ABD’nin Yeni Avrupa Stratejisi: “Avrupa, Çöken Bir Medeniyet”
ABD’nin yeni Ulusal Güvenlik Stratejisi, Avrupa’yı ilk kez açıkça “çöken bir uygarlık” olarak nitelendiriyor. Washington, göçten demografiye, iç siyasete kadar Avrupa’nın temel yapısına müdahale eden yeni bir doktrin benimsiyor. Bu yaklaşım, 1945 sonrası Transatlantik Düzenin geleceğini ciddi biçimde tartışmaya açıyor.
ABD’nin geçtiğimiz 5 Aralık Cuma günü yayınladığı yeni Ulusal Güvenlik Stratejisi, transatlantik ilişkilerde II. Dünya Savaşı sonrası dönemin en sert kırılmalarından birine işaret ediyor. Donald Trump yönetiminin hazırladığı 33 sayfalık belge; Avrupa’yı ekonomik, siyasal ve kültürel olarak “çöküşe sürüklenen”, giderek “tanınmaz hale gelen” bir kıta olarak resmediyor. Belgede yer alan ifadeler, Trump’ın Politico röportajında ve Amerikan yetkililerinin açıklamalarında kullanılan sert söylemle birleştiğinde, Avrupa’nın artık Washington’un gözünde bir güvenlik ortağı değil, bir “sorun alanı” olarak görüldüğünü ortaya koyuyor.
Bu yeni yaklaşım, klasik Transatlantik İttifakın üzerine kurulduğu 1945 sonrası düzeni sorgulamakla kalmıyor; Avrupa’nın iç siyasi dengelerine doğrudan müdahale eden, daha karanlık bir “medeniyetçi” söylemi de dayanak noktası hâline getiriyor.
Aşağıdaki dört boyut, hem söz konusu strateji belgesinin hem de son dönemdeki Trump söyleminin birlikte okunmasıyla şekillenen yeni dönemin ana hatlarını gösteriyor.
Trump’ın Avrupa Anlatısı: Çöküş, Kimlik Kaybı, Demografik Tehdit
Ulusal güvenlik belgesinin Avrupa’ya ayrılan bölümünde kullanılan dil, önceki Amerikan strateji dokümanlarından belirgin biçimde ayrışıyor. Bu belgede Avrupa’nın ekonomik gerilemesi yalnızca bir semptom olarak sunuluyor. Asıl tehlike ise “civilizational erasure” yani “medeniyetin silinmesi” olarak tanımlanıyor. Belgede doğurganlık oranlarındaki düşüş, ulusal kimliklerin zayıflaması, siyasi muhalefetin bastırılması, ifade özgürlüğüne getirilen kısıtlamalar ve “boğucu düzenlemeler” Avrupa’yı çöküşe götüren temel nedenler arasında sıralanıyor.
En dikkat çekici nokta ise göçün bu çöküşün merkezine yerleştirilmesi. Belgede “bazı NATO üyelerinin birkaç on yıl içinde çoğunlukla Avrupa kökenli olmayan nüfusa sahip olabileceği” iddia ediliyor. Bu ise Trump’ın Politico röportajında dile getirdiği, Avrupa’nın tanınmaz hale geleceği yönündeki sözlerle tamamen örtüşüyor. Bu yaklaşım, göçü ve kültürel çeşitliliği ulusal güvenlik açısından varoluşsal bir tehdit olarak gören ırksallaştırılmış bir dünya görüşünün yansıması niteliğinde.
Belge, Avrupa’nın yalnızca ekonomik olarak zayıfladığını değil, “özgüvenini kaybetmiş bir uygarlık” haline geldiğini de ileri sürüyor. Bu değerlendirme, önceki Amerikan strateji geleneğindeki “Transatlantik Ortaklık”, “ortak demokrasi değerleri” ya da “Avrupa’nın küresel istikrar için temel önem taşıdığı” yönündeki klasik çerçevelerden radikal biçimde uzak. Yeni yaklaşımda Avrupa, artık korunmaya değer bir ortak değil; kendi hataları nedeniyle çöküşe sürüklenen ve yönü ABD tarafından yeniden çizilmesi gereken bir coğrafya olarak kodlanıyor.
Ukrayna ve Rusya: ABD’nin Yeni Öncelikleri
Belgenin Avrupa’ya ilişkin ikinci kritik boyutunu Ukrayna savaşına dair hedeflerin yeniden tanımlanması oluşturuyor. Stratejiye göre ABD’nin “ana çıkarı, Ukrayna’da müzakere edilmiş hızlı bir ateşkesin sağlanması.” Bu vurgu, savaşın kaderini belirleyen temel aktörün Avrupa değil, Washington olduğunu; ancak Washington’un hedefinin de savaşın kazanılması değil, en kısa sürede “kontrol altına alınması” olduğunu gösteriyor.
Bu çerçevede Rusya tehdidi önceki Amerikan belgelerine kıyasla belirgin biçimde minimize ediliyor. Trump yönetimi, Avrupa’nın Rusya’yı “varoluşsal tehdit” olarak görmesini bir özgüven kaybı olarak tanımlıyor. Oysa belgeye göre Avrupa, nükleer kapasite dışında Rusya karşısında “çok üstün” bir sert güce sahip. Dolayısıyla Washington’a göre Ukrayna savaşı, Avrupa’nın büyüttüğü kadar tarihsel bir kırılma değil; Avrupa ekonomisi ve siyasi istikrarı için bir yük haline gelmiş bir çatışma.
Bu yaklaşım, Trump’ın açıklamalarıyla da uyumlu: Ona göre Avrupa, hem kendi savunmasını üstlenmekte yetersiz, hem de Rusya karşısında gereksiz bir panik içinde. Trump’ın “Amerika’nın çıkarı savaşın uzamasında değil” yönündeki vurgusu, ABD’nin yalnızca Ukrayna politikasından değil, uzun süredir kurulu olan “kolektif güvenlik” normlarından da uzaklaştığını gösteriyor.
Belge ayrıca, “NATO’nun sürekli genişleyen bir ittifak olarak görülmesi algısının bitirilmesi gerektiğini” belirtiyor. Bu ifade, Ukrayna’nın üyeliğine fiili bir kırmızı ışık ve Rusya’nın etki alanının zımni olarak tanınması anlamına geliyor. Dolayısıyla ABD, Soğuk Savaş sonrası Avrupa güvenlik mimarisini şekillendiren temel prensiplerden geri çekiliyor.
MAGA’nın Avrupa Siyasetine Müdahalesi: Aşırı Sağa Açık Destek
Ulusal Güvenlik Stratejisi belgesi, Washington’un artık Avrupa’daki iç siyasal gelişmeleri şekillendirmeye dönük açık bir niyet taşıdığını da gösteriyor. Belge, Avrupa’daki “patriotic parties” yani “vatansever partilerin” yükselişini stratejik bir fırsat olarak değerlendirerek bu hareketlerin “Avrupa’nın mevcut rotasına direnç geliştirdiği” savunuluyor.
Bu tutum ABD’nin Avrupa’nın iç siyasetinde uzun süredir benimsediği tarafsızlık ilkesinin terk edilmesi anlamına geliyor. Aşırı sağ hareketler, özellikle de göç karşıtı partiler artık Washington tarafından Avrupa’nın “kurtuluşu” için gerekli aktörler olarak çerçeveleniyor.
Bu dönüşüm, yalnızca ideolojik değil, aynı zamanda stratejik bir hesaplamayı da içeriyor: MAGA akımının dünyayı, beyaz nüfusun küresel ölçekte azaldığı bir dönem olarak algıladığı; bu nedenle Avrupa’nın demografik dönüşümünü güvenlik riski olarak gördüğü açıkça belirtiliyor. Bu bakış açısı, ABD’nin kendi içinde beyaz olmayanların deneyimini silmeye yönelik politikaların bir yansıması olarak değerlendiriliyor. Aynı bakış artık Avrupa için de uygulanıyor.
Belge, Avrupa’nın mevcut siyasi liderliklerini “demokratik süreçleri baltalamakla” suçlarken; aşırı sağ aktörleri Avrupa’nın “özgün kimliğini” yeniden canlandırabilecek güçler olarak tanımlıyor. Böylece Washington ilk kez açık şekilde Avrupa iç siyasetinde bir kampın yanında pozisyon alıyor.
1945 Sonrası Düzen Çöküyor mu?
Bu yeni doktrin, Avrupa başkentlerinde uzun vadeli bir endişeyi tetikliyor: 1945 sonrası inşa edilen ve NATO, AB-ABD ortaklığı, kolektif savunma, serbest ticaret ve liberal demokratik normlara dayanan Transatlantik Düzenin çöküş ihtimali.
Almanya, Belçika ve Baltık ülkelerinde yapılan açıklamalarda ABD’nin artık “öngörülebilir bir güvenlik ortağı olmadığı” vurgulanırken; AB Dış Politika Yüksek Temsilcisi Kaja Kallas, Doha’da yaptığı konuşmada ABD’yi hâlâ “Avrupa’nın en büyük müttefiki” olarak gördüklerini söylese de, eleştirilerin bir kısmının “temelsiz olmadığını” kabul etti.
Ancak asıl kırılma, ABD strateji belgesinin Avrupa’yı artık kolektif savunmanın merkez unsuru olarak değil, kendi içinde bölünmüş, yeniden şekillendirilmesi gereken bir bölge olarak tanımlamasıyla yaşanıyor. NATO’nun genişlemesinin sorgulanması, ABD’nin Avrupa’dan çekilme olasılığı, Ukrayna’nın kaderinin müzakere temelinde Rusya ile doğrudan ele alınması ve Avrupa’nın demografik geleceğine yönelik ırk temelli söylemler, II. Dünya Savaşı sonrası kurulu düzenin normatif temelini zayıflatıyor.
Trump doktrini, uluslararası ilişkilere normatif çerçeveden değil, tamamen işlemsel bir perspektiften yaklaşıyor: Güvenlik ortaklıkları artık değerler üzerinden değil, “Kim daha faydalı?” sorusu üzerinden tanımlanıyor. Bu da Avrupa’nın savunma mimarisinin tarihsel dayanaklarını kırıyor.
Avrupa ülkeleri için asıl tehlike, ABD’nin bu yaklaşımının yalnızca geçici bir politik çizgi olmaktan çıkıp, ulusal güvenlik stratejisinin resmi omurgası haline gelmiş olması. Bu durum, Atlantik İttifakını 80 yıldır ayakta tutan güvenin aşınmasına yol açıyor. Eğer ABD, Avrupa’yı “korunması gereken ortak” yerine “düzeltilmesi gereken sorun” olarak görmeye devam ederse, kıta ilk kez Soğuk Savaş sonrası dönemde güvenlik mimarisini ABD dışında yeniden düşünmek zorunda kalacak.
Yeni Amerikan Ulusal Güvenlik Stratejisi, Avrupa için yalnızca bir dış politika metni değil; bir dönemin kapanış ilanı niteliğinde. Avrupa’yı çöküş yaşayan bir uygarlık olarak tasvir eden, göçü varoluşsal tehdit olarak kodlayan, Rusya ile ilişkileri yeniden tanımlayan ve Avrupa iç siyasetinde aşırı sağa açık destek veren bu doktrin, transatlantik düzenin temel taşlarını sorgulatıyor. 1945 sonrası ortak güvenlik anlayışı, belki de ilk kez bu kadar ciddi şekilde çatırdıyor ve bundan sonra hem Avrupa’nın hem de ABD’nin izleyeceği rota, yeni küresel sistemin şeklini belirleyecek.