Evanjelik Kiliseler ve Nazizm: Almanya’da Antisemitizmin Yerli Kökleri
Antisemitizmi göçmen kaynaklı bir tehdit olarak çerçeveleyen güncel tartışmalar, Almanya’nın kendi tarihinde -özellikle de kilise-devlet ilişkisi bağlamında- oluşmuş yapısal antisemitizmi yeterince hesaba katmadığına işaret ediyor.
7 Ekim 2023’te Hamas’ın İsrail’e karşı düzenlediği saldırılar ve ardından İsrail’in Gazze’ye yönelik başlattığı, birçok uzman tarafından etnik temizlik ve soykırım olarak nitelendirilen operasyonlar, dünya kamuoyunda olduğu gibi Almanya’da da sert tartışmalara yol açtı. Almanya’da Hamas terör örgütü olarak tanımlanmakta, siyasiler “İsrail’in kendini savunma hakkı” vurgusunu sık sık yinelemekteydi. İkinci Dünya Savaşı’nda yaşanan Holokost, Alman toplumunda derin bir suçluluk ve sorumluluk duygusu bıraktığı için, Yahudilere veya İsrail devletine yönelik her eleştiriye karşı son derece hassas bir refleks gelişmiş durumda.
Almanya’daki “İthal Antisemitizm” İddiaları
Ancak güncel politik tartışmalarda özellikle aşırı sağ eğilimli Almanya İçin Alternatif (AfD) çevreleri ve bazı büyük medya organları, “ithal antisemitizm” (importierter Antisemitismus) söylemini öne çıkarıyor. Bu söyleme göre, Yahudi düşmanlığı Almanya’nın kendi tarihinden ve toplumundan değil, göçmenlerden ve Müslümanlardan kaynaklanan “dışarıdan gelmiş” bir problem.
Oysa -son DeZIM araştırmasına göre verilerin desteklemediği- bu yaklaşım, antisemitizmin Almanya’daki tarihsel ve toplumsal köklerini görünmez kılıyor. Yahudi düşmanlığını göçmenlere ve Müslümanlara havale etmek, bu ülkenin kendi tarihiyle, yani Holokost’la, yüzyıllara yayılan Yahudi karşıtlığıyla ve kiliselerin bu süreçteki rolüyle yüzleşmekten kaçmanın bir yolu hâline geliyor.
Almanya’daki antisemitizm, bu topraklara dışarıdan gelmiş bir olgu değil. Tam tersine Avrupa’nın kendi tarihinde, kiliselerinde, üniversitelerinde ve siyasi kültüründe kök salmış bir olgu. Günümüzde antisemitizmi ve İsrail karşıtlığını en sert biçimde reddeden Almanya’daki ana akım Protestan (Evanjelik) çevreler, tarihte belli bir kesiminin devletle iş birliği yaparak antisemitizmi desteklemiş olması da bunu kanıtlar mahiyette.
Tarihin Karanlık Sayfası: Kiliseler ve Nazizm
1933’te Adolf Hitler liderliğindeki Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi (NSDAP) iktidara geldiğinde Almanya bir yandan Birinci Dünya Savaşı yenilgisinin, ekonomik krizin ve siyasi kaosun yükünü taşıyordu. Nazi ideolojisinin merkezinde, “ırk” temelli bir toplum inşası ve Yahudilerin “en büyük tehdit” olarak kodlanması vardı. Irkçılık ve antisemitizm, nasyonal sosyalist rejim dönemindeki Almanya’da sadece siyasi programın değil, günlük yaşamın da merkezine yerleşmişti.
Bu ideoloji yalnızca parti ve devlet yapısını değil, dinî kurumları da derinden etkiledi. Özellikle Evanjelik kiliselerin önemli bir kısmı, ya isteyerek ya da sessiz kalarak bu sürece eşlik etti. Araştırmalar, Evanjelik kiliselerin büyük bölümünün rejimin ırkçı ve antisemitik politikalarına açıkça karşı çıkmak yerine, bu tutumları teolojik düzeyde meşrulaştırmaya çalıştığını gösteriyor.
O dönemki gelişmeler esnasında Evanjelik kilisenin tarihsel bir mirası da devreye girmişti. Evanjelik kilisesi, devleti Tanrı’nın dünyadaki düzeninin parçası olarak görme anlayışına sahipti. Luther’in ünlü “iki krallık” doktrini, dünyevi otoriteye itaati imanla ilişkilendiriyor, devlete karşı gelmeyi ise Tanrı’ya karşı gelmekle özdeşleştiriyordu. Bu nedenle, Hitler iktidara geldiğinde pek çok kilise lideri bunu sorgulamak yerine, faşizmin yükselişini “Tanrı Almanya’yı yeniden ayağa kaldırıyor.” duygusuyla karşıladı. 19. yüzyıl boyunca güçlenen milliyetçi dalga da bu zemini beslemişti: “Vatan için fedakârlık”, neredeyse “iman uğruna fedakârlık” gibi kutsallaştırılıyor, Alman halkı “Tanrı’nın özel halkı” gibi sunuluyordu.
“Alman Hristiyanlar” Hareketi ve Hitler’e Biçilen “İlahi Misyon”
Bu atmosferde, Evanjelik kilise içinde Nazi rejimine en uyumlu çizgiyi “Deutsche Christen” (Alman Hristiyanlar, kısaca DC) hareketi temsil etti. DC’nin hedefi, Hıristiyanlığı Nasyonal Sosyalizm ideolojisiyle birleştirmek, kiliseyi “Almanlaştırmak” ve Yahudi kökenli her şeyi hem toplumdan hem dinden dışlamaktı. Onlara göre gerçek Hıristiyanlık, Alman kanıyla ve Nazi dünya görüşüyle uyumlu olmalıydı.
DC çevrelerinde Adolf Hitler, sıradan bir siyasetçinin ötesinde, Tanrı tarafından görevlendirilmiş bir figür gibi sunuluyordu. Bazı temsilciler, Hitler’i Martin Luther’den sonraki “en büyük Alman” olarak tanımlıyor, onun “Tanrı’nın iradesini yerine getirdiğini” öne sürüyordu. Luther’in başlattığı reformu “tamamlayan” lider olarak görülen Hitler’in yürüttüğü savaş bile, Yahudiliğin teşvik ettiği düşünülen liberalizm, kapitalizm, Marksizm gibi modern unsurlara karşı verilen bir “dünya Yahudiliği savaşı” ve Alman halkı için bir savunma mücadelesi şeklinde yorumlanıyordu.
Bu bakış açısıyla, devletin Yahudileri hukuken, ekonomik olarak ve sosyal olarak dışlayan adımları, kilise içinde de karşılık buldu. Vaftiz edilmiş olsalar bile Yahudi kökenli kişiler cemaatten dışlanmaya başladı. Eski Ahit’in otoritesi ve Yahudi peygamberlerin hikâyeleri geri plana itilirken, “Yahudi olmayan bir İsa” tasvirini öne çıkaran metinler yazıldı. Böylece antisemitizm, sadece siyasi bir tercih değil, Tanrı’dan, İsa’dan ve kurtuluştan söz eden dinî bir dilin içine yerleşmeye başladı.
Antisemitizmin Kurumsallaşması: Eisenach Enstitüsü
Bu sürecin kurumsal zirvesi, 6 Mayıs 1939’da kurulan “Eisenach Yahudilikten Arındırma Enstitüsü” (Entjudungsinstitut) oldu. Resmî adı “Alman Kilise Yaşamı Üzerindeki Yahudi Etkisinin Araştırılması ve Ortadan Kaldırılması Enstitüsü” olan bu yapı, Evanjelik teolojiyi Nazi ideolojisiyle uyumlu hâle getirmenin laboratuvarı niteliğindeydi.
Enstitünün teolojik çerçevesini belirleyen isimler arasında Walter Grundmann ve Johannes Leipoldt gibi önemli teologlar yer alıyordu. Onların temel tezi çarpıcıydı: İsa’nın Yahudi olmadığını öne sürüyorlardı. Leipoldt’un savunduğu Celile hipotezine göre, İsa’nın yaşadığı Celile bölgesinin halkı başlangıçta “ırk” olarak Yahudi değildi; zamanla zorla Yahudileştirilmişti. Böylece İsa, köken itibarıyla Yahudi olmayan, “Alman ırkına daha yakın” bir figür olarak sunulabiliyordu.
Enstitü, bu tezi desteklemek için İncil çevirilerinden ilahi kitaplara uzanan geniş bir yayın faaliyetine girişti. Yeni ilmihal (kateşizm) metinleri, “Yahudilikten arındırılmış” ilahiler ve “Alman İncil’i” diyebileceğimiz metinler üretildi. Eski Ahit’in önemi azaltıldı, İsa ve ilk Hıristiyan topluluk Yahudilikten kopuk, neredeyse ırksal olarak farklı bir kökene taşındı. Din dili, Nazi ırkçılığına uyacak şekilde baştan kuruluyordu.
Bu çalışmalar, Nazi ideolojisini teolojik anlamda meşrulaştırdı ve Evanjelik çevrelerin rejimin Yahudileri dışlama ve yok etme politikalarına nasıl bir kalkan sağladığını açıkça gösterdi. Antisemitizm artık sadece sokaklardaki sloganlarda değil, kilise vaazlarında, ilahilerde ve çocuklara verilen din derslerinde de yer buluyordu.
Kilisedeki Muhalif Sesler ve Kurumsal Sessizlik
Bu karanlık tablo, elbette bütün Evanjelik kiliseleri kapsayan tek renkli bir manzara değildi. Nazi rejimine karşı çıkan, kilisenin bağımsızlığını savunmaya çalışan azınlık bir grup da vardı. “Bekennende Kirche” (İtirafçı Kilise, BK) adıyla bilinen bu hareket, Karl Barth gibi teologların öncülüğünde ortaya çıktı. BK’nin öncelikli hedefi, kiliseyi devletin bir şubesine dönüştürme girişimine karşı çıkarak Hıristiyan inancının temel ilkelerini korumaktı.
1934’te yayımlanan Barmen Deklarasyonu, bu açıdan dönemin en önemli metinlerinden biridir. Deklarasyon, kilisenin ruhani liderinin Hitler değil, yalnızca İsa Mesih olduğunu vurguluyor, devletin kilisenin kaderini belirleyemeyeceğini ve kilisenin siyasi ideolojinin bir aracı hâline getirilemeyeceğini ilan ediyordu. Ancak bu metnin önemli bir eksikliği vardı: Nazi antisemitizmine, Yahudilere yönelik zulme ve ırkçı yasalara doğrudan, açık ve kapsamlı bir itiraz içermiyordu. BK’nin temel kaygısı, daha çok kilisenin seküler ve politik baskılara boyun eğmeden kendi manevi sorumluluğunu yerine getirmesiydi.
Genel tabloya bakıldığında ise BK’nin muhalefeti hem sayıca azlığı hem de kendi iç tartışmaları nedeniyle Nazilerin baskısı karşısında yeterince etkili olamadı. DC kontrolündeki kiliselerde antisemitik tedbirler uygulanırken, geniş Evanjelik kurum yapısından güçlü bir itiraz yükselmedi.
Bu kurumsal sessizliğin en çarpıcı örneklerinden biri, 9-10 Kasım 1938’de gerçekleşen Kristal Gece (Kristallnacht) pogromudur. Yahudilere ait sinagogların, evlerin ve iş yerlerinin saldırıya uğradığı bu olay karşısında, Evanjelik Kilise büyük ölçüde suskun kaldı. Hatta bazı papazlar, bu şiddeti Kutsal Kitap’tan alıntılarla “Mesih’in kanının sorumluluğunun bedeli” olarak yorumlayıp Tanrı’nın iradesinin bir tezahürü gibi sundu. Muhalif sesler vardı, fakat hem kurumsal düzeyde hem de toplum nezdinde yeterince güçlü ve yaygın bir karşı duruş ortaya çıkmadı.
Günümüzün Aynası: İthal Antisemitizm ve Etnik Temizlik
Nazi dönemi, dinî kurumların ve teolojinin ideolojik projeler uğruna ne kadar çarpıtılabileceğini gösteren acı bir tecrübe. Bugün Almanya’da “ithal antisemitizm” kavramının öne çıkarılması, ülkenin kendi tarihsel Yahudi düşmanlığı kökleriyle yüzleşmek yerine sorunu dışarıya, göçmenlere ve özellikle Müslümanlara havale etme eğilimini yansıtıyor.
Nazi döneminde Evanjelik çevrelerin, Hıristiyanlığı Yahudi etkilerinden sistematik biçimde arındırma çabaları ile günümüzde İsrail devletinin, ortak kutsal mekân ve topraklardan Filistinlileri ve Müslümanları hem söylemsel hem de fiilî yollarla dışlamaya yönelik politikaları arasında dikkat çekici paralellikler bulunuyor. Dün Almanya’da “Alman Hıristiyanlığı” idealini gerçekleştirmek için Yahudilik toplumsal hayattan dışlanırken, İsa’nın Yahudi kimliği reddedilirken ve Kutsal Kitap revize edilirken, bugün başka coğrafyalarda din, belli bir etnik kimliği kutsal topraklardan çıkarmayı meşrulaştıran bir retoriğin parçası hâline gelebiliyor.
Tarih, dinî kurumların otoriter yönetimlerle işbirliği yaptığında ne kadar tehlikeli sonuçlar doğurabileceğini gösteren sert bir uyarı. Din, zulme mesafe koymak yerine gücün dilini kutsayan bir araç hâline geldiğinde, geçmişteki sorumluluğu unutturmak ve suçu “dışarıdakilere” yüklemek de kolaylaşıyor.
Oysa tarihe yakından bakmazsak, geçmişte yapılan hataların gölgesinde yaşamaya devam ederiz. Almanya’daki antisemitizmin kurumsal ve teolojik kökleri, bu nefretin dışarıdan ithal edilmiş bir olgu değil, bizzat toplumun ve dinî çevrelerin içinde beslenmiş bir ideoloji olduğunu gösteriyor. Bugün “ithal antisemitizm” tartışmalarını ve Orta Doğu’daki krizi değerlendirirken, bu tarihsel sorumluluk bilincini kaybetmemek hayati önem taşıyor.
Adaleti, herhangi bir ırkın ya da inancın otomatik olarak haklı ya da haksız ilan edildiği bir zeminde değil, herkes için geçerli ilkelere dayalı olarak savunmak gerekiyor. Aksi hâlde, geçmişin karanlık sayfaları sadece tarih kitaplarında kalmaz; başka coğrafyalarda, başka isimler ve başka kurbanlarla yeniden açılır.