İsrail ve Avrupa Aşırı Sağı Arasındaki Mantık Evliliği
Yalnızlaşan İsrail, Avrupa’daki aşırı sağ hareketleri yeni bir dış politika ekseni olarak konumlandırıyor. Ortak düşman anlatısı üzerine kurulan ama Batı'yla paylaştığı demokratik referansları aşındıran bu pragmatik iş birliği, hem AB içi karar dengelerini hem de İsrail’in uluslararası meşruiyetini yeniden tanımlıyor.

İsrail’in Gazze Şeridi’ne yönelik saldırıları ikinci yılını doldururken ABD Başkanı Donald Trump tarafların ateşkes şartlarında uzlaştığını açıkladı. 11 Ekim itibarıyla bu ateşkes yürürlüğe girdi ve 2 gün sonrasında da önemli bir aşa olan esir takası gerçekleştirildi. Kırılgan ateşkesin kalıcı olup olmayacağı sorusu cevaplanmayı beklerken, son iki yıllık süre zarfında Avrupa kamuoyundaki dengelerin sessiz bir dönüşümden geçtiği görülüyor. Bir yanda İsrail’in savaş politikalarına yönelik eleştiriler, protestolar ve boykot çağrıları çoğalıyor; diğer yanda ise kıtanın aşırı sağ partileri Netanyahu hükûmetinin en sadık savunucularına dönüşüyor. Bu ikili tablo, İsrail’in giderek yalnızlaşan dış politikasında yeni bir çıkış arayışını; Avrupa aşırı sağının ise kendi tarihsel bagajını unutturmak için bulduğu stratejik bir fırsatı temsil ediyor.
Son bir buçuk yılda yaşananlar yalnızca temas trafiğinin artması değil. İsrail’in Avrupa’daki aşırı sağla kurduğu ilişki, 2000’lerde Jörg Haider’in Avusturya hükûmetine girmesi üzerine elçisini geri çeken “mesafe koyma” çizgisinin neredeyse tersine işaret ediyor. Bu kez Netanyahu liderliğindeki koalisyon, Avrupa’daki illiberal, göçmen karşıtı ve İslamofobik siyasetle “ortak tehdit” söylemi etrafında yan yana geliyor.
Netanyahu’nun Yeni Avrupalı Dostları
Gazze’deki ağır yıkım ve on binlerce sivilin hayatını kaybetmesi, İsrail’i uluslararası sahnede benzeri görülmemiş bir tecride sürükledi. Avrupa genelinde neredeyse her gün protestolar düzenleniyor; kültür-sanat ve spor alanlarında dışlama çağrıları kadar, bazı ülkelerin Filistin devletini tanıma kararları da bu kırılmanın göstergesi. İtalya Başbakanı Giorgia Meloni dahi geçtiğimiz aylarda İsrail’in uluslararası insancıl hukuku ihlal ettiğini söyleyerek AB’de tartışılan bazı yaptırımlara destek verebileceğini açıkladı. Bu yalnızlaşma ortamında Kudüs, giderek görünürleşen bir hattan destek devşiriyor: Avrupa aşırı sağı.
İspanya’da Vox, Hollanda’da Geert Wilders’ın Özgürlük Partisi (PVV), Fransa’da Marine Le Pen’in Ulusal Birlik (RN) hareketi ve Eric Zemmour’un Yeniden Fetih Partisi (Reconquête!), son iki yılda İsrail’le açık temas kurdu. Mayıs 2024’te Vox lideri Santiago Abascal Kudüs’te Netanyahu ile görüştü; yine aynı yılın sonunda Netanyahu ile bizzat görüşen Wilders, Hollanda koalisyon mutabakatına büyükelçiliğin Kudüs’e taşınmasının “incelenmesi” maddesini soktu; o dönemde Reconquête’de olan Marion Maréchal-Le Pen ise “Filistin devletini tanımak, İslamcı bir devleti tanımaktır,” sözlerini sarf ederek aşırı sağın İsrail konusundaki ortak çizgisini ilan etti.
Bu temaslar artık bireysel jestlerden ibaret değil: İsrail Diaspora Bakanı Amichai Chikli’nin yürüttüğü hat üzerinden Likud, Avrupa Parlamentosundaki aşırı sağ bloklarla (Patriots for Europe ve European Conservatives and Reformists/ECR) kurumsal ilişkiyi derinleştiriyor.
İdeolojik Ortaklığın Temeli: Dinî Milliyetçilik ve Ortak Düşmanlar
Yakınlaşmanın zemininde İsrail iç siyasetindeki yönelim değişimi var. İsrail, ülkenin kurucu ideoloji olduğu söylenen “liberal siyonizm” dilinden uzaklaşıp dinî-milliyetçi eksene yerleşirken, yerleşimci-sömürgeci politikalar kutsal metinler ve güvenlik söylemiyle meşrulaştırılıyor. İsrailli siyasetçilerin daha da sertleştirdiği söylemleri, Avrupa aşırı sağıyla “ortak düşman” fikri etrafında kolayca eklemleniyor: Müslüman göçmenler, sığınmacılar ve “radikal İslam” tehdidi. 11 Eylül sonrası yerleşen “terörle mücadele” çerçevesi, bugün İsrail’in Gazze’ye süren saldırıları bağlamında “Batı medeniyetinin ön cephesi” anlatısına tercüme ediliyor.
Netanyahu’nun defalarca yinelediği “Filistin Devleti İsrail’in varlığını tehlikeye atar,” tezi, varoluşu demografik tehdit üzerinden tanımlayan bir bakış açısına dayanıyor. Bu yaklaşım, Avrupa’daki “Büyük Yer Değiştirme” teorisini savunan aşırı sağ çevrelerle ortak bir dil kuruyor: Her iki anlatı da toplumsal kimliği, “öteki”nin artışıyla tehdit altında gören bir varlık meselesi olarak kurguluyor.
Aşırı Sağ için “Normalleşme”, İsrail için “Kalkan” İmkânı
Aşırı sağ partiler açısından bu ilişki, geçmişteki antisemitik sicilleri gölgeleyip merkez sağa yaklaşmanın aracı. “İsrail ile dostluk” pozu verme, “Yahudi karşıtı değiliz; [ortak] medeniyetimizi savunuyoruz” mesajı eşliğinde itibar devşirmeye yarıyor. Parlamentolarda ve Brüksel kulislerinde İsrail lehine blok oy davranışı, bu normalleşme stratejisinin somut çıktısı.
İsrail açısından ise hedef daha çok stratejik: Bütün uluslararası tepkilere ve soykırım suçlamasıyla yargılanmasına karşın Gazze’ye yönelik saldırılarını [11 Ekim’e kadar] sürdürmesi nedeniyle zayıflayan diplomatik zemini telafi etmek ve AB içinde eleştiri/tedbir kararlarını yumuşatabilecek ya da kilitleyebilecek “faydalı azınlıklarla” çalışmak. Bu hattın AB uyumu, insan hakları ve azınlıklar bağlamında uzun vadeli riskler barındırdığına dair uyarılar artıyor; zira illiberal aktörlerle kurulan ittifaklar, hem Avrupa’da hem İsrail’de demokratik standartların aşınması pahasına ilerleyebiliyor.
Kudüs’teki Sembolik Zirve ve Diasporadaki Rahatsızlık
Mart 2025’te Kudüs’te düzenlenen “antisemitizmle mücadele” temalı konferans, bu ittifakın vitrini oldu. Fransa’dan Jordan Bardella ve Marion Maréchal, İspanya’dan Vox temsilcileri, Macaristan ve İsveç’ten aşırı sağ liderler, hatta Bosna Hersek’ten Milorad Dodik gibi isimlerin davet edilmesi, ana akım Yahudi kurumlarında ciddi rahatsızlık yarattı. ADL Başkanı Jonathan Greenblatt, Bernard-Henri Lévy, Almanya’nın antisemitizmle mücadele yetkilisi Felix Klein ve Volker Beck gibi isimler katılımlarını iptal etti; İsrail Cumhurbaşkanı Isaac Herzog da açılış davetine ev sahipliği yapmaktan vazgeçti.
İsrail diasporasının bazı temsilcileri, “Holokost’un külleri üzerine kurulan bir devletin, kökleri o karanlığa uzanan hareketlerle yan yana gelemeyeceğini” vurguladı. Buna rağmen hükûmet çevreleri bu çizgiden geri adım atmış görünmüyor; Britanyalı aşırı sağ figürlere uzanan davetler tartışmayı daha da büyütüyor. Geçtiğimiz günlerde İsrail hükûmeti, sokak şiddeti olayları da tanınan İngiliz aşırı sağcı Tommy Robinson’ı ülkeye davet etti. Robinson, geçtiğimiz ay Londra’da 150 bin kişilik bir aşırı sağ gösterisine önderlik etmişti; bu güç gösterisi de İsrail hükûmetinin ilgisini çekmiş görünüyor.
Önemli bir nüans: Bütün bunlar olurken, aşırı sağ çevrelerin İsrail’e duyduğu güvenin koşulsuzlaştığını söylemek zor. Trump destekçisi aşırı sağcı aktivist Charlie Kirk’ün suikasta kurban gitmesinin ardından, kimi çevrelerde İsrail’in bu olayın arkasında olabileceği yönündeki iddialar hızla dolaşıma girdi. İsrail tarafı bu iddiaları açıkça reddederken, İsrailli liderler Kirk için taziye mesajları yayımladı. Bu tür spekülasyonlar, ittifakın altında hâlâ karşılıklı kuşkuların ve kırılganlıkların bulunduğunu gösteriyor; “mantık evliliği”nin duygusal/dürüst bir ortaklığa dönüşmediğini de hatırlatıyor.
Charlie Kirk was murdered for speaking truth and defending freedom. A lion-hearted friend of Israel, he fought the lies and stood tall for Judeo-Christian civilization. I spoke to him only two weeks ago and invited him to Israel. Sadly, that visit will not take place.
We lost an…— Benjamin Netanyahu – בנימין נתניהו (@netanyahu) September 10, 2025
Bu temasların uzun vadeli geleceğini kestirmek zor olsa da, Trump dönemi Amerikası’nın oluşturduğu küresel siyasal atmosferde bu tür ittifakların “geçer akçe” hâline geldiği, ya da hatta eleştirilmesi gerekmeyen bir tutum hâline getirildiği söylenebilir. Nitekim son olarak Venezuela’daki muhaleftin lideri konumundaki siyasetçi María Corina Machado’ya verilen Nobel Barış Ödülü de benzer bir tartışmayı tetikledi. Maduro yönetimine karşı olan mücadelesinde -başta Trump yönetimiyle olmak üzere- yoğun dış temaslarında bulunan Machado’nun İsrail’in Likud Partisine verdiği açık destek ve yıl içinde Avrupa aşırı sağının önde gelen liderleriyle aynı platformda yer alması, özellikle sivil toplum kuruluşları ve insan hakları örgütlerince sert biçimde eleştirildi. Amerikan-İslam İlişkileri Konseyi (CAIR), Nobel Komitesi’nin bu kararını “ahlaki tutarlılıktan uzak” buldu ve -ödülü Trump’a ithaf ettiğini söyleyen- Machado’nun İsrail’in ırkçı ve İslam karşıtı çizgisine destek vermesini “barış ödülünün ruhuyla bağdaşmaz” olarak niteledi.
Yalnız Kalmamak İsteyen Taraflar Bu Birliktelikten Ne Kazanıyor, Ne Kaybediyor?
Ortaya çıkan manzara yalnızca bir siyasi ittifak değil, aynı zamanda tarihsel hafızanın sınandığı bir eşik. Bir zamanlar Yahudileri hedef alan aşırı sağcı ideolojik damar, bugün “antisemitizme karşı mücadele” söylemiyle aynı sahnede yer alıyor; fakat hedef şaşıyor: Müslüman göçmenler, Arap azınlıklar, Filistinliler. İsrail’in Gazze’ye saldırılar, aşırı sağ çevreler için “İslamcı teröre karşı medeniyet savaşı” anlatısının güncel kanıtı gibi kullanılıyor ve bu yapılırken soykırım tanımına ısrarla karşı çıkılıyor. Böylece aşırı sağa antisemitizmi yerini Müslüman karşıtlığıyla ikame etme ve bunu yaparken ana akım siyasetten dışlanmama imkânı tanınırken; düşman değişse de dışlayıcı nefretin yapısı aynı kalıyor. Bu süreç, hem Avrupa toplumsal barışı hem de antisemitizmle mücadelenin ahlaki zemini açısından ciddi bir aşınma riski barındırıyor.
Sonuçta ortaya çıkan ilişki bir tür “mantık evliliği.” Taraflar, birbirlerinin zayıf anlarından besleniyor: İsrail, uluslararası yalnızlığını aşmak için Avrupa sağ popülizminin yükselişinden yararlanmak istiyor; aşırı sağ ise tarihsel yükünden arınmak için İsrail’le fotoğraf veriyor. Ancak bu pragmatik birliktelik, ortak değerlerden çok ortak korkulara dayanıyor.
Kısa vadede bu hat Netanyahu’ya AB içinde manevra alanı sağlayabilir; Wilders, Le Pen ve Abascal gibi aktörlere de uluslararası görünürlük kazandırabilir. “Orta Doğu’nun tek demokrasisi” savıyla yıllarca itibar devşiren bir devlet, bugün bu itibarı koruyabilmek için hukukun üstünlüğü ve evrensel insan haklarını temsil eden Batı değerlerinden uzaklaşıyor. Aşırı sağla kurulan ittifak İsrail’e kısa vadede diplomatik dokunulmazlık ve uluslararası yalnızlığa karşı bir kalkan sunuyor; ancak aynı anda onu, kendi varlığını meşru kılan liberal-demokratik çerçevenin dışına itiyor. Realpolitik açısından rasyonel görünen bu tercih, ahlaki tutarlılığın, hukuki güvenilirliğin ve tarihsel hafızanın pahasına ilerliyor. Mantık evlilikleri kısa vadede işe yarayabilir; ama böylesi bir evlilikte kaybedilen şey yalnızca değerler değil. İsrail’in elinde kalan stratejik sermaye de bir erozyon içinde. Neydi bu sermaye? Bütün hukuk ihlallerine rağmen güç asimetrisiyle inşa ettiği uluslararası meşruiyet, müttefikleri gözündeki güvenlik politikasının inandırıcılığı, Batı içindeki ayrıcalıklı konumu ve ahlaki üstünlük iddiası… Hikâyenin devamını ise sadece bu mantık evliliğinin tarafları değil, iki yıldır yaptırımlarda ve hesap verebilirlikte geciken ve aşırı sağ siyasete daha fazla alan açan uluslararası toplumun iradesi de belirleyecek.