Dosya: "Moda ve Kimlik"

“Toplumsal Yozlaşmanın Bütün Yükü Kadınların Giyim Hanesine Kaydediliyor”

Fatma Barbarosoğlu, moda ve kamusal alan hakkındaki akademik çalışmalarının yanı sıra, toplumsal dinamiklere dair sahici analizleriyle Türkiye entelektüel tarihinde yer etmiş bir yazar. İmaj ve Takva, Şov ve Mahrem ve Modernleşme Sürecinde Moda ve Zihniyet isimli kitapların da yazarı olan Barbarosoğlu ile modadan kaçılıp kaçılamayacağını konuştuk.

2 Temmuz 2024

Moda hayatımızda neye tekabül ediyor? 

Üretimin ve tüketimin kitleselleşmesini, kitle iletişim araçlarının yaygınlaşmasını dikkate alırsak, soruyu, “Moda hayatımızın hangi alanına tekabül etmiyor?” diye sormamız gerekir. 

Yeme içme alışkanlıklarından günlük dildeki konuşmalara, yeni üretilen ilaçlardan mobilya ve dekorasyona kadar hayatın her alanına sirayet etmiş eğilimlerin hepsi moda bahsine dâhil olabilir. Bu eğilimler sınırlı bir zamanda gerçekleşiyorsa modadan bahsedebiliriz ama bazı eğilimler moda olarak başlayıp daimî davranış kodlarına, tercihlere de dönüşebilir. 

Bu konuda en dikkat çekici örnek, kahvedir. Kahve başlangıçta seçkinler arasında bir moda olarak başlamış, zaman içinde gündelik hayatın vazgeçilmez bir içeceği hâline gelmiştir. Zaman içinde kahve çeşitleri artmış, kahvenin sunumuyla ilgili yeni modalar ortaya çıkmış ve kahvenin nerede, nasıl, kiminle içildiği üzerinden yeni kimlik tanımları ortaya çıkmıştır. Tüketim kültürü, her eğilimi, her türlü zevki arzu nesnesi hâline getirerek “beğeni kapitalizmi”ni canlı tutmayı amaçlar.

Moda dediğimiz şey moderniteye bağlı birçok farklı paketle birlikte kucağımıza bırakılıyor. Modanın moderniteyle ilişkisini nasıl tanımlarsınız?

Bugün anladığımız anlamda moda, varlığını Sanayi Devrimi’ne ve Fransız İhtilali’ne borçlu. Daha önce zevk ve tarz sahibi olarak güzel giyinen insanlardan bahsedilirdi ve o insanların giyim-kuşamları diğerleri tarafından taklit edilirdi. Ancak modanın kurumsallaşması için Sanayi Devrimi ile Fransız İhtilali’nin kesişme noktalarını beklemek gerekti. Sanayi Devrimi’nin en önemli icatlarından biri, az zamanda az kişi ile çok miktarda dokuma yapmayı sağlayan “uçan mekik”tir. Uçan mekiğin icadı ile başlayan dokuma sektöründeki teknolojik değişiklikler, günümüze kadar hız kesmeden devam etti.

Fransız İhtilali ile birlikte burjuvazi bir taraftan, aristokratlar diğer taraftan yoksul halk kitlelerinden ayrılmak için çizilen rotada modanın kurumsallaşmasını sağladı. Konfeksiyon, yani seri imalat, seçkinler için tasarlanmış modellerin kitleler tarafından da talep ve temin edilmesine imkân sağladı. “Çakma ürün” sektörünün her kesim için üretilmesi ile birlikte dünyanın her tarafında aynı tip giyim ortaya çıktı. 

Artık iklime ve coğrafyaya uygun kıyafetlerden bahsetmek pek mümkün değil. Modern öncesi dönem ile aradaki en bariz fark budur. Geleneksel dönemde kıyafetler toplumsal statüyü ortaya koyarken, iklime ve coğrafi şartlara uygunluğu gözetirken, günümüzde “kitle insanı”nın evrensel kıyafeti blucin ve -20 derece soğukta veya +40 derece sıcakta giyilmeye devam ediyor.

Moderniteyi aştığımız ve artık post modern çağda yaşadığımız iddiasından hareketle modayı bugün ve şimdi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Günümüzde tek bir modadan değil modalardan bahsediliyor. Moda kıyafetlerin daha ucuzuna herkesin erişmesi mümkün olduğu için markaların himayesine giren ve tarz olmak üzere o markaların ürünlerine sahip olan, markayı üzerinde statü sembolü olarak taşıyan tüketici davranışı ile karşı karşıyayız. Giyim ile kendisini ifade eden değil, o markanın vitrini olarak dolaşan “moda kurbanları” her kesimde karşımıza çıkıyor.

Moda bir yönüyle “Ne yesem, nereye gitsem, ne giysem?” şeklindeki soruların cenderesinde takılmış bir zihniyetin izlerini bize sunuyor. Peki moda, daha ahlaki-idealist tutumlar için bir araç olamayacak kadar yüklü bir konsept mi? Örneğin bugün bir “direniş modası”ndan ya da “mütevazi moda”dan bahsetmek mümkün değil mi? “İyi”nin “modalaştırılması” oksimoron bir durum mudur?

Moda gelip geçici olan demektir. Şimdi ve burada olandır aynı zamanda. Bir ürünün moda ve demode olması birbirini takip eden süreçlerdir. Dolayısıyla bir şey moda olduğunda onun başka bir yerde ve zamanda bir müddet sonra geçerliliğini yitireceğini aklımızdan çıkarmamamız gerekiyor. 

“İyinin modalaştırılması” diye bir şey olamaz. Tıpkı iyilik ödülleri diye bir ödülün olmayacağı gibi… İyilik anlık değildir. Daimî ve süreklidir. İyinin modalaştırılması, iyi olanın bir müddet sonra demode olmasını gerektirir. Oysa iyi zamansızdır. 

Diğer taraftan, moda iddiadır. Bir iddiayı sahiplenmektir. Dolayısıyla mütevazi moda diye bir şeyden bahsetmek de söz konusu olamaz.

“Moda daima bir ‘hikâye’ anlatır. Anlattığı hikâye üzerinden iktidarını pekiştirir.” diyorsunuz. Peki bu iktidarın bizim kıyafetlerimiz üzerinden kendisini yeniden üretmesini engellemenin yolu nedir sizce? Neyi nasıl giyinirsek kıyafetlerimizin bizim üzerimizde zihnî tahakküm kurmasının ve durmadığımız bir yeri temsil etmenin önüne geçebiliriz? Bunu şunun için soruyorum: Bir yönüyle modadan kaçmak da mümkün görünmüyor sanki. “İslami” denilen moda çoğu zaman ahlaki bir duruşu temsil etmiyor. Protest giyim tarzları da hakeza. Modadan kaçmak mümkün mü?

Modadan kaçmak ile “moda olan o şey”den kaçmak arasındaki fark önemli. Moda olan o şey, eğer bizim tarzımız, kişiliğimiz ve kimliğimiz ile uyumlu ise kaçmamıza gerek yok. Sorunuzu giyim-kuşam ile sınırlandırarak cevap verecek olursam, son zamanlarda belli ürünlerden bahsederken “zamansız” sıfatı kullanılıyor. Bütün “zamansız parçalar”, iyi bir kumaşa, iyi bir kesime ve sadeliğe sahiptir.

İslami denilen moda tarzına gelince… “İslami moda” için başlı başına bir söyleşi yapmak gerekir. Ki ben 1990’ların ortasından itibaren “tesettür modası”, “İslami moda” gibi kavramlaştırmalara karşı çıkmıştım. Moda önüne aldığı her sıfatı ve kavramı kendi lehine sonuçlanacak şekilde dönüştürür. “Tesettür modası” olursa bunu tesettürün demode olması takip edecektir. Moda-demode diyalektiğini kavrayamayan muhafazakârlar 1990’ların ikinci yarısında, “Onların modası var, bizim de tesettür modamız olsun” diye yola çıktı. Kavramları imha ede ede kasalarını doldurdular.

1990’ların ikinci yarısında Abdurrahman Dilipak’ın sunduğu bir program vardı Kanal 7’de. Programın stüdyo konukları, Tekbir Giyim’in sahibi Mustafa Karaduman ve merhum Şevket Eygi idi. Ben telefon ile katıldım. Tesettür modası diye bir kavramın olmaması gerektiğini söyledim. Şevket Eygi, “Bu hanım kızımız herkesin Rabiatül Adeviyye olmasını istiyor” diyerek kendince beni susturma yoluna gitti. Aynı Şevket Eygi, başörtü yasakları bütün şiddetiyle sürürken “Bu kızları bir zengin Paris’e götürsün de giyim zevki edinsinler.” dedi. Yine aynı Şevket Eygi, tesettürlü First Leydiler için “Düttürü Leyla gibi giyiniyorlar.” dedi.

Bütün bunları şunun için anlatıyorum “tesettür modası” adı altında ticaret yapanlar, günümüzde bazıları için tesettürün demode olmasını, yani başların açılması sürecini de inşa etmiş oldu.

Sonuç olarak şunu söylüyorum: Modadan kaçılmaz, modaya kayıtsız kalınır. Her anti-moda, ana akım modayı destekler, onun hegemonyasını pekiştirir.

Peki, moda sanki kadınlarla ilgili bir fenomen gibi ele alınıyor. Modanın kadın ve erkek üzerinden anlattığı narrativ gerçekten de birbirinden bu kadar farklı mı?

Moda, gündelik hayatı kavramlar eşliğinde değiştirir. “Rahat, işlevsel, cesur, şehirli bireyin kimliği”… Dikkat ederseniz bu kavramların hiçbiri sadece kadınlara mahsus değildir. Ve bu sıfatlar sadece giyim kuşam ile ilgili olarak “sahnelenmez”. Sorun şu ki muhafazakâr erkekler kendi hemcinslerini eleştirme zahmetine girmeden sadece kadınları eleştirerek toplumsal yozlaşmanın bütün yükünü kadınların giyim kuşam hanesine kaydediyor. Diğer taraftan, son yıllarda kadın modacılar, eşcinsel modacıların kadınları özellikle çirkin tasarımlarla, kaba bir giyim kuşamın içine hapsettiği şeklinde bir eleştiri dile getiriyorlar.

Tasarımcıların ve sektörde söz sahibi olanların büyük oranda erkek olması nedeniyle moda endüstrisinin erkek egemen bir alan olduğunu göz önünde bulundurarak, modanın kadın ve erkek için kimlik belirleyici/şekillendirici etkisini nasıl yorumlamalıyız?

Diğer sektörlerle karşılaştırıldığında moda sektöründe kadınların daima var olduğu görülür. Moda sektörünün erkek egemen bir sektör olup olmadığı konusunda yeteri kadar veriye ve gözleme sahip değilim. Erkek modacılardan ziyade üçüncü cinsin baskın bir hâkimiyeti olduğu söylenir moda dünyasında. Tasarımcının kadın ya da erkek olması önemli değil benim nezdimde. Tasarımcının idealist olması; onun yaptığı işlerin görünebileceği ve talep edileceği anlamına gelmiyor.

Moda sektörünün ne olup olmadığını anlamak için Şeytan Marka Giyer filmi başlangıç olarak iyi bir örnektir. Dünyaca ünlü modacıların belgeselleri yayınlandı son yıllarda. Dünya çapında marka olmuş ürünlerin tasarımcılarının hayat hikâyeleri, modanın nasıl bir sektör olduğu konusunda iyi bir fikir veriyor.

Neye niyet neye kısmet bağlamında, crocs terliklerin bir statü sembolü olarak modalaşmasının izini takip edebileceğimiz 2006 yapımı “Idiocracy” filmini tavsiye ederim. Film, insanların giderek nasıl ahmaklaştığını, seks ve paradan başka bir şey düşünemez hâle gelirken dünyayı nasıl yaşanamaz bir yere dönüştürdüklerini anlatıyor. Crocs terlikler, film için bu dünyanın zevksizliğini imlemek üzere tasarlanmışken günümüzde “rahatlık ve dayanıklılık” üzerinden bütün dünyanın kullandığı bir ürün oldu.

Türkiye’de dindar/muhafazakâr kesimin mevcut iktidarla birlikte “sınıf atlaması” ve sosyal statüsünde gerçekleşen görece değişim dindar kesimde nasıl bir zihniyet değişimine neden oldu? Dindarlar kendi “modalarını” oluşturmak yerine neden var olan seküler modayı taklit yolunu seçti? Bunun ardındaki sosyolojik ve psikolojik nedenlerle ilgili neler söyleyebilirsiniz?

Bir tarz inşa etmek meselesini çok hafife alıyor muhafazakâr kesim. Tasarım için yatırım yapmak, kendi hitap ettiği kitlenin ihtiyaçlarına cevap vermek yerine başkalarının tasarımlarını biraz uzatarak, biraz genişleterek, fazlasıyla polyester kumaş kullanarak “ötekilerin defilelerini” bu defa başlarını örttürüp vücut dilini asla tesettüre uygun olarak kullanmayan mankenler eşliğinde taklit edip, seküler kesimi kışkırtarak markalaşmaya çalışan “yatırımcılar” oldu 90’ların ikinci yarısından itibaren. Onlardan geriye bir tarz, bir üslup kalmadı. Ama zengin oldular. Satış yaptılar. “Ticari başarı” elde ettiler. Bu süreci Şov ve Mahrem adlı kitabımda uzun uzun anlattım.

Kendi giyim markalarını ortaya koymak demeyip de neden kendi modalarını oluşturmak diyoruz? Bu sorunun cevabı önemli. Benim tercihim, güvenilir giyim markalarının varlık kazanmasıdır. Kalıbından, kumaş ve dikiş kalitesine kadar özneye yük olmayan, kişinin her bakımdan kendini yurdunda hissedeceği giyim markalarının olmasını isterim. Ama sizin sorunuzda da ortaya çıkan, esasında söz sahibi muhafazakâr kesimin tercihlerini, beklentilerini ortaya koyan cümle şu: “Bize ait moda”. “Bize ait moda” dediğimiz şey, anti modaya mı tekabül ediyor? Sanmıyorum. Hadi diyelim ki anti-modaya tekabül etsin. Bütün anti modalar ana akım modayı güçlendirme fonksiyonunu farkında olmadan üstlenmiş olur.

1960’lardan 1990’ların ikinci yarısına gelinceye kadar şehirli kadın için baş örtme “bir dünyadan vazgeçme” anlamına geliyordu. Direnişti; kapitalist dünyanın değerlerine direniş… Mustafa Kutlu’nun o muhteşem kitabı Yoksulluk İçimizde’nin Süheyla’sı bir tokadan vazgeçerken bir dünyadan vazgeçtiğinin şuurunda idi. “Tessettür Defileleri” tartışmalarına tanık olmuş, “Müslüman kadınlar kocasına güzel giyinmeli” cümleleri eşliğinde büyütülmüş kızlar sosyal medyanın açtığı sahnede önce tesettürlü fenomen olarak şöhret sahibi, kazanç sahibi oldu sonra da “yoluma artık tesettür ile devam etmeyeceğim” diyerek takipçilerine “yeni profil”ini takdim etti, ediyor. Bu örneklerin arkası gelecek.

İsmet Özel, “Başını örten kızlar felsefe bilmeli” demişti. Babalar, ağabeyler, erkek kardeşler, oğullar, eşler felsefeden, tefekkürden uzak olunca sadece kızların bildiği felsefe ile Müslümanlar için bırakın yeni bir dünya, yeni bir muhit inşa etmek bile mümkün olmaz.

Modanın insanların tercihlerine yön veren, kitlelerin bilinçsizce ardında sürüklendiği bir fenomen olduğundan bahsedilir. Tam tersi bir şey de mümkün değil mi? İnsanların tercih ve ilgi gösterdiği alanlar da modayı belirlemiyor mu? Burada nasıl bir denge kurulması gerekiyor?

Yumurta mı tavuktan tavuk mu yumurtadan hikâyesi… İnsanların tercih ve ilgi gösterdiği alan yerine o sıra ihtiyacı olan şey dersek belki meseleyi daha açık seçik tartışabiliriz. Mesela pandemi sırasında insanlar, evlerinde kapalı kaldığı, hareketsiz ve yarın telaşı ile yüklü, stresli bir hayat yaşadığı için birkaç beden birden genişledi. Modacılar pandemi sonrası ilk defilelerinde büyük bedene öncelik verdi. Ama 36 beden için tasarlanmış kıyafetleri 50-60 beden için de tasarlayarak ortaya koydular büyük bedene verdikleri önceliği. 

Dolayısıyla iktidarlarını biraz daha pekiştirmiş oldular. 50 beden kadınlar, taytlarla ve crop bluzlarla şehrin her yanında salınmaya başladı. Moda-anti moda ya da moda sektörü ile tüketiciler arasında kurulabilecek bir dengenin pek mümkün olmayacağını düşünüyorum. Tarz sahibi butiklerden bahsedilebilir ancak.

Peki modanın bir tür “eşitleme” fonksiyonu da yok mu? Göze batmak ve ötekileştirilmek istemeyen, kalabalıklarda tabiri caizse görünmez olmak isteyen insanın yaşadığı toplumda kabul gören ve normal addedileni benimsemesi tabii bir hayatta kalma içgüdüsü/refleksi olarak değerlendirilebilir mi?

Moda eleştirmenleri kitlesel üretim ile birlikte modanın demokratikleştiğini savunur. Yani herkesin erişebileceği, tercih edeceği giyim kuşam anlayışından bahsedilir. Modern öncesi dönemin sınıfsal giyim anlayışı ile mukayese edildiğinde günümüzde herkesin her türlü ürünü alma, kullanma, taşıma hakkı var gibi görünür. Esasında moda ürününe herkes aynı hız ve kalitede ulaşamaz. Yukarıdakiler aşağıdakilerden ayrılmak için, aşağıdakiler de yukarıdan kopmamak için çaba sarf eder. Moda varlığını tam da bu diyalektiğe borçludur.

Modanın değişme hızı bu kaçma ve kovalama ile doğrudan alakalıdır. Her kesim yukarıdakilerin belirlediği giyime dâhil olmuş olarak bulur kendini. Yani her birimiz modanın artıklarına bir vesile ile maruz kalırız. Bu maruziyetten kurtulmanın bir yolu, klasik olana talip olmaktır. Klasik ürün, kalitesi ve ince işçiliği ile zamana direnir. Ama günümüzde klasik olanı bulmak çok zordur. Klasik ürünler, “zamansız parçalar” pahalıdır ve arayıp bulmak için zevk ve bilgi sahibi olmak gerekir.

Meltem Kural

Lisans eğitimini Martin Luther Üniversitesinde Tarih ve İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümlerinde tamamlayan Kural, Londra Üniversitesi SOAS’ta (School of Oriental and African Studies) Yakın Doğu Çalışmaları alanında yüksek lisans eğitimini tamamlamıştır. Kural, Perspektif dergisinin online editörlüğünü yapmaktadır.

Yazarın diğer yazıları
Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Son Yüklenenler