'Charlie Kirk Suikasti'

Tanrı, Devlet, Anayasa ve Silah: Amerika’nın Bitmeyen İç Savaşı

Maktul ABD Başkanı Abraham Lincoln ile simgeleşmiş ve “anayasal inanç” üzerine kurulu Amerikan seküler dini çökerken, Charlie Kirk suikasti şunu gösteriyor: Bunun yerini şiddetle kutsanmış bir Hristiyan milliyetçiliği alıyor.

Fotoğraflar: Sathyam19 - Shutterstock ve Wikimedia Commons. Kolaj: Perspektif.

Son dönemde Amerika’da yaşanan sarsıntıların merkezinde, yankısı ülke sınırlarını çok aşan bir soru var: Anayasa temelli bir demokrasi, yurttaşların kamusal düzene olan inancı “kurban siyasetine” benzeyen bir şiddete dönüştüğünde neye dönüşür?

Charlie Kirk’ün öldürülmesi, Hristiyan milliyetçiliği hareketlerinin yükselişi ve iktidarın “içerideki düşmanlara” karşı devlet şiddetini seferber etme isteği, hem Amerika’da hem de dünyanın başka yerlerinde hukukçulara ve siyaset bilimcilere şu zorlayıcı soruyu yeniden hatırlatıyor: Anayasal idealler ile kin, kimlik ve dışlama siyaseti arasındaki kırılgan sınırlar nerede başlar, nerede biter?

Silahlar, Genç Erkekler ve Bir Fedakârlık Türü Olarak “Kurban Olmak”

ABD’de silahlı şiddet artık öylesine yaygınlaştı ki, bir kamu sağlığı krizine dönüştü. Her seferinde “şoke edici” bulduğumuz o haberleri alıyoruz: ruhsal bunalım içindeki genç erkeklerin toplu katliamları.

Amerika Birleşik Devletleri Anayasası’nın ikinci maddesinin (Second Amendment) bireysel silah sahipliğini koruyacak biçimde yorumlanması durumu iyileştirmedi; ama siyasi irade olsaydı soruna müdahale etmek için yapılabilecek çok şey vardı. Toplum olarak harekete geçemiyor oluşumuzun kendisi, ulusal topluluğumuzun içinde bulunduğu durum hakkında başlı başına çarpıcı bir göstergedir.

Ancak silah şiddetine karşı eylemsizliğimiz, iklim krizine ya da aşı karşıtlığına karşı kayıtsızlığımızdan daha şaşırtıcı değildir. Bunların her biri, Amerika’nın kültür savaşlarının fay hatlarıdır ve bedeli ölçülemez sayıda insan hayatıdır. Bir mesele politikleştiğinde, acıya tahammül kapasitemizin sınırsızlaştığı görülüyor. Kurban kültürünün çarpık “maliyet-fayda” hesabında, acı çekmek bir tür bağlılık kanıtına dönüşür.

Katliam yapan genç erkek, Amerikan siyasal tahayyülünün patolojik bir yansımasıdır. Bu gençler genellikle inançsız, arkadaşsız, sevgisiz insanlardır. Eylemleri hem öldürmeyi hem ölmeyi içerir. Bu, politik şiddetin biçimini taklit eder: kurban ederek ve kurban olarak ölmek. Siyasal hayal gücü, kendini feda etme eylemini başkasını öldürme yetkisinin temeline yerleştirir. Bu genç erkekler, kendi çarpık biçimlerinde, Amerikan siyasetinin ezberini izler.

Kamusal inancı doyurucu biçimde yaşatamayan bir ulus, aileye, sivil topluma ve işe sığınır. Bunlar da çöktüğünde, umutsuzluk “anlam yaratmanın” eski biçimini taklit eder: öldürmek ve ölmek. Silahlı genç adam, o iki yönlü eylemi gerçekleştirdiği anda dünyada bir güç olduğuna inanır. Ölümde bir tür yaşam bulur. Amerika’nın seri katili, ulusun minyatür hâlidir.

Sorun, anayasanın ikinci maddesi yüzünden ya da ülkedeki silah bolluğu nedeniyle değil, bizim kim olduğumuzla ilgilidir. Kurban şiddeti üzerine kurulmuş bir ulusun yeni bir evresindeyiz. Benzer bir “kurban tahayyülü”, Hristiyan milliyetçiliğinin yükselişinde de görülüyor. Kilise siyasallaştığında, “sevgi uğruna fedakârlık” mesajı, öldürmeye meşruiyet kazandıran fedakârlık söylemine dönüşür. Bugün Amerika’daki politik şiddetin en derin tehdidi budur.

Siyasal-Teolojik Proje Olarak Amerika

Amerika Birleşik Devletleri, kendisini Aydınlanma döneminin bir anayasal inşa projesi olarak tahayyül etti. Vatandaş kimliği, farklılıklar arasında birlik vaat eden bir “anayasal inanca” bağlıydı. 20. yüzyılın ortalarına gelindiğinde bu inanç, bir tür dinî öğretiden ziyade, farklı görüşlere rağmen ortak bir kamusal söylemle bir arada yaşamanın gücüne dayanan bir iletişim ilkesine dönüşmüştü. Amerika, kendi varlığını konuşarak kurmuştu; diyalog sürdükçe cumhuriyet de sürecekti. Söze dayalı bu cumhuriyet, halkın yönetimini hukukun üstünlüğüne bağlamıştı.

Ancak bu “anayasal inanç”, Amerikan siyasetinin kurban edici doğasını açıklayamadı; tıpkı Hristiyanlığın sevgi öğretisinin, kilisenin şiddet tarihini açıklayamadığı gibi. Anayasal inancın yanı sıra, başka bir Hristiyan fikir de derinden kök salmıştı: Dünyada anlam, fedakârlık yoluyla gerçekleşir.

Amerikan siyaseti, Eski Dünya’nın dinsel savaşlarının Yeni Dünya’daki devamıydı; bunlar Hristiyan cemaat içi iç savaşlardı. Ülkenin ilk yüz yılı da iç savaşlarla şekillendi. Savaş, nihai inanca bağlılığın sınandığı bir andır; iç savaş bu fırsatı toplumun içinde üretir. Bu nedenle İç Savaş’tan sonraki on yıllarda, Kuzey ve Güney, birbirlerinin ulusa adanmış fedakârlıklarını ortak biçimde kutsayabildiler. Her biri diğerine “daha yüksek bir anlam yoktur” diyordu.

Amerika, Hristiyan hayal gücünün biçiminde ama mezhepler üstü bir projeydi; inancı fedakârlığa bağlayan bir yapı. Bu nedenle devletin anlamı, hiçbir zaman anayasa metnine tam olarak sığmadı. 19. yüzyıl ortasında Lincoln, akıl ile inancın bu birleşiminin simgesi hâline geldi. Kendi kendini yetiştirmiş bir hukukçu olarak anayasaya imanla bağlıydı, ama aynı zamanda “vatandaş-kurban”dı: Ulusun varlığı uğruna öldürmeyi ve ölmeyi buyuran bir lider.

Amerikan siyasetinin başarısı, sıradan insanların bir politik fikir uğruna öldürmeye ve ölmeye razı olmasında yatıyordu. Siyaset, yalnızca “ne söylersin” değil, “ne yaparsın” sorusunu da sordu. Bu nedenle Amerika baştan beri bir siyasal-teolojik projeydi. Bizim kuşağımız, yurttaşlık ritüellerinde iki hatırayı birlikte taşıyor: Bir yanda özgürlük ve adalet erdemlerini simgeleyen bayrak yemini;
Diğer yanda nükleer saldırı tatbikatları – ani, evrensel fedakârlığın provası. Bu şekilde öğrendik ki, anayasal inanç hayat memat meselesiydi; hepimiz “vatandaş askerlerdik”.

Bu ikili bağlılık -anayasaya ve fedakârlığa- “Hristiyan ulus” fikrinin özünü oluşturuyordu: Hristiyan, ama İsa’sız. Lincoln, Amerikan İsa’sıydı; masum kurban, devlete “derin hakikat”te yaşama imkânı tanıyan figür. Ama hiçbir kilise Lincoln’ü sahiplenmedi. Onun inancı anayasaydı; kilisesi ulustu. Vatandaşlar da bu kiliseye imanla katıldı, onun inancını ve kurban ritüellerini benimsedi.

Siyasal Teolojiden Teolojik Siyasete

Savaş sonrası dönemde bir Hristiyan hareket, siyaset yerine hukuku seçti; çünkü hukuku, şiddete karşı barışın aracı olarak gördü.
Bugünün Hristiyan milliyetçileri ise bunun tersini yapıyor: devletin şiddet araçlarını mezhepsel hedefler için kullanmak istiyorlar.

Bu satırları yazarken, Başkan Trump askerî liderlerle yaptığı olağanüstü toplantıda ordunun Amerikan şehirlerinde “tatbikat yapması gerektiğini” söylüyordu. Hristiyan milliyetçi liderler bu şiddeti çoğu zaman açıkça benimsiyor.

Muhafazakâr Hristiyanların siyasallaşması uzun süredir tartışılıyor. Bu, kısmen Amerika’nın seküler “kurban inancı” çökerken ortaya çıkan bir fırsat hikâyesi. Kültür savaşlarıyla bölünen ülkede, bir yanda ailesi, kilisesi, topluluğu kalmayan bireyler vardı ve hayatta kalmaları için servet gerekiyordu. Diğer yanda, bu kaynaklardan yoksun olanlar. Birçoğu, muhafazakâr Hristiyan kiliselerde sığınak buldu. İnanç, kimliğe dönüştü; uygun koşullarda siyasallaşmaya çok elverişliydi.

O koşullar Trump’la birlikte doğdu. İlk Trump yönetimi, inancını yitirmiş bir çağ için tamamen “alışverişe dayalı” bir siyaset vaat ediyordu. “Bitmeyen savaşları sonlandıracağım” derken, aslında “kurban siyaseti”ni bitirdiğini ilan ediyordu. Sağlık ve altyapı onun siyaseti olacaktı. Dindar sağla da aynı alışveriş mantığıyla ilişki kurdu: inançlı biri gibi görünerek değil, kürtaj yasasının (Roe v. Wade) kaldırılacağı ve kiliselerin siyasi kampanyalara katılımını engelleyen vergi maddesinin kaldırılacağı sözünü vererek destek topladı.

Ama bu alım satım siyaseti (transactional politics) ne Trump’a yeniden seçimi kazandırdı ne de inancını kaybetmiş ulusu tatmin etti. Biden’ın da benzer biçimde “pragmatik” politikaları halkı ikna edemedi. Amerikalılar, kendilerine sunulan her şeyden derin bir hoşnutsuzluk duymaya devam etti.

Alım satım siyasetinin çöküşü, Trump’ı tamamen Hristiyan sağa bağımlı kıldı. O da bu hareketin, artık aşkın bir anlam üretemeyen seküler siyasal alanı doldurmasına izin verdi. Bu süreç, Amerika hakkında temel bir gerçeği açığa çıkardı: Dinî inanç ile siyasi inanç arasındaki çizgi neredeyse yoktur. Kültür, siyaset ve din Amerika’da birbirine sonsuz biçimde dolanır.

Ne var ki kilise devlete dönüştüğünde, “kurban” yeniden öldürmek ve ölmek anlamını kazanır. Dinî şehidin sevgiyi temel alan ölümü, politik şehidin nefreti temel alan öldürmesine dönüşür. Trump’ın Erika Kirk’e anlattığı buydu. Kilise evrensel bir kapsayıcılık hayal etse de, siyasette bunun karşılığı iç savaştır. Siyasallaşmış bir kilise, er ya da geç “düşmüş kilise” olarak anılacaktır: gücün cazibesine teslim olmuş bir kilise.

Kirk’ün öldürülmesinden bu yana, yönetimin “düşmanları” teşhis edip onlara karşı devlet şiddetini seferber ettiğine tanık oluyoruz. Yeni Hristiyan vatanseverler, devletin politik görevinin Tanrı’nın görevi olduğuna inanıyor. Sonunda, kiliselerinin işi de devletin işiyle özdeşleşiyor: Öldürmek ve ölmek. Trump’ın adını yeni değiştirdiği “Savaş Bakanlığı”nın artık dış düşmanı yok; savaşacağı tek yer Amerika’nın kendi sokakları. Trump bunu generallerin önünde açıkça dile getirdi: Amerika’nın iç savaşları henüz bitmedi.

NOT: Bu tercüme, Creative Commons Attribution 4.0 International (CC BY 4.0) lisansı ile yapılmıştır. Metnin Verfassungsblog’da yayımlanan İngilizce aslına buradan ulaşabilirsiniz.

Perspektif’le Avrupa gündemini günlük takip etmek ister misiniz? Perspektif bültenine kaydolun, Avrupa'daki gelişmeler e-posta kutunuza gelsin.

 

Paul W. Kahn

Yale Hukuk Fakültesinde Robert W. Winner Hukuk ve Beşeri Bilimler Profesörü olarak öğretim üyeliği yapan Paul W. Kahn, hukuk ve siyasi kültür üzerine bir düzineden fazla kitabın yazarıdır.

Yazarın diğer yazıları
Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Son Yüklenenler