Dosya: "Moda ve Kimlik"

Kimliksel Dışavurumlar: Aidiyet ve Yerlilik Tartışmalarında Başörtüsü

Başörtüsü, birçok hararetli tartışma içerisinde çok büyük anlam zenginliğine sahip bir kıyafet davranışı. Başörtüsü takma biçimleri de bir yere ait olma ya da olmamanın ifadesine dönüşebiliyor.

Fotoğraf: BAZA Production - Shutterstock.

Özellikle son yüzyılda hararetli tartışmaların, modernleşme ve ulus devletleşme süreçlerinin en favori konularından birisi olan başörtüsü, sadece dinî kimliğin bir ifade biçimi değil. Özellikle popülist siyasilerin kendi ideolojik pozisyonlarını muhkemleştirmek için sıkça müracaat ettiği başörtüsü, bu kişilerin zannettiğinin tam aksine bünyesinde devasa bir anlam zenginliğini de barındırıyor.

Pahalı markaların ipek eşarpları ya da pazardan alınan pamuk şallar bir sosyoekonomik durumun ifadesine – ya da sınıfsal mensubiyetlerin ötesinde tüketim alışkanlıklarıyla ilgili ahlaki bir tutumun göstergesine- dönüşürken, başörtüyü önden bir düğüm atarak bağlamak ya da siyah bir çarşaf giymek -ve daha birçok farklı form da- bir cemaate mensubiyet göstergesi olabiliyor. Başörtüsü bir yanıyla -çoğu zaman dönemsel olarak- kişinin içinde yer aldığı ulusal anlatının bir parçası olmak ya da olmamanın bir ifadesi. Diğer yanıyla dindarlığın, mahalli aidiyetin, aile mirasının, eğitim durumunun ve daha birçok farklı parametrenin kendisiyle görünür olduğu bir iletişim biçimi.

Zira Kanitz’e göre “giyinmek” dediğimiz davranış biçimi üç temel fonksiyona sahip: İnsanı dış faktörlerden, örneğin hava ve yaralanmalardan korumak; ahlaki tehlikeler karşısında insana sosyal koruma sağlamak ve iletişim kurmak. Vücudu koruyan, onu sosyal açıdan uygun bir şekilde temsil eden ve “iletişim kuran” bir şey olarak kıyafet, “moda” aracılığıyla en çok bu “iletişim” fonksiyonunu görünür kılıyor. Elbette başörtüsü de tüm bu süreçlerden müstesna değil.

Her ne kadar dünyanın her yerine tek tıkla tesettür kıyafet postalayabilen küresel moda mağazaları, daha “evrensel” motiflerle kataloglarını yayınlıyor olsalar da başörtüsü takıp takmadığımız, başörtüsünü nasıl taktığımız ve kimin tesettür “moda”sını nasıl takip ettiğimiz bir yönüyle bir ulusal ya da topluluksal aidiyetin dışavurumu hâline de geliyor. Müslüman kadın, başörtüsü takma biçimiyle ya bir yere ait oluyor ya da bir yere mensup olmadığını deklare etmiş oluyor. Bu “ait olma” ya da “kendini bir kolektifin dışında tutma” şeklindeki motif, bazen Müslüman kadının kendi tercihinin sonucunda gerçekleşirken bazen de Müslüman kadın bu sürecin farkına bile varmıyor. Yine de buraya, başörtüsü davranışının sadece aidiyet ve mensubiyet ekseninde okunmasının çok kısır kalacağını, her sosyal davranış gibi başörtüsünün de sayısız bir motivasyon yelpazesinde dolaştığını eklemiş olalım.

Bir Stigma Olarak Başörtüsü

Florian Kreutzer “Başörtüsünün Etiketlenmesi” başlıklı kitabında “öteki”liğin ırkçı bir biçimde yeniden üretilmesinin izlerini başörtüsü üzerinden sürer. 20 kadınla biyografik söyleşilerin gerçekleştiği bu araştırmaya, tamamı Almanya’da yaşayıp Türk kökenli olan, başörtülü, çocuk sahibi ve çalışan kadınlar dâhil edilmiştir.

Kreutzer, Müslüman kadının başörtüsünün stigmatize edilmesini/etiketlenmesini, ırkçı bir pratik olarak yorumlamaktadır. Bu stigma sürecinde çeşitli dinamiklere dikkat çeken araştırmacı, bu sürecin signifikasyon, yani bir temsil ile bu temsilin zihinlerde uyandırdığı anlam, değersizleştirme, yabancılaştırma ve dışlama formları ile karakterize olduğunu vurgular. Bu yönüyle başörtüsü, Alman toplumuna “sonradan gelmiş/sonradan gelmiş olarak etiketlenmiş” bir topluluğun çoğunluk toplumu tarafından etiketlenme biçimlerinden biri olur.
Başörtüsü aracılığıyla bir kolektifle bütünleşme ya da ondan ayrışma sürecini, Fransa’da devletin vatandaşlığı başörtüsüne kıyasla tanımlaması üzerinden de anlamaya çalışabiliriz. Ülkede oldukça hararetli toplumsal tartışmalarda iyice esnetilip buruşturulan başörtüsü ve burka gibi diğer örtünme biçimlerinde bu stigmanın üretilme sürecini deşifre etmek mümkündür.

Örneğin Fransa’da kamusal alanda burka giyen ve bu şekilde devletin koyduğu burka yasağına karşı çıkan kişiler önce 150 avro ceza ödemek zorunda kalırken, ardından da “vatandaşlık kursu”na katılırlar. 2022 yılında yürürlüğe giren burka yasağı, bu yönüyle “Fransız vatandaşlığı”nın kurulma sürecinin de antitezi olarak mevzilendirilmiş olur. Fransa’yı Fransa yapan laiklik, cinsiyet eşitliği gibi değerlerin ve ulusal anlatının tam karşısında konumlandırılan başörtüsü bu anlatının dışına atılım süreçlerinde bir araca dönüşür. Dolayısıyla başörtüsü, yalnızca dindarlığın, kültürel-etnik aidiyetin dışavurumu değil; bu ulusal anlatıyı kuran merkezî imgelere bir tehdit olarak da yeniden üretilir.

Mutlaklaştırılmış Yabancılık ve Başörtüsü

Elbette Fransa, ulusal kimliğin “vatandaş olmayan ve ne yaparsa yapsın vatandaş olarak kabul görmeyecek olanlar” şeklindeki stigma için başörtüsünün konforlu bir zemin sunduğu tek ülke değil. Bugün başörtülü Müslüman kadınların yaşadığı neredeyse tüm ülkelerde başörtüsü siyasi aktörler tarafından ya “ulusa ait” görülen bir insan topluluğunun inşası için kriter hâline gelmiş ya da “makbul olmayan vatandaş” inşası için kullanılmıştır. Böylece başörtüsü “öteki” ya da “biz” olma”nın, dâhil olmanın ya da dışarıda bırakılmanın bir sembolüne çoktan dönüşmüştür. Müslüman kadın, bu dinamiklerin içine doğar ve kendi kıyafet davranışlarını bu dinamiklerle etkileşim içerisinde şekillendirir.
Başörtüsü, 2014 yılında Almanya’nın Dresden şehrinde başlayıp binlerce insanın haftalar boyunca “Batı’nın İslamlaşmasını” protesto ettiği gösterilerde dile getirilen “Müslüman öteki”nin öteki oluşunun göstergelerinden biri olarak sunulur.

Kreutzer bu durumu, ırkçı “ötekiliğin” üretilmesi sürecinde “ötekilik” ve “bizden olma” hâlinin birbiriyle bağdaştırılamaz bir şekilde radikalize edilmesi olarak anlatır. Ötekilik, “biz” grubuna yönelik potansiyel bir düşman olarak algılanmaya başlar. “Mutlaklaştırılmış yabancılık” olarak tanımlanan bu durum, aslında hâkim baskı ve hüküm düzenlerinin istikrarına ve meşrulaştırılmasına hizmet eder. Bu stigma yalnızca “ırkçı ayrımcı” bir karaktere sahip olmakla kalmaz, aynı zamanda sosyal eşitsizliği de muktedirler lehine ve ötekileştirilenlerin aleyhine yeniden üretir.
Dolayısıyla başörtüsünün, “geri kalmışlığın bir işareti” ya da “İslam’ın Batı toplumlarının modernliği karşısında köhnemiş olması” gibi stigmalar üzerinden yorumlanıyor oluşunu, bir de bu perspektiften değerlendirmekte fayda var.

Aidiyetin Bilinçli Bir Tercihle İnşası

Küreselleşmenin ve diğer toplumsal dönüşümlerin getirdiği güvensizlik, bir yanda insanlara “kendi kabuklarına”, çoğu zaman da ulusal sınırlara ve etnik kimliklere çekilmeleri konusunda ideolojik bir mevzi öğütlerken, diğer yanda da “aidiyet”in artık giderek daha az şekilde “bir mekân” ile özdeşleşiyor olması, insanların kendilerine miras bırakılan aidiyetlerini aktif şekillendirme süreçlerine olanak tanıdı. Bugün artık aidiyet dediğimiz şey, bir terzinin giyinmemizi emrettiği ve vücudumuzu sıksa da bizi sıcak ve güvende tutması için giyinmek zorunda olduğumuz bir kıyafet değil. Aidiyetin, kişinin kendi sınırlarıyla şekillendirdiği, aktif olarak inşa ettiği, geniş renk skalası içerisinde bile isteye seçtiği bir yönü de var artık.

Dolayısıyla ulusal anlatıların içerisinde başörtüsü bir yanıyla Müslüman kadının “öteki” deklare edilmesinin bir aracı hâline dönüşürken, bu aidiyeti dışarıdan “belirleyen” siyasetin karşısında, bir de kendi aidiyetini “seçen” başörtülü kadınlar var. Bu yönüyle başörtüsü takma biçimleri, bu aidiyetin şekillendirilebileceği bir zemin de açıyor. Bugün “klasik Türk başörtüsü bağlama biçimi” olarak tanımladığımız -her ne ise bu- biçimlerin dışına çıkan ve diğer “milletlerin” başörtüsü bağlama biçimlerini -her ne ise bu- ödünç alan Müslüman genç kızların bu pratiklerini kendi aidiyetlerini kendilerine deklare edilenlerin ötesinde biçimlendirme arzusu olarak da düşünebiliriz.

Zira Kanitz’e göre moda, “kendiliğin” sosyal konstrüksüyonunu mümkün kılan bir şey ve aynı şekilde kişinin kendi bireyselliğini estetik ölçülere göre ifade etmesinin de bir adı. Müslüman kadınların modasının, toplumsal hiyerarşileri sarstığını iddia eden Kanitz’ten hareketle başörtüsünün de arzu edilen toplumsal gruba sosyal uyumu/entegrasyonu sağladığını ya da bunun tam tersini yaptığını söyleyebiliriz. Başörtüsü aracılığıyla grubun “kıyafet kodları”na (dress code) uyum sağlanarak grup içerisinde bir istikrar oluşturulmasını bir “cemaatleşme” pratiği olarak da görebiliriz.

“Biz”i biz yapan bir sembol olarak başörtüsü, “öteki”nden bizi görsel olarak da ayıran bir şeye dönüşür. Kendi grubuna ait olmak isteyenler, bu grubun kıyafet kodlarına daha sıkı bir biçimde bağlı kalırlar. Bu anlamda özellikle Avrupa’da yaşayan Müslüman kadınlar açısından başörtünün, dışlayıcı bir söylemde, kişinin kendisine kimlik veren şeylere daha fazla sarılması olarak bir anlam taşıdığını da söyleyebiliriz.

Müslüman Kadının Hâkim Söylemle Etkileşimi

“Başörtüsü modası” denilen ve aslında başörtüsünün bir “moda” olamayacağı gerekçesiyle sıkça eleştirilen şeyin, aslında dekoratif kıyafet seçiminden öteye geçen, yeni bir kolektif kurgulamanın bir aracı olduğunu iddia etmek mümkün. Kıyafetlerinizde Londra, Paris ve Milano esintilerinin mi olacağı, yoksa Hindistan, Lübnan ya da Fas tasarımlarının mı bulunacağı, -ekonomik tercihlerin zemininde- bir yönüyle mevcut aidiyetlerin el yordamıyla inşası sürecine dönüşmüştür.

Müslüman kadınlar farkında olsalar da olmasalar da giydikleri kıyafetler aracılığıyla hâkim söylem, tasavvur ya da anlamlarla bir ilişki ve iletişim içerisine giriyorlar. Kıyafet aynı zamanda kişinin “öğrendiği” giyinme pratiklerinin de bir yansıması oluyor. Ayna karşısında başörtüsü takarken bir yanıyla ailemizin örtünme pratiklerini yeniden üretiyor ya da daha büyük bir anlatının izlerini benimsiyoruz.
Özellikle Avrupa’da Müslüman kadınların kendi hayatlarının “faili” olmadığını iddia eden ırkçı söylem içinde Müslüman kadının kıyafet davranışları, onları fail kılıyor. Bunu, bugün Müslüman kadınların birbirinden tamamen ayrışan renk, biçim, kumaş ve giyinme biçimlerinden saptamak da mümkün.

Son olarak çuvaldızı Müslüman cemaate batırarak bitirelim: Müslüman kadınların başörtülerinin yalnızca dinî bir anlam taşıdığını/taşıması gerektiğini düşünüp kadınların başörtüsünün aslında bir “kıyafet” davranışı olduğunu görmezden gelen, kadınların örtünme biçimleriyle bir yere dâhil olma ya da kendisini oradan ayrıştırma, bir ulusal anlatıyı, bir topluluk/cemaat mensubiyetini yeniden kurgulama pratiklerini okumakta zorlanan kardeşlerimiz, buna bir de farklı renklere alan tanımayan katı bir dindarlık okuması eklendiğinde, Müslüman kadınların başörtülerinin tek bir fabrikasyondan çıkması gerektiğine dair bir topluluk dayatmasını da kolayca oluşturabiliyorlar.

Bu yönüyle aidiyetin, yalnızca yukarıdan aşağıya doğru tanımlanan bir süreç olmadığını, değişmekte olan, akışkan bir süreç olduğunu ve Müslüman kadınların da başta cemaat, sonra toplum içindeki aidiyetlerini kıyafet davranışlarıyla el yordamıyla bulabileceğini; bu süreç esnasında Müslüman cemaatin kınayan, sorgulayan, hesap soran değil; müşfik ve her koşulda kolları kocaman açılı bir yapıda olmasının iyi bir topluluk dinamiği oluşturabileceğini eklemiş olalım.

 

  • Kaynaklar
    Kanitz, Juliane: Das Kopftuch als Visitenkarte. Eine qualitative Fallstudie zu Stild- und Ausdrucksformen Berliner Musliminnen.
    Kreutzer, Florian: Stigma „Kopftuch“. Zur rassistischen Produktion von Andersheit.

Elif Zehra Kandemir

Lisans eğitimini Münster Üniversitesinde Sosyoloji ve Siyaset Bilimi bölümlerinde çift anadal olarak tamamlayan Kandemir, Duisburg-Essen Üniversitesinde sosyoloji yüksek lisans eğitimini tamamlamıştır. Ağırlıklı çalışma alanları göç sosyolojisi ve ırkçılık araştırmaları olan Kandemir Perspektif dergisi editörüdür.

Yazarın diğer yazıları
Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Son Yüklenenler