für Deutschland, İtalya’daki Fratelli d’Italia ve Hollanda’daki Özgürlük Partisi; yumuşak Avrupa şüphecisi partilere ise Macaristan’daki Fidesz, Polonya’daki Hukuk ve Adalet (PiS) ve İspanya’da Vox partileri gösterilebilir.

Avrupa Komisyonunun araştırma raporuna göre, Avrupa şüpheci partiler 2000’li yılların büyük bölümünde kaydedeğer bir destek görmezken, 2008 küresel ekonomik krizinden bu yana sert Avrupa şüphecisi partilerin ulusal seçimlerdeki oy oranı yüzde 5’in altından yüzde 14’e yükseldi. Yumuşak Avrupa şüpheci partiler de hesaba katıldığında bu oranın 2022’de yaklaşık yüzde 7’den yüzde 27’ye çıktığı saptandı. Fakat AB’den ayrılmayı savunan sert Avrupa şüpheciliğine verilen destekte, belki de sonuçları nedeniyle 2016 Brexit referandumundan bu yana önemli bir artış görülmezken, yumuşak Avrupa şüpheciliğine destek ise artmaya devam ediyor.

İktidar Beklentisi ile Dönüşen Siyasi Söylemler

Bununla birlikte Avrupa Birliği karşıtı radikal politika ve söylemleri nedeniyle “sert” olarak sınıflandırılan bazı aşırı sağ partilerin, hükûmet olma olasılığı ile karşı karşıya kaldıklarında veya iktidara geldikten sonra Avrupa şüpheci yaklaşımlarını yumuşattıkları gözlemleniyor. Örneğin geçtiğimiz kasım ayında yapılan genel seçimlerden büyük başarıyla çıkan Hollandalı aşırı sağcı lider Geert Wilders, Özgürlük Partisi liderliğinde kurulmasını istediği hükûmete koalisyon ortakları bulmakta zorlanınca yıllardır savuna geldiği ancak Hollanda kamuoyunun çok sıcak bakmadığı “Nexit” referandumu girişiminden vazgeçti.

Bilindiği gibi Wilders camileri kapatmak, Kuran’ı yasaklamak, başörtüsü kullanımını vergiye bağlamak, sınırları mültecilere ve göçmenlere kapatmak ve Hollanda’yı AB’den çıkarmak gibi bazılarını aşırı sağdan bile duymaya alışık olmadığımız radikal vaatleriyle tanınıyor. Ancak seçimler öncesinde bu söylemlerini yumuşatan Wilders, mevcut durumda daha acil meseleler olduğunu belirterek camilerin ve İslami okulların yasaklanmasına ilişkin politikalarını “buzdolabına kaldırmaya” hazır olduğunu açıklamıştı.

Brexit: İlham mı, Uyarı mı?

Birleşik Krallık’ın Haziran 2016’daki Brexit referandumundan birkaç gün sonra, Brexit kampanyasının önemli isimlerinden dönemin Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi (UKIP) lideri Nigel Farage Avrupa Parlamentosu’nda yaptığı konuşmada Birleşik Krallık’ın AB’den ayrılan son ülke olmayacağını ve “diğer Avrupa ülkelerine bir umut ışığı” olduklarını iddia etmişti. Gerçekten de Brexit referandumundan çıkan sonuç bir dizi Avrupa şüphecisi siyasi lider tarafından coşkuyla karşılanan bir zafer anıydı. Almanya ve Danimarka’dan aşırı sağcı partiler Birleşik Krallık’ın “cesaretini” överken, Fransa, Hollanda, Slovakya ve Yunanistan gibi birlik üyesi diğer ülkelerden sağ ve milliyetçi partiler seçmenlerine benzer girişimlerde bulunma sözü vermişlerdi.

Yine de yapılan kamuoyu araştırmalarına göre Brexit Avrupalılar için bir ilham kaynağı olmaktan ziyade, Avrupa’nın parçalanma olasılığını tek başına ortaya koyan uyarıcı bir örnek teşkil ediyor. Birleşik Krallık’ın Brexit deneyiminin kıta Avrupası ülkelerinde mevcut olan milliyetçi söylemler üzerindeki etkisini inceleyen bir araştırma, genel olarak Brexit’in sonuçları itibarıyla Birleşik Krallık için iyi bir karar olmuş gibi göründüğünde diğer ülkelerde de benzer çıkışlar için milliyetçi taleplerin çoğaldığını ortaya koyuyor. Ancak Brexit ile vaat edilenlerin gerçekleşmediğinin görüldüğü durumlarda ise Avrupa’daki diğer milliyetçi partiler ve politikacıların AB karşıtı ve AB’den çıkış politikaları izlemekten vazgeçtikleri ve bunun yerine AB reformlarına yönelik politikalara odaklandıkları görülüyor.

Ayrıca AB’den çıkmak için Fransa, Hollanda ve Danimarka’da gündeme gelen Frexit, Nexit ve Dexit referandumlarının, Brexit oylamasından sekiz yıl sonra bugün hâlen gerçekleşmemiş olmasında, Birleşik Krallık’ın AB’den ayrılma kararını uygulamaya koyarken pratikte karşılaştığı zorlukların da etkili olduğu düşünülüyor.

Avrupa’ya Küresel Düzeyde Güven Kaybı

AB’nin ve genel anlamda Batı’nın dünya genelindeki imajını zedeleyen ve savunduğunu iddia ettiği değerler konusunda samimiyetinin sorgulanmasına yol açan en yakın zamanlı örnek ise Gazze oldu. İsrail’in Gazze’de 7 aydır devam eden ve Uluslararası Adalet Divanında soykırımla yargılanmasına neden olan askeri operasyonları karşısında AB’nin İsrail’e verdiği koşulsuz destek ve izlediği ateşkes karşıtı politikalar büyük bir hayal kırıklığına neden oldu. AB’in bu tavrı, hâlihazırda Avrupa şüphecisi olan sol görüşlü çevrelerde kendisini daima insan hakları ve uluslararası normların savunucusu ve gözeticisi olarak sunan Birliğin, siyasi menfaatler söz konusu olduğunda tüm bu değerleri rafa kaldırabilen ve bazı coğrafyalarda savaşları ve faşist yönetimleri destekleyen statüko yanlısı bir aktör olduğu algısını daha da güçlendirdi.

Buna ek olarak Ukrayna konusunda çok hızlı ve kolektif adımlarlar atan AB’nin, Gazze’de yaşanan ve BM kuruluşlarının “eşi benzeri görülmemiş” olarak nitelendirdiği insani krize ve İsrail’in sivil yaşam alanları ve alt yapıya yönelik ayrım gözetmeyen aralıksız saldırılarına rağmen ortak bir tepki geliştirememiş olması da uluslararası hukukun  seçici olarak uygulandığı mesajını vererek halk nezdinde Avrupalı ve Batılı kurumlara duyulan güveni derinden sarstı.

Başta öğrenci protestoları olmak üzere Avrupa’daki sivil toplumun Filistinlilerle dayanışma göstererek hükûmetlere İsrail’e silah satışını durdurma ve ateşkes talep etme çağrısında bulunması ve iktidarların bu protestoları polis gücüyle bastırma yoluna gitmesi her geçen gün halk ve yönetimler arasındaki uçurumun biraz daha derinleştiğini gösteriyor. BM özel raportörü Francesca Albanese, Avrupa’nın mevcut politikası ile kuşatma altındaki Gazze Şeridi’nde ateşkes çağrısında bulunan Avrupa toplumunun büyük bir kısmı arasında bir “yabancılaşma” yaşandığını belirtiyor.

Avrupa’nın kendi toplumları da dahil dünya kamuoyu nezdindeki itibarını yeniden tesis edebilmesi için çok gecikmiş bir adım da olsa İsrail’in uluslararası hukuk ihlalleri konusunda hesap vermesi için üstüne düşeni yapması, Uluslararası Adalet Divanı ve Uluslararası Ceza Mahkemesi gibi mekanizmaları İsrail’e yönelik karar ve yaptırımlarında desteklemesi gerekiyor. Ancak AB üyesi ülkelerin içinde bulunduğu derin bölünmeler göz önünde bulundurulduğunda bu maalesef yakın gelecekte gerçekleşmesi mümkün bir beklenti gibi görünmüyor.

Meltem Kural

Lisans eğitimini Martin Luther Üniversitesinde Tarih ve İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümlerinde tamamlayan Kural, Londra Üniversitesi SOAS’ta (School of Oriental and African Studies) Yakın Doğu Çalışmaları alanında yüksek lisans eğitimini tamamlamıştır. Kural, Perspektif dergisinin online editörlüğünü yapmaktadır.

Yazarın diğer yazıları
Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Son Yüklenenler