'Birleşmiş Milletler'

Bu Absürt Dünyada Uluslararası Hukuku Savunmak Beyhude Bir Çaba mı?

Savaşlar ve soykırımlar herkesin aklına şu soruyu getiriyor: Dünyanın gidişatını düzen ve kurallar değil, absürtlük belirliyorsa, uluslararası hukukun ne anlamı var? Uluslararası hukuk uzmanları, bu soruyu Albert Camus’tan ilhamla ve Sisifos’u hatırlayarak cevaplandırmaya çalışıyor.

Fotoğraf: Elnur - Shutterstock. Değişiklikler: Perspektif.

Bundan 80 yıl önce 24 Ekim 1945’te, II. Dünya Savaşı’nın sona ermesinden yalnızca birkaç ay sonra, Birleşmiş Milletler Antlaşması yürürlüğe girdi. Dünya harabeye dönmüştü. İnsanlık, savaşın yorgunluğu içinde hem bir rahatlama hem umut hem de kararlılıkla, böylesi bir yıkımın bir daha yaşanmaması için uluslararası hukuku temel alan bir sistem kurmak istiyordu.

O dönem Birleşmiş Milletler Antlaşması, insanlığın ortak vaadini simgeliyordu: Savaşı yükümlülükler, diyalog ve diplomasiyle ikame etme vaadini.

Günümüzde ise bu vaat ile iç karartıcı gerçekler arasındaki uçurum giderek derinleşiyor. Uluslararası hukuk, uluslararası düzenin omurgasını oluşturmak bir yana, çoğu zaman kenara itilmiş, görmezden gelinmiş veya araçsallaştırılmış durumda. Farklı aktörlerin akıl dışı davranışları ve eylemleriyle hukuki yükümlülükleri arasındaki büyük uçurum göz önüne alındığında, mevcut durumu “absürt” olarak nitelendirmek yanlış olmaz. Akla ve sağduyuya tümüyle aykırı bir hâl içindeyiz.

Uluslararası Hukukçular Olarak Soğukkanlı ve Kararlı Bir Direniş Göstermeliyiz

İster akademisyen, ister uygulayıcı, isterse de öğrenci olsun birçok uluslararası hukukçu için bu durum yalnızca entelektüel bir meydan okuma değil. Bu, birçok hukukçunun mesleki kimliklerinin özüne dokunan bir durum. İnandıkları, öğrettikleri, savundukları hukuk her gün ayaklar altına alınıyor. Özellikle genç hukukçular arasında hayal kırıklığı büyüyor. Eğer dünyanın gidişatını düzen ve kurallar değil, absürtlük, yani saçmalık belirliyorsa, uluslararası hukuka emek vermenin anlamı ne olabilir ki?

Bugün pek çok hukukçu bu soruyla boğuşuyor. Umutla umutsuzluk, güvenle çaresizlik, “her zamanki gibi devam” ile yeniden ölçümleme, ütopya ile distopya arasında gidip geliyorlar. Biz ise şu an herkesin yaşadığı bu absürtlük karşısında, yukarıda sayılan duyguların hiçbirine denk düşmeyen başka bir tavır öneriyoruz.

Uluslararası hukukçuların mesleklerinde yeniden anlam bulmalarına yardımcı olabilecek kişi, Fransız filozof Albert Camus’dür. Camus, eserlerinde dünyanın açıkça absürtlüğüne rağmen insanca ve onurlu bir duruşu korumanın yollarını çizer. Bu en açık biçimiyle, ilk kez Ekim 1942’de, yani BM Antlaşması yürürlüğe girmeden üç yıl önce yayımlanan “Sisifos Söyleni” adlı denemesinde görülür.

Camus’un Sisifos’u yeniden yorumlamasına dayanarak, biz hukukçulara şu tutumu öneriyoruz: Mevcut absürtlüğe ne iyimserlikle ne de kötümserlikle karşılık vermek; ne umuda ne umutsuzluğa kapılmak. Bunun yerine, absürtlüğe karşı soğukkanlı ve kararlı bir direniş göstermek.

Camus ile Absürtlüğe Karşı Durmak

Camus, aldatıcı biçimde basit bir gözlemle başlar: Dünya, bizim beklentilerimizi karşılamaz. İnsan, açıklık, düzen ve anlam arar. Ama dünya bu çağrıya yanıt vermez; o sessizdir, akıl dışıdır. İnsanın anlam arayışıyla dünyanın kayıtsızlığı arasındaki bu karşılaşma, Camus’un “absürtlük” dediği şeydir. Camus şöyle yazar: “Absürt, ne insanda […] ne de dünyadadır; ikisinin aynı anda, birlikte var oluşundadır.”

Yani dünya tek başına irrasyonel değildir; insan da yalnızca yanlış yolda değildir. Absürtlük, bizim birlik arayışımız ile parçalı gerçeklik arasındaki uçurumda doğar. Ve bu uçurum kapatılamaz. Camus, bunu “metafizik teselliyle”, tarihin sözde anlamlı bir iniş çıkışa sahip olduğu inancıyla ya da ilerleme yanılsamalarıyla aşmaya çalışanları “felsefi intihar”la suçlar. Bununla birlikte absürtlüğün farkına varmak, zorunlu olarak nihilizme de yol açmaz.

Absürtlüğü fark etmek, pes etmek demek değildir; yanılsamalar olmadan yaşamayı öğrenmektir. Camus, insanı ne sahte umuda ne de teslimiyete yönelmemeye çağırır. Zira umut, asla gerçekleşmeyecek bir geleceğe dair vaatler sunar; teslimiyet ise yenilgiyi kabullenir ve hayatın anlamını çalar. Camus’a göre görev, absürtlüğü fark etmek ve onunla birlikte yaşamaktır. Bunun üç sonucu vardır: Başkaldırı, özgürlük ve tutku.

Başkaldırı, boyun eğmeyi reddetmek, anlamsız olmasına rağmen yaşamaya ve hareket etmeye ısrar etmektir. Camus’a göre “hayata değerini veren şey budur. Bu bir yaşamın tümüne yayıldığında ona büyüklük kazandırır.” Özgürlük, yanılsamalardan kurtulmakla doğar: Geleceğin hiçbir garantisi yoksa, insan artık onun zincirlerinden bağımsız biçimde davranabilir. Tutku, hayatı son bir anlamla izah etmeye çalışmadan, onun olanca şiddetiyle kabul etmek anlamına gelir. Camus, bu tutumu örneklemek için Yunan mitolojisine başvurur.

Sisifos’a Yeniden Bakmak: Absürtlüğün Kahramanı

Tanrılara karşı direndiği için cezalandırılan Sisifos, ağır bir kayayı dağın tepesine kadar yuvarlamaya mahkûmdur. Fakat kaya her seferinde zirveye varmadan yeniden aşağıya yuvarlanır. Sisifos bu umutsuz görevi sonsuza dek sürdürmek zorundadır. Bu mit, geleneksel olarak umutsuzluğun öyküsü olarak okunur. Nitekim bitimsiz ve anlamsız bir emekten daha büyük bir ceza olamaz.

Uluslararası hukukçular, bu öyküyü dinlerken kendi kaderlerini hatırlayabilirler (örneğin Robert Carl Schehr gibi). Uluslararası hukukun ve kurumlarının günümüzdeki itibarsızlığı ve etkisizliği, zorlu mücadelelerle kazanılmış ilerlemelerin nasıl kolayca yok olabileceğini göstermektedir. Hukuku savunmak ve geliştirmek, çoğu zaman nafile, umutsuz bir uğraş gibi görünür.

Hukukçular bu durumda, aynı Sisifos gibi, bir dağın eteğinde, yeniden yukarı itmeleri gereken bir kayanın yanı başında durmaktadırlar. Kusursuz bir uluslararası (hukuk) düzeni düşlerler ve bunun neticesinde daha fazla melankoli ve çaresizlik hissederler.

Oysa Bernstorff’un belirttiği gibi, zafer, kayanın ta kendisidir. Hukukçular da mesleki kimliklerini koruyabilmek için bu rutine devam etmek zorunda hissederler. Camus, Sisifos’un görünürdeki sefaletine rağmen, bu kadere olumlu bir anlam kazandırır. Ona göre Sisifos, absürtlüğün kahramanıdır. Belirleyici olan an da çıkış değil iniştir.

Camus şöyle der: Kayanın yeniden aşağı yuvarlandığı o anda, Sisifos’un “bilinç anı” başlar. Zirveden inip tanrıların mağaralarına doğru süzülürken, kaderine üstün gelir. Artık kayasından güçlüdür. Camus için açık olan şudur: İniş bazen kederli olsa da, Sisifos’un sessiz bir sevinci vardır. “Kaderi kendi elindedir. Kayası onun işidir.” Kurtuluş ummaz, yenilgiye teslim olmaz. Sisifos, absürtlüğe karşı başkaldırır. Bu başkaldırıda özgürlük vardır. Görevi artık onu ezmez, çünkü Sisifos bu görevi kendisine mal etmiştir. Sisifos’u mutlu bir insan olarak bile tasavvur edebiliriz.

Dünya Düzensizliğinde Bir Yol Gösterici

Bu bakış açısı, hukukçuların kendilerine dair anlayışlarını yeniden düşünmeye davet eder (ayrıca bkz. von Bernstorff ve Stahn). Camus’un Sisifos yorumuna göre, hukukçular şunu kabullenmelidir: Uluslararası hukuk, insanlığı hiçbir zaman bütünüyle ve her yerde kötülükten kurtaramadı, kurtaramayacak da. Başarısızlıklar hep olacak.

Ama bu, onu savunmanın ve geliştirmenin anlamsız olduğu anlamına gelmez. Belki de uluslararası hukuk disiplini tam olarak böyle anlaşılmalıdır: Camus’un Sisifos’u gösteriyor ki, onur başarıdan değil, sebatkârlıktan doğar. Elbette, bu neşeli bir uğraş değildir. Camus’un uyardığı gibi, absürtlüğün farkına varmak bedelsiz de değildir. “Bir kez absürdün bilincine varan insan, artık sonsuza kadar ona bağlı kalır” ve “artık bir geleceği yoktur.”

Yine de bu durum “kabul edilebilir”dir, çünkü bu durum dikkatimizi şimdiye ve bugüne çevirmemizi sağlar. Uluslararası hukukçular, tıpkı Sisifos gibi, görevlerindeki absürdü fark etmeli, fakat umutsuzluğa kapılmamalıdır. Bunun yerine, “tüm potansiyeli sonuna kadar kullanmak” için tutkulu olmalıdırlar.

Onların görevi ebedi barışı sağlamak değil; şiddet ve zulmün doğasında bulunduğu bir dünyaya; güç siyaseti, eşitsizlik ve adaletsizliğin her zaman var olacağı bir uluslararası topluma karşı sürekli olarak başkaldırmaktır. Bu başkaldırı, yani uluslararası hukuku tüm gerilemelere rağmen savunma ve geliştirme çabası, kendi başına değerlidir. Hukukun büyük vaatlerinin gerçekleşip gerçekleşmemesi, onların etki alanı dışında olsa da, bu değeri azaltmaz. Eylem, hedeflerden daha önemlidir. Bu tutum, hukukçuların absürdün karşısında bile özgür ve tutkuyla çalışmalarını mümkün kılar.

Birleşmiş Milletler Antlaşması’nın 80. yılında, uluslararası hukukun, hatta antlaşmanın kendisinin dâhi bir kriz içinde olduğu bir vakıa. Vaatlerle gerçeklik arasındaki uçurum büyük ve bu uçurum muhtemelen büyümeye de devam edecek. Ama bu, umutsuzluk ve teslimiyet için bir neden değil. Aksine bu, uluslararası hukuk mesleğini yeniden anlamlandırma çağrısı.

Kaya her zaman yeniden aşağı yuvarlanacak. Ama onu tekrar yukarı itme eylemi, direnişin ve özgürlüğün bir ifadesi olacak. Evet, kaya ağır; ama o bizim kayamız. Ve işte bu yüzden, biz uluslararası hukukçuların da Sisifos gibi mutlu insanlar olduğunu düşünebiliriz.

Bu yazı, Verfassungsblos tarafından yayımlanan “Das Völkerrecht im Angesicht des Absurden” başlıklı makalenin tercümesidir. Orijinal içerik Verfassungsblog tarafından sağlanmıştır ve Creative Commons Attribution 4.0 International (CC BY 4.0) lisansı altında burada yayımlanmaktadır.

Dr. Jasper Mührel

Graduate Institute of International and Development Studies mezunu Dr. Jasper Mührel, Berlin’de uluslararası hukuk alanında çalışan bir hukukçudur.

Yazarın diğer yazıları

Dr. Linus Mührel

Berlin’de yaşayan hukukçu Dr. Linus Mührel, Berlin’de uluslararası hukuk uzmanıdır.

Yazarın diğer yazıları
Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Son Yüklenenler