Dosya: "Doğum"

Doğurma Hakkının Reddi: Zorla Kısırlaştırma Politikaları ve Bedenin Denetimi

Devletlerin kadın bedenine müdahalesi yeni değil; Nazi Almanyasından Peru’ya, Hindistan’dan Çin’in Doğu Türkistan politikalarına kadar zorla kısırlaştırma, hep aynı soruyu yeniden gündeme getirdi: Kimin doğurmasına izin var? Irkçılık, sınıf ayrımcılığı ve ataerkiyle şekillenen bu politikalar, kadınların bedenini bir savaş alanına dönüştürüyor.

Fotoğraf: Naeblys/shutterstock.com | Değişiklikler: Perspektif

Simona Milenkova’nın bir daha çocuk sahibi olamayacağını öğrendiği an, zihnine kazınmış durumda. Milenkova henüz 25 yaşındayken, üçüncü kızını sezaryenle dünyaya getirmişti. Ameliyatın ardından doktor ona operasyonun “başarılı geçtiğini” ve tüplerinin bağlandığını söyledi. Milenkova bunun ne anlama geldiğini başta kavrayamadı; ta ki annesi ona artık hiçbir zaman çocuk sahibi olamayacağını açıklayana kadar. O an, genç kadının dünyası yerle bir oldu. Kısırlaştırma yalnızca bedenini değil, evliliğini de yıktı.

Milenkova, Çekya’da yaşayan bir Roman kadındı ve hukuka aykırı, zorlayıcı bir kısırlaştırma politikasının kurbanlarından biriydi. Eski Çekoslovakya’da, Komünist dönemde Roman nüfusunu azaltmak amacıyla uygulanan gayriresmî politikalar sonucunda binlerce kadın rızaları olmadan kısırlaştırıldı. Avrupa’nın farklı bölgelerinde de Roman kadınlara yönelik benzer uygulamalar belgelenmiş; kadınların doğurganlığı onların rızası dışında, devletin sağlık ve nüfus politikalarının bir parçası olarak denetlenmişti.

Kadın bedeni tarih boyunca iktidar ilişkilerinin merkezinde yer aldığı gibi doğurganlık, devletlerin nüfus mühendisliğinden ulusal güvenlik kaygılarına, ekonomik planlamadan etnik saflık projelerine dek uzanan birçok stratejinin parçası hâline getirildi. Zorla kısırlaştırma, bu stratejilerin en sert ve en görünür tezahürlerinden biri olarak karşımıza çıkıyor.

Kimin Doğuracağına Kim Karar Veriyor?

Zorla kısırlaştırma politikalarının kökeni 20. yüzyılın başına, öjeni hareketlerinin yükseldiği döneme dayanıyor. Bu dönemde, sözde “kalıtımsal hastalıkların” ve “toplum için zararlı bireylerin” üremesinin engellenmesi gerekçesiyle pek çok Batı ülkesi zorla kısırlaştırmayı hukuki bir uygulama hâline getirdi.

Örneğin ABD, 1907 yılında Indiana eyaletinde dünyanın ilk zorla kısırlaştırma yasasını kabul etti. Bunu onlarca eyalette yüzbinlerce uygulama izledi. Siyah kadınlar, yoksullar, zihinsel ya da fiziksel engelliler hedef alındı. “Mississippi Appendectomy” terimi, siyah kadınlara bilgileri olmadan yapılan rahim alma operasyonlarını tanımlamak için kullanıldı.

Nazi Almanyası ise bu pratiğin en sistematik ve ideolojik versiyonunu uyguladı. 1933 yılında Adolf Hitler iktidara geldikten kısa bir süre sonra çıkarılan “Kalıtsal Hastalıklı Soyun Önlenmesine Dair Kanun” (Alm. “Gesetz zur Verhütung erbkranken Nachwuchses”), Nazi rejiminin nüfus politikalarının merkezinde yer aldı. Bu yasayla birlikte zihinsel engelli bireyler, epilepsi ve şizofreni tanısı konanlar, işitme ya da görme engelliler, hatta sözde “ahlaki yozlaşma ve zayıflık” ile suçlananlar doğrudan hedef hâline getirildi. Yasa, bu kişilerin zorla kısırlaştırılmasını öngörüyor, üreme haklarını ellerinden alıyordu.

İlk iki yılda yaklaşık 80 bin, 1945’e gelindiğinde ise toplam 400 binden fazla insan bu program kapsamında kısırlaştırıldı. İşlemler genellikle hastanelerde yapılıyor, çoğu kez bireylerin rızası alınmıyor, mahkeme kararları ise formaliteden ibaret kalıyordu. Birçok kişi doğurganlığını kaybettiğini yıllar sonra fark etti. Nazi rejimi bu uygulamaları “bilimsel öjeni” olarak tanımladı ve “toplumu kalıtsal yüklerden arındırma” gerekçesiyle meşrulaştırmaya çalıştı.

Ancak bu politikalar yalnızca tıbbi değil, aynı zamanda ideolojik bir projeydi: “Aryan ırkının saflığı”nı korumak. Yahudiler, Romanlar, Slav halkları ve diğer “ırksal olarak aşağı” görülen gruplar yalnızca zorla kısırlaştırılmakla kalmadı; toplama kamplarında sistematik cinsel şiddete maruz bırakıldı. Kadın bedeni, bir yandan “tehlikeli soyların taşıyıcısı” olarak damgalanıyor, diğer yandan Nazi ideolojisinin demografik hedeflerinin aracı hâline getiriliyordu.

Zorla kısırlaştırma, Nazi Almanyasında biyopolitikanın en uç biçimlerinden biri oldu. Devlet kimlerin doğurabileceğine, kimlerin çoğalmaması gerektiğine karar verdi. Bu yalnızca bireylerin bedensel haklarını değil, tüm toplulukların geleceğini hedef aldı. Bugün hâlâ Almanya’da bu programlardan sağ kurtulan az sayıda insan, sessiz bir travmanın izlerini taşımaya devam ediyor.

Güncel Biçimleriyle Sessiz Politikalar

Tarihsel olarak farklı ülkelerde izlerini gördüğümüz zorla kısırlaştırma politikaları, yalnızca Nazi Almanyasına özgü değildi. Zorla kısırlaştırma, 21. yüzyılda çoğu zaman “gönüllülük” maskesiyle, daha sessiz ama etkili biçimlerde uygulanıyor. 1990’larda Peru’da Alberto Fujimori iktidarı döneminde, yoksul ve yerli kadınlar devlet eliyle yürütülen bir kampanyada kısırlaştırıldı. Resmî söylemde bu uygulama, “yoksulluğu azaltma” ve “kadınların güçlendirilmesi” adı altında sunuluyordu. Ancak gerçeklik çok farklıydı: Yüz binlerce Quechua ve Aymara yerli kadını çoğu kez bilgilendirilmeden veya baskı altında rızaya zorlanarak kısırlaştırıldı.

Kadınlara çoğu zaman bilgilendirilmiş onam hakkı tanınmıyordu; bazıları gıda ya da sağlık hizmeti gibi en temel ihtiyaçlara erişim karşılığında bu operasyonlara zorlanıyordu. Sağlık personeline ise sterilizasyon başına genellikle 4 ila 10 dolar arasında değişen para ödülleri veriliyor, kariyerlerinde yükselme hedefleri bu operasyonların sayısıyla bağlantılı hâle getiriliyordu. Hedefleri tutturamayanların mesleki geleceği risk altına girerken, devletin baskısı “kısırlaştırma kotası” şeklinde işliyordu. 1996 ile 2000 yılları arasında tahminen 300 binden fazla kadın bu şekilde kısırlaştırıldı. Bugün hâlâ Peru’da mağdurlar devletin resmi özrünü ve adaletin yerini bulmasını talep ediyor.

Benzer bir süreç Hindistan’da da yaşanmıştı. 1970’lerde “nüfus planlaması” adına kurulan sterilizasyon kamplarında, özellikle yoksul kadınlar baskıyla kısırlaştırıldı. 2014 yılında Chhattisgarh eyaletinde en az 13 kadının sterilizasyon ameliyatı sonrası hayatını kaybetmesi, bu karanlık politikanın günümüzde de izlerini sürdürdüğünü gösterdi. Ancak zorla kısırlaştırma uygulamalarının en çarpıcı ve güncel örneği bugün Doğu Türkistan’da yaşanıyor.

Doğu Türkistan’da Kısırlaştırma ve Nüfus Mühendisliği

2017’den itibaren Çin hükûmetinin Doğu Türkistan’daki Uygur ve diğer Müslüman topluluklara yönelik politikaları dünya kamuoyunun gündemine girdi. “Aşırılıkla mücadele” gerekçesiyle kurulan toplama kamplarının yanı sıra, kadınlara yönelik doğrudan beden politikaları uygulandığına dair belgeler ortaya çıktı. Adrian Zenz’in araştırmaları ve uluslararası medya kuruluşlarının yayımladığı raporlar, bölgede kitlesel kısırlaştırmalar, zorla spiral takma, doğum kontrol iğneleri ve rızasız kürtajların sistematik biçimde yürütüldüğünü gösterdi.

2015-2018 yılları arasında Uygur nüfusunun yoğun olduğu Hotan ve Kaşgar bölgelerinde doğum oranlarının yüzde 60’tan fazla bir oranda düştüğü tespit edildi. Bu düşüş, aynı dönemde Han Çinlisi nüfusun yaşadığı bölgelerde gözlemlenmiyordu. Bu tablo, doğrudan etnik kimliği hedef alan bir nüfus mühendisliği politikası olarak okunuyor.

Çin yönetimi bu uygulamaları reddediyor ya da “gönüllü aile planlaması” olarak nitelendiriyor. Ancak sahadan gelen tanıklıklar ve devlet belgeleri, kadınların doğurganlıklarının iradeleri dışında kontrol altına alındığını doğruluyor. Zorla kısırlaştırma, Uygur kimliğinin biyolojik devamlılığını hedef alan daha geniş bir asimilasyon ve baskı stratejisinin parçası.

Doğu Türkistan’daki bu politikalar, zorla kısırlaştırmanın yalnızca geçmişte kalan bir şiddet biçimi olmadığını; bugün de uluslararası siyasetin göbeğinde, devletlerin ideolojik ve güvenlikçi hedefleri uğruna kadın bedeninin araçsallaştırıldığını hatırlatıyor.

Zorla Kısırlaştırmanın Ardındaki Yapı ve Niyetler

Doğum, yalnızca biyolojik bir olay değil; politik, toplumsal ve ideolojik bir alan. Kadınların bedenleri üzerinde kimin söz hakkı olduğu, yalnızca bireysel özgürlükleri değil, bir toplumun insan hakları düzeyini de belirliyor. Nazi Almanyası’dan Peru ve Hindistan’a, Çin’in Doğu Türkistan’daki politikalarına kadar uzanan çizgi, aynı soruyu önümüze koyuyor: Devletler hangi grupların çoğalmasını ister, hangilerinin varlığını azaltmaya çalışır? Bu soru, zorla kısırlaştırma uygulamalarının kalbinde yer alıyor.

Bugün dünya genelinde insan hakları belgeleri, bedensel özerklik ve üreme haklarını temel haklar arasında sayıyor. Ancak bu belgeler tek başına yeterli değil. Devletlerin nüfus politikaları hâlâ ırkçı, sınıfsal ve cinsiyet temelli ideolojilerle şekillenebiliyor.

Zorla kısırlaştırma mağdurlarının tanıklıkları bize şunu hatırlatıyor: Kadın bedeni üzerinde kurulan her türlü denetim, sadece kadınların değil, tüm toplumların özgürlüğünü kısıtlıyor. Doğumun politikliği, işte tam da bu noktada açığa çıkıyor: Kimin doğurabileceği, kimin çoğalabileceği sorusu, bireysel bir tercih değil; iktidarın kalbine dokunan bir mesele.

Zorla kısırlaştırma uygulamaları, sadece tıbbi ya da bireysel de değil; derin ideolojik yapıların sonucu. Kadın bedeninin bir “devlet malı” gibi görülmesi, onun üzerindeki kararların bireyden alınıp siyasi otoritelerce verilmesini sağlıyor. Bu, sadece doğum yapmanın zorunlu kılındığı yerlerde değil; doğumun engellendiği her durumda da geçerli.

Zorla kısırlaştırma, aynı zamanda makbul vatandaş yaratma, nüfus “temizliği” yapma ve dirençli toplulukları biyopolitik yöntemlerle zayıflatma gibi ideolojik metotların kesiştiği bir pratik. Sivil toplum örgütleri, feminist hareketler ve insan hakları aktivistleri, doğum hakkının da bir insan hakkı olduğunu savunarak bu sessiz şiddet biçimlerine karşı çıkıyor. Zorla kısırlaştırmaya karşı verilen mücadele, böylece sadece kadınların değil, tüm toplumların adalet mücadelesinin bir parçası hâline geliyor.

Enise Yılmaz

Bochum Ruhr Üniversitesinde hukuk eğitimi alan Enise Yılmaz, Perspektif’in yayın kurulu üyesidir.

Yazarın diğer yazıları
Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Son Yüklenenler