Göçü Durdurmak İsteyen Avrupa Liberal Düzenin Temellerini Yıkıyor
Aşırı sağın göç karşıtı baskısı altında kalan Avrupa hükûmetleri, kamuoyuna “kontrol” mesajı vermek için sınırları sertleştiriyor. Ancak bu sertleşme, II. Dünya Savaşı sonrası inşa edilen liberal-demokratik düzenin temellerini aşındırıyor.

Avrupa hükûmetleri, aşırı sağ partilerin yükselişiyle karşı karşıya kaldıkça, göç ve iltica arayışına ilişkin çeşitli kısıtlamalar uygulamaya koyuyor: Mülteci kabulünde daha sıkı koşullar, aile birleşimine sınırlamalar ve göçü caydırmaya yönelik yüksek profilli önlemler… Bu kısıtlamalar, hükûmetlerin hem sınırları hem de hizmetlere erişimi kontrol altında tuttuklarını göstermek için “sert” bir duruş sergileme amacı taşıyor. Ancak gerçekte bu önlemler, liberal demokrasilerin temelini oluşturan ve II. Dünya Savaşı sonrasında inşa edilen uluslararası hukuk düzenini, insan haklarını ve insani değerleri zayıflatıyor.
Avrupa Aşırı Sağından Gelen Baskıyla Değişen Göç Politikaları
Siyasetçiler, Almanya’daki Almanya İçin Alternatif Partisi (AfD), Birleşik Krallık’taki Reform UK, Fransa’daki Ulusal Birlik ve Hollanda’daki Özgürlük Partisi (PVV) gibi aşırı sağ partilerin artan başarısını, göç karşıtı tutumlara yönelik görünürdeki halk desteğiyle eş tutuyor.
Bu partilerin, göçün Avrupa devletlerini kültürel, siyasi ve ekonomik açıdan tehdit ettiğine dair söylemleri, ana akım partiler için bütünüyle çürütülmesi zor argümanlar olarak öne çıkıyor. Çünkü bu argümanlar çoğunlukla verilerden ziyade algılara ve “hissiyatlara” dayanıyor. Oysa veriler, on yıllardır göçmenlerin ekonomiye ve toplumlara güçlü katkılar sunduğunu açıkça ortaya koyuyor.
Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ve Macaristan Başbakanı Viktor Orbán gibi, uzun süredir liberal demokrasileri zayıflatmayı hedefleyen liderler, göçü -özellikle de ilticayı- Avrupa’nın “zayıf noktası” olarak görüyor. Bu alanda sorunlar yaratmanın veya teşvik etmenin, nihayetinde II. Dünya Savaşı sonrası düzeni sarsacağı inancıyla hareket ediyorlar. 2022 yılında Belarus-Polonya sınırında yaşanan göçmen hareketleri bunun bir örneğiydi; Rusya’nın kışkırttığı Ukrayna’dan kitlesel göç ise bir diğeri. Trump yönetiminin hem söylem hem de uygulamada göçmen karşıtı politikaları tırmandırmasıyla birlikte, haber manşetleri de güçlü bir biçimde göç karşıtı bir yönelim kazandı.
Verilerin Ortaya Koyduğu Gerçek, Sağ Partilerin Söylemlerinden Çok Farklı
Sağcı söylemlerle çizilen tablo, verilerle büyük ölçüde çelişiyor. Son yıllarda Avrupa Birliği’ne her yıl yaklaşık 3 milyon kişi yasal yollarla geldi: Çalışma vizeleri, uluslararası öğrenciler, aile birleşimi, yeniden yerleştirilen mülteciler ve tamamlayıcı yollarla koruma ihtiyacı olan kişiler aracılığıyla. Buna karşın, 100.000 ila 200.000 arasında düzensiz göçmen –yani koruma ihtiyacı gösteremeyen sığınmacılar ve belgesiz göçmenler- Avrupa’ya ulaştı.
Ancak aşırı sağ partiler ve medyadaki söylem, bu 100 ila 200 bin kişiyi devasa bir “tehdit” olarak büyütüyor. Gelen mülteci sayılarına yönelik bu şişirilmiş algı, bilgiye erişimi sınırlı olan kamuoyunun gözünde kolayca yer ediyor. Böylece 3 milyon yasal göçmen görünmez hâle gelirken, ekonomik veya toplumsal ve kültürel katkıları ne olursa olsun “tüm göçmenlerin kötü” olduğu, ırkçılığa ve dışlayıcılığa varan bir retorik güçleniyor.
Kısıtlamalar İnsan Kaçakçılığını Besliyor
Elbette Akdeniz’de ya da Manş Denizi’nde küçük teknelerle yol alan göçmen görüntüleri, deniz sınırlarının tam anlamıyla kontrol altında olmadığını gösteriyor. Hükûmetler, kamu güvenini yeniden tesis edebilmek için “kontrolü sağladıklarını” göstermek zorunda hissediyor. Ancak 1990’lardan bu yana Avrupa genelinde getirilen birçok kısıtlama -örneğin taşıyıcı şirketlere yönelik yaptırımlar ve yakın zamana dek Avrupa’ya neredeyse hiç mülteci yerleştirilmemesi- hükûmetlerin bugün yok etmeye çalıştıkları insan kaçakçılığı modellerinin oluşmasına doğrudan katkıda bulundu.
Hayatta kalmak ve daha iyi bir gelecek kurmak isteyen insanlar, ölüm kalım koşullarından kaçarken, eğer önlerinde tek seçenek küçük teknelere binmekse, bunu yapacaklardır. Sığınmacıları daha “az cazip” ya da güvensiz ülkelere gönderme çabaları -örneğin Birleşik Krallık’ın yürürlüğe geçemeyen, mültecileri Ruanda’ya gönderme planı veya İtalya’nın Arnavutluk ile yaptığı anlaşma– Avrupa’nın liberal demokrasilerinin insani liderliklerini ve kimliklerini, göç karşıtı popülizme teslim ettiklerini gösteriyor.
Sunulan “Güvenli ve Yasal” Göç Yolları, Yeterli Değil
Hükûmetler, göçmenlerin kaçakçılara para ödemek yerine “güvenli ve yasal yolları” kullanmaları gerektiğini savunuyor. Ancak iş dünyasından bir benzetmeyle söylersek: bu güvenli ve yasal yolların talebi, mevcut arzı açıkça aşıyor. Savaşlar devam ettikçe, yoksulluk ve eşitsizlik hüküm sürdükçe, giderek büyüyen bir dünya nüfusu da tehlikeli ve yoksul koşullarda yaşarken diğer ülkelerde insanların güvende ve refah içinde olduğunu gördükçe, bu talep azalmayacak.
Asıl soru şu: Merkez partiler, tek tek veya kolektif olarak, aşırı sağın “durdurulamaz olanı durdurma” çağrılarını taklit etmeyi bırakıp, mülteciler ve göçmenler için yeterli sayıda güvenli, yasal yol sağlamaya cesaret edebilecekler mi? Mevcut hakları ve insani yaklaşımları yeniden teyit ederken, bunları günümüzün nüfus hareketleri ve çatışmalarıyla uyumlu hâle getirebilecekler mi? Göç ve sığınma arayışını tetikleyen temel koşulları ortadan kaldırmaya çalışmak yerine, bu koşullarla başa çıkabilecekler mi?
Avrupa hükûmetleri, geçmişteki kısıtlamaların istenmeyen sonuçlarını fark edip mevcut hukuk düzeni içinde sistemsel bir değişimi hayata geçirebilecek mi? Yoksa II. Dünya Savaşı sonrası kurulan uluslararası düzenin çöküşünü izlemeyi mi seçecekler?
Liberal Düzenin Temelleri Tehlikede
Göç, “dışarıdan gelenlerin kolayca avantaj elde etmesi” meselesi değil. Araştırmalar, göçmenlerin çoğunlukla yeni ülkelerine ve toplumlarına avantajlar getirdiğini, fayda sağladığını gösteriyor. ABD, Kanada ve Avustralya gibi ülkeler modern göçmen toplumları olarak bilinse de, Avrupa ülkeleri de yüzyıllardır göçle şekillenmiş, zenginleşmiş -bazen de sınanmış- yapılardır.
En önemlisi, çağdaş Avrupa devletleri, karşılıklı anlayış ve iş birliği, serbest dolaşım ve ortak insani-demokratik değerler üzerine kurulu bir dünya düzeni inşa etmiştir. Bu düzenin sonsuza kadar süreceğini varsaymak kolaydır; ancak eğer temelleri sarsılırsa, aşırı sağın göç politikaları üzerinden tüm siyasi yelpazeyi etkilemesiyle, bugüne dek inşa edilen her şey kaybedilebiliriz.
                  
                  
            
                     
                     
                     
                     
               
               




