'Dosya: "Balkanlar ve Kimlik"'

Balkanlarda Parçalanan Coğrafya, Tarih ve Bilinç

Karmaşık bir görüntüye sahip olan Balkan tarihi, tarihsel fenomenlerin bir bütün olarak ele alınmasına, eleştirel bir yeniden yorumlamaya ve gerçeklere dayanmayan mitolojik kırıntılardan kurtarılarak rasyonel bir şekilde yeniden yapılandırılmaya muhtaçtır. Ortak tarih ve kimlik ancak bu tarz titiz bir çalışmanın ardından ortaya çıkacaktır. Mevcut durumda sıradan insanlarda olduğu gibi birçok araştırmacı çok uluslu ülkeleri görmezden gelip, Balkanların tarihini dar bir ulusal çerçeveye sıkıştırmaktadır.

Fotoğraf: ©Flickr.com/AMWRanes

Her milletin bir geçmişi vardır. Tarihçiler, tarihin hafızalardan silinmesinin milletlerin tarih ve siyaset sahnesinden kaybolmaları demek olduğunun uyarısını yaparlar. Öte yandan bu uyarıyı yapan tarihçiler “kendi çağlarının” bilincinde olmadıkları sürece ve tarihî sürece yayılan deneyimler göz önünde bulundurulmadan geçmişe dair bir araştırma yapılamaz. Sosyal eğilimler ve unutkanlığı empoze eden tüketim çağına rağmen geçmişteki her olayı tarihî hafızamızın bir parçası olarak zihnimize yerleştirmemiz gerekir.

Marija Todorova, Osmanlıların Balkanlardaki yarım milenyumluk yönetiminin sadece isim olarak ön plana çıkmadığını, bunun aynı zamanda tarihteki en uzun zamanlı politik birliği sağlayan yönetim olduğunu belirtirken yalnız değildir. Osmanlıların tarihi, aynı zamanda onların yönetiminde bulunan bütün ülkelerin tarihidir ve bu ülkelerin her birinin farklı tarih ve hikâyeleri vardır. Uzun bir süre bu tarihe aşağılayıcı ve bulanık bir perspektiften bakılmıştır. Geleneksel araştırmalar siyasi alana yoğunlaşmış ve Batı’nın kendisini üstün görebilmesi için Osmanlı Devletinin bilim ve politika tarihi yasak tutkulara maruz kalmıştır. “Hayali Türk”, “Avrupalı olmayan her şey”e dair kavramsallaştırmanın anahtarı hâline gelmiş, Batılılar Balkan ülkelerini basit klişeler üzerinden, üstün Avrupa medeniyetini mistik Doğu’dan ayıran, keşfedilmemiş, egzotik bölge olarak görmüşlerdir. Bernard Lewis birçok defa, “Biz Batılıların en derin umudu kendimiziz ve korkularımızı yabancı milletlere ve uzak ülkelere taşıdık.” demiştir. Osmanlı dönemine dair araştırmalardaki diğer sorunlar ise cehalet, vurdumduymazlık, geçmiş yüzyılların siyaset ve edebiyatından alınan arkaik görüş ve şekillere bağımlılıktır. Dinî konular bir anlamda politikanın parçası olarak görülmüş, özellikle İslam hakkındaki ön yargılar ve “Türk işgali” hakkındaki olumsuz düşünceler, güneydoğu Avrupa’nın Hristiyan milletlerinin tarih bilinci ve klişeleşmiş kolektif psikolojilerinden hareketle şekillenmiştir. Bu nedenle Osmanlı kültürü ve Balkan tarihi ancak milliyetçi ölçülerden uzak bir bakışla doğru bir şekilde analiz edilebilir.

17. Yüzyılda Bosna Nüfusunun Çoğunluğunu Müslümanlar Oluşturuyordu

Bugün “Türk işgali” kavramsallaştırması etrafında ortaya atılan iddialardan biri, Balkanlar’ın İslam’ı Osmanlının zoruyla kabul ettiğidir. Bu iddiadan hareketle aslında İslam’ın Balkanlar’daki Müslümanların kimliğindeki belirleyici etkisinin olumsuz bir şekilde kodlanması arzulanmaktadır. Oysa eleştirel tarih, Balkanlar’ın İslam’ı Osmanlıların baskısıyla kabul ettikleri tezini reddeder. Bu bölgede İslam yavaş yavaş ve evrimsel bir şekilde gelişmiştir. Zaten 17. yüzyılda Bosna nüfusunun çoğunluğunu Müslümanlar oluşturuyordu. Vladislav Skarić uzun zaman önce “Balkan yarımadasında İslam’ın birdenbire ve baskı altında geliştiği düşüncesi yanlıştır.” demiştir. Şunu vurgulamak gerekir ki, eğer İslam baskı altında kabul edilmiş olsaydı bölgede 19. yüzyılda bir Hristiyan bile kalmaz, bir kilise ya da manastır bile ayakta duramazdı. İslam’ın neşvü nema bulmasını sağlayan şey bölgede meydana gelen olaylar ve insanların çevresiydi. Öte yandan şunu da belirtmek gerekir ki irrasyonel bir tarih bilincini tercih edenler için yeni bilimsel bulgular ve kitapların hacimleri bir anlam ifade etmeyecektir. Tarihsel ön yargıları ortadan kaldırmak özen gerektiren bir iştir. Nitekim Richard Holbrooke, ABD’de Yugoslavya hakkında yazılan İngilizce kitaplardan en popülerinde iki nesil okuyucuya 20. yüzyılın 30’lu yıllarında “Türklerin Balkanları mahvettiklerini” aşılamış, Rebeca West’in “Siyah Kuzu ve Gri Şahin”i Osmanlı’nın Müslüman ırkını değersiz hâle getirdiği düşüncesinin propagandasını yapmıştır. Bu örneklerde görülen İslam karşıtı düşünceler daha sonra bilime taşınmıştır. Bu bağlamlarda bütün Müslümanları “Türk” olarak adlandırmak cehalet sonucu ortaya çıkan bir düşünce değildir. Balkanlardaki bir türlü kabul edilemeyen etkiyi M. Krleja da “Türk sihrinin büyüleyici çemberi” olarak adlandırmıştır.

Tarihî süreç ve meydana gelen sayısız olay, yerel ve bölgesel sınırları aşmaktadır. Balkanların tarihi henüz tamamlanmamış olmasının yanı sıra 17. yüzyıl sonlarında Müslümanlara yapılan acımasız zulümler göz önünde bulundurulmadan bu tarih yorumlanamaz. Senelerce tarihçiler Müslümanlara yapılanları en aza indirmiş ya da bunları birkaç münferit, sıra dışı vakıa olarak sunmuşlardır. Oysa sadece Boşnakların kaderini değil, Balkanlar’daki bütün Müslümanların kaderini bölgesel bağlam ve bütünlük içerisinde incelemek gerekir. 1855 yılında Bosna’da bulunan Massien de Clerval (1820-1896) Slav ırkının bu bölgedeki talihsizliğinin bilinmediğini ya da bu talihsizliğin ancak Slav ırkının düşmanlarının raporları aracılığıyla bilindiğini belirtmiştir. Savaşlar ve göç Müslümanların tarihinde ve kolektif hafızalarında düzeltilmesi zor derin izler bırakmıştır. Göçler beraberinde Müslümanların bütün kuvvetini götürüp, arkalarında “yağsız süt”, savunmasız topluluk, eksik farkındalık, silinen ya da eksik tarihler bırakmışlardır.

II. Viyana Kuşatması ile (1683) Müslümanların Balkanlar’dan sürgünü başlamıştır. Müslümanların yabancı oldukları bu Avrupa tutumu, Müslümanların 17. yüzyıl sonlarında Osmanlı dışındaki Avrupa ülkelerinden şiddetle kovulmasıyla başlayan “Doğu Sorunu” olarak bilinen zihniyetin bir parçasıydı. Bu perspektiften bakıldığında etnik kökenlerine bakılmaksızın Müslümanlara “yabancı” gözüyle bakılmış ve Avrupa’nın Müslümanlardan temizlenmesi gerektiği düşünülmüştür. Lika, Slovenya, Macaristan bölgesindeki (Herceg Novi, Knin, Osijek, Budin, Užice) Müslümanların kaderi hakkında çok şey bilinmemektedir. 19. ve 20. yüzyılda Müslümanların trajik kaderleri bugünkü Sırbistan, Karadağ, Romanya, Bulgaristan, Yunanistan ve Makedonya bölgesinde devam etmektedir. Balkanların etnik dağılımından hareketle ortaya çıkan şiddet, milliyetçilik prensibi nedeniyle var olmuştur. Post-Osmanlı ülkelerinin Osmanlı Devleti’nin yıkıntıları üzerinde yaptıkları dinî ve etnik temizlik, soykırımın üzerine örtülen maskeler, istenmeyen nüfus olan Müslümanların sınır dışı edilmesiyle kendisini göstermiştir.

“Hristiyanlaşma Balkan Müslümanları İçin Ölüme Karşı Bir Alternatif Olarak Sunulmuştur”

Çoğu zaman Hristiyanlaşma Balkan Müslümanları için ölüme karşı bir alternatif olarak sunulmuştur. 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar Balkanlar’da Osmanlı nüfusunun yarısını hâlâ Müslümanlar oluşturuyordu. 1870-1890 yılları arasında bu nüfusun büyük bölümü savaşlar sonucu öldürülmüş ya da Anadolu’ya sürgün edilmiştir. Bazı kaynaklara göre, 1860-1914 yılları arasında Kırım, Kafkas ve Balkan bölgelerinden Osmanlı Devleti’ne yerleşen Müslüman sayısı 5 ila 7 milyon arasındadır. Batı, Osmanlı Devleti’ndeki Hristiyanların konumları hakkında endişe ederken, ancak önemsenmeyecek kadar küçük bir kesim 19. ve 20. yüzyıl başlarında Balkan Müslümanlarının kaderi ile ilgilenmiştir. Bu tutum nedeniyle, Avrupa’nın en büyük demografik felaketi hiçbir zaman aydınlatılamamıştır. Bu felaket, “Arapların yaptığı gibi Türkler de çadırlarını toplayıp sessizce gittiler.” anlatısı üzerinden sunulmuş, bu esnada Müslümanların bölgeden kovulması, etnik ve dinî yapının değişikliğine çok büyük oranda etki etmiştir.

Balkanlarda “Türk adaları” olarak adlandırılan bölge, özellikle 1878 Berlin Anlaşmasıyla her geçen gün daralmaya başlamış veya bazı yerlerde Müslümanların göçü ve Hristiyan nüfusun çoğalmasıyla tamamen kaybolmuştur. Müslümanlar 1912-1913 yıllarında Balkan Savaşlarında dünyanın gözü önünde büyük acılara maruz kalmışlardır. Yeni ülke sınırlarının çizilmesinde ise söz söyleme haklarını tartışmasız bir şekilde kaybetmiş, mevcudiyetleri tamamen göz ardı edilmiştir. Müslümanlar için Balkanlar’da “kendi kaderini tayin” ilkesi yürürlükte olmamıştır.

J. McCarthy’in belirttiğine göre Balkan Savaşı’ndan sonra artık Avrupa’daki Osmanlı sınırları içerisinde yaşamayan 1.445.179 Müslüman’dan 413.992’si Türkiye’ye göç etmiştir. 1911’de Balkanlarda yaşayan Müslüman nüfusunun 1923’te geriye sadece yüzde 38’i kalmıştır. Geri kalanı göç etmiş, mülteci kamplarında ölmüş ya da öldürülmüştür. 19. yüzyılda Balkan ülkeleri için karakteristik olan “demografik olarak Osmanlı’dan arındırılma” trendi, 1912-1923 yılları arasında henüz uluslararası bir ortamda istikrara sahip olmayan, güvenliği tehdit eden, modern bir azınlık sorununa dönüşmüştür. Müslüman azınlıklar iki dünya savaşı arasında ölümcül Lozan ilkelerine, kovulma ve “geri dönüş” politikalarına tabi tutulmuştur. Göçler II. Dünya Savaşı sonrasında da devam etmiştir. 1989 yılında Bulgaristan’dan yüz binden fazla Müslüman Türkiye’ye göç etmiştir. Bu yılda Bulgar mültecilerinin yerleştirildiği kamplara 1992 yılında Boşnaklar yerleştirilmiştir. Böylece tartışmalı “Doğu Sorunu”, savaşlar fiziksel olarak çoktan bitse de zihinsel hayatta Balkanlarda bu toplumsal hafızada devam eden tehditlerle etkisini hâlâ sürdürmektedir. Yüzyıllardır mültecilerin travmaları, neredeyse unutulmuş bireysel ve ailevi hikâyeler, hayatta kalmak için verilen mücadele üzerine yapılan araştırmalar, Müslümanların izlerinin ve mevcudiyetlerinin tamamen silindiği ve geçmişlerinin yok edilerek yeni kimliklerin oluştuğunu ortaya koymaktadır. 19. ve 20. yüzyılın bütün mültecileri göz önünde bulundurulduğunda tahminlere göre Türkiye’deki Boşnak sayısı Balkanlardaki Boşnakların sayısından daha fazladır. Osmanlı Devleti’nin parçalanmasıyla Müslümanların kaderleri hakkında akılda birçok soru işareti oluşması gibi, göç etmeyip kalanların bölgede savaşlara maruz kaldıkları da bir gerçektir. Bütün bu saldırılardan ve kovulmalardan sonra geriye kalan Müslümanlar kendilerine dönerek içlerine kapanmış, aşırı duyarlılık ile gönüllü veya gönülsüz uzlaşmaya yönelmişlerdir. Coğrafi bölgenin parçalanması tarihin parçalanmasına, zihinsel ayrıma ve bilinç bölünmesine neden olmuştur.

Tarih çok yönlü bir süreçtir. Müslümanlar Balkan ve Avrupa tarihinin gözbebeği değildi. Öte yandan eksik bilgiler ve yaşanan acı tecrübelerin üstesinden gelme arzusunun eksikliği, Balkan Müslümanları arasında kendi millî tarihlerine uymayan her şeyi reddeden anlayışın beslediği bir ırkçılığı doğurmuştur. Tarihî bağlamdan kopuk ve bazı konserve tarih görüntülerini özellikle tercih eden bilim çevrelerinde de bazı konular sorgulanmaktadır. Öldüren, etnik temizlik yapan, sınır dışı eden, “Türk sendromu” olan ve İslam’a karşı nefret besleyenler, o milletin tarihini araştıran geçerli ve doğru referanslar olamazlar. Lisandrov’un, “Kılıç tartışmasında en iyi yorumu elinde kılıç tutan yapar.” beyanına rağmen mağdurları düşünüp gerçekle yüzleşmek elzemdir.

Tarih, geçmiş deneyimlerden ders alarak öğrenilmelidir. Balkan Müslümanları göz önüne alındığında sorulması gereken soru ise Balkan tarihinin bir ölüm mü, yoksa hayat öğretmeni mi olduğudur.

Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Diğer Gündem Yazıları

Son Yüklenenler