Dosya: "Moda ve Kimlik"

Tulum, Süveter, Gastarbeiter

Göçmen toplulukların kıyafet davranışları ve çokkültürlü bir toplumda bu davranışların yaşadığı dönüşüm oldukça merak edilen bir konu. Gökhan Duman, misafir işçilerden 90’lı yıllardaki “Alamancı” gençliğe kadar göç kökenlilerin kıyafetlerinin ve bunların temsil ettiklerinin peşine düştü.

Fotoğraf: Gökhan Duman - DiasporaTürk.

1983 yılında Stern Dergisi’nde çıkan yabancı düşmanlığıyla ilgili bir haberden etkilenen, Kerstin, Sonja, Elisa ve Annemarie ismindeki dört ortaokul arkadaşı, bir sokak deneyi yapmaya karar vermişti. Buna göre kılık değiştirerek Türk çocukları gibi görünecek ve Köln sokaklarında gezerek Almanların onlara karşı davranışlarını gözlemleyeceklerdi. Sarı kafaları ve renkli gözleriyle istedikleri deneyi gerçekleştirmeleri pek mümkün değildi. Okuldaki Türk arkadaşlarından ve öğretmenlerinden yardım istemeye karar verdiler. Her şey çok hızlı gelişti. Türk öğrenciler evlerinden “bize” özgü kılık kıyafetlerden getirdiler. Öğretmenlerinin yardımıyla deneye katılmak isteyen 8 öğrencinin makyajları yapıldı, saçları geçici boyayla boyandı ve Türk öğrencilerin getirdiği kıyafetleri de giyerek sokağa çıkmaya hazır hale geldiler. Artık her şey tamamlanmıştı. Dış görünüşün, giysilerin ve renklerin, insanların tavırlarını nasıl etkileyeceğini birazdan görebileceklerdi.

Kırık bir Almanca konuşarak mağazaları gezmeye başladılar. Jan ve Rainer bir oyuncak mağazasına gidip oyuncaklara bakmaya başladı. Daha ilk anda mağaza sahibi “Hey Ali sakın bir şeye dokunma!” diyerek birini uyardı. Ali diye seslendiği kişi aslında Jan’dı. Rainer ise alışveriş yapan Alman bir akranına yaklaşmak istedi, çocuk ona dönerek bağırdı: “Uzaklaş, kokuyorsun!” Aynı mağazada çocukların ücretsiz video oyunu denediklerini gören Jan ve Rainer bu kez oraya yöneldi, ancak mağaza sahibi bu duruma daha fazla katlanamadı ve çocukları mağazadan kovdu. Adam o esnada şöyle seslendi: “Buraya yalnızca ısınmaya geliyorlar.”

Elisa ve Annemarie ise her zaman gittikleri parfümeri mağazasına giderek hep yaptıkları şeyi yaptılar. Oyaştaki pek çok akranları gibi reyonları dolaşıp ürünlere bakıyorlardı. Ancak sürekli göz hapsinde olduklarını fark etmeleri uzun sürmedi. Bir süre sonra kendilerine potansiyel hırsız gibi davranıldığından emin oldular. Mağazada daha fazla kalamadılar. Alex ve Rainer ise kaldırımda yaşlı bir kadının kendilerine doğru yaklaşırken çantasını endişeyle kolunun altına sıkıştırdığını fark etti. O sırada yanındaki kişi şöyle diyordu: “Tedbirli olmak iyidir, bunların ne olduğunu asla bilemezsin.”

Sınıf öğretmeni Hermann Wübbels şöyle söylüyordu: “Deney onlara yardımcı oldu. Dış görünüşün tavırları tetiklediğini ve önyargıların ne kadar çabuk ortaya çıkabileceğini kendileri gördüler. Yabancı karşıtı sloganlar ve daha önce sınıfta duyulan bazı şakalar bile artık neredeyse yok.” Her şey bittikten sonra Elisa, kendi ve arkadaşları adına deneyi şöyle yorumladı: “Biz aşağılanmanın nasıl bir şey olduğu pek anlayamazdık. Ancak şimdi bunun ne demek olduğunu ve insanların size tepeden ve tiksinti içerisinde bakarak bunu yaptıklarını öğrenmiş olduk.”

Almanya’nın Köln şehrinde yaşayan ortaokul öğrencileri yalnızca üzerlerindeki kıyafetleri ve görünüşlerini değiştirerek galaksiler kadar birbirinden uzak tavırların muhatapları olabileceklerini anlamışlardı. Giyim kuşamın, kültürün bir parçası olduğu yadsınamaz. Desenlerin, motiflerin, renklerin, hatta kumaş türünün bile karşıdan bakan için bir anlam ifade ettiğini, dış görünüşün karşımızdaki kişiyi saniyeler içerisinde coğrafi, etnik, sosyolojik, ekonomik, dinî ya da kültürel bir ön kabulle yorumlamamıza yettiğini söylemek yanlış olmaz.

Kılık kıyafet alışkanlıklarının aynı ülkenin insanları arasında dahi bölgeden bölgeye, hatta şehirden şehire fark ettiğini ve bir algılama biçimi yarattığını düşünürsek, anavatanları dışında yaşayanlar için giyim kuşamın, dil, din, kültür, görenek, müzik ve gastronomi gibi kimliğin bir parçası hâline gelebileceği pekâlâ söylenebilir.

Türkiye’den yurt dışına göç edenlerin gittikleri ülkelere giyim kuşam alışkanlıklarını nasıl taşıdıklarına, bunların zamanla uğradığı dönüşüme ve yerli toplum tarafından nasıl algılandıklarına bakmak için göçün ilk yıllarına kısa bir yolculuk yapmak konunun tarihsel gelişimine ışık tutabilir.

İşçi Arkadaş: Güzel Giyin!

Türkiye ve Almanya arasında imzalanan iş gücü anlaşmasının ardından Sirkeci Tren Garı’nda yoğun işçi sevkiyatları başlamıştı. Yolculuktan önce son hazırlıklar titizlikle yapılıyor, işçiler yeni hayatlarına hazırlanıyordu. Sevkiyatın Türkiye kısmından sorumlu olan İŞKUR yetkilileri, işçilerimize yolculuk günü takım elbise, kravat ve siyah kunduralarla gelmelerini tembihliyordu. Onlar artık ülkenin yeni temsilcileriydi ve dış görünüşleriyle de memleketi en yakışır biçimde temsil etmeleri gerekirdi. Kimi köyündeki öğretmenin yedek kravatını, kimi abisinin düğün takımını kimi de arkadaşının kunduralarını alarak bu “kutsal” göreve hazırlanmaya çalıştı. Oysa yolun sonunda, Almanya’da onları bekleyen ya bir işçi tulumu ya da bir fabrika önlüğüydü.

“Dosyalarına yazılan yabancı harflerin Avrupa’nın maden havzalarını işleten şirketlere ait olduğunu bilmeden yola çıkanlar, üç günlük yolda boyunlarını sıkıp duran kravata lanet edecekler. Yerin altında çalışmaktan gözlerinin beyazı bile karaya bürünmüş olan Alman ustabaşı, grantuvalet kapıya dayanan madenci adaylarını şöyle bir süzüp, ardından taş gibi ağır bir ses tonuyla onlara şöyle seslenecek: Artık kravatlarınızı Ren Nehri’ne atabilirsiniz.” (11.Peron)

Misafir işçiler açısından kılık kıyafetin, kimliğin bir parçası hâline dönüşmesinin ve bunun yarattığı algının çetrefilli bir konu olduğu söylenebilir. İşçi tulumları ve önlüklerinin sahiplerine toplumda gösterilen sandalyenin yeri az çok belliyken, bir de “yabancılığın” üstlerine biçtiği “hayali örtü”, giyim kuşamın bir turnusole dönüşmesine aracılık ediyordu.

İlk nesil işçiler yıllarca karşı tarafta yarattıkları bu algının pek de farkında olmadan fabrika ve madenlerde çalışırken, iş arkadaşları, meister’ları ve komşuları tarafından çoktan bir kalıbın içerisine yerleştirilmiş olabilir miydi? Günter Wallraff’ın Türk işçisi kılığında iki yıl boyunca yaşadıklarını anlattığı kitabına “En Alttakiler” ismini vermesi tesadüf değildi. İşçiler, bir sınıf olarak toplumun zeminine serilmişken, misafir işçilerin yeri, zeminin de altında bir yerdeydi.

Günter Wallraff, misafir işçilerin maruz kaldığı tavır ve davranışları gözlemlemek amacıyla başladığı araştırmasında ilk iş olarak dış görünüşünü değiştirmişti. “Gastarbeiter” stereotipinin oluşmasında her ne kadar dil, din, kültür, değerler, yaşam biçimi, yeme içme tercihleri gibi pek çok unsurun payı olsa da giyim kuşamın da önemli bir etkisi olduğunu söylemek mümkün. İşçilerimiz, tulum ve önlüklerinin altına giydikleri, Anadolu’dan getirilmiş el emeği göz nuru süveterlerin bir kıyafetten öte, karşı taraf için bir “imaja” dönüştüğünü fark edebilmişler miydi?

Nehrin Diğer Yanı…

Gurbete giden işçilerin tatil için memlekete dönüşleri anlı şanlı oluyordu. Köylerde, kasabalarda onların yolunu gözleyenler, bir sabah kapılarını çalan bu “janti” kimseleri görünce şaşkınlıklarını gizleyemiyor, “Alamanya” denilen yerin sırrına akıl erdiremiyorlardı. Şık ceketler, ipek gömlekler, fötr şapka, bol paça pantolonlar, parlak kunduralar ve türlü hediyelerle karşılarında duran bu kişilerin “işçi” olduğuna inanmak zordu. Peki 60’ların ve 70’lerin Almanya’sında erkek modası gerçekten böyle miydi?

Esasında misafir işçiler fötrle oluşturulan takım modasını yakalayabilmişlerdi, ancak onların özellikle popüler kültürdeki yansımalarında bir kafa karışıklığı söz konusuydu. Yeşilçam’da ve gazetelerde karikatürize edilen Türk misafir işçilere, birbiriyle uyumlu olmayan parlak renkli kıyafetler giydiriliyor, böylece “zevksiz” ve “görgüsüz” gurbetçi tiplemesine istemeden de olsa zemin oluşturuluyordu. İşçilerimizin Avrupa şehirlerinde hâlâ çok yaygın olan ikinci el pazarlarından Noel ve benzeri kutlamalar için satılan renkli ekose ceketleri ucuz bulup aldıklarına ilişkin şehir söylentisi, bir şekilde büyümüş ve arşivlerdeki fotoğraflarda grantuvalet görünen o emekçi insanların asıl suretlerini gölgelemeyi başarmıştı. 

Bu abartı dış görüntü, Yeşilçam’da sunulan “gurbetçi” tiplemesinin başkaca bir söze gerek olmaksızın “sonradan görme” olduğunu anlatmaya yetiyor, yüz binlerce misafir işçiyi ve onların emeklerini görmezden gelip, bir kalıba sokarak bambaşka bir stereotip yaratıyordu. Türk sinemasındaki misafir işçiler ve gurbetçiler hiçbir zaman filmin sevilen kahramanları ya da kendisine danışılan, sözü dinlenilen, saygı gören kişileri olamadılar. Bunda popüler kültürle karikatürize edilen dış gürünüşün de payının olduğunu söyleyebiliriz.

90’ların Gençliği

Yeni nesille birlikte göçle ilgili pek çok nosyonun, ön yargı ve kabulün değişmesi kaçınılmazdı. Eski kalıplar rafa kaldırılsa da yerine yenileri geliyordu. Dış görünüşün ve giyim kuşamın yeni neslin karakterize edilmesindeki rolü ise eskilere oranla daha baskındı.

Göçmen kökenli gençlerin 90’lı yıllarda tarz olarak esinlenip kendilerine model aldıkları kültür, çok uzaklardan, Amerika’dan geliyordu. 80’li yıllarda Amerika’da yükselen Afro-Amerikan kökenli hiphop kültürünün Avrupa ve Almanya’da karşılık bulması çok uzun sürmedi. Ancak ilginin asıl nedeni bu değildi. Toplum dışına itilip ötekileştirilen siyahi gençlerin Amerika’da rol biçme, birleşme, protesto ve eleştiri aracı olarak kullandığı hiphop kültürünü, Almanya’da benimseyecek kişilerin aileleri bir zamanlar misafir işçi olarak gelmiş, sayısız ayrımcılıkla yüz yüze kalmış göçmen kökenli gençlerdi.

Blucin, baskılı tişört, şapka, deri ceket, takı ve spor ayakkabıdan oluşan stil, etnik sembollerle birleştiriliyor; İngilizce, Almanca, Türkçeden oluşan karışık dil, agresif grup isimleri ve rap müzikle tamamlanıyor, yeni bir “kuşak” biçimi ortaya çıkıyordu. Bu modifiye görüntü karşı tarafta yeni algılar oluşturdu. Ve maalesef nehrin her iyi yanı da sokaktaki dönüşümün gerçek manasını ıskaladı. Almanya ve Türkiye, yeni nesil gençlerin göç tarihini dönüştürdüğünü geç kavradı. Çoğu Almanya doğumlu olan gençlere, kestirme bir yolla “iki toplum arasında sıkışmış kayıp kuşak”, “kimlik bunalımı yaşayan kızgın çocuklar” olarak bakıldı. Onların dış görünümü ve giyim kuşam tercihleri yine turnusol görevi gördü.

Türkiye’de ise kültürel olarak katı bir sınıra hapsedilen “Alamancı” tiplemesinin, klişe bir aksesuar olarak taktığı “fötr şapkasının” çoktan ıskartaya çıkarıldığı anlaşılamadı. Hem gündelik ön kabullerde hem de popüler kültürde “gurbetçi” tiplemesi yine 60’ların mirasını taşımaya devam etti. Yeni neslin yeni görüntüsü ise yine alaycı bir tonla ele alındı.

Değişen Moda, Değişmeyen “İmajlar”

Moda, her geçen gün giderek büyüyen devasa bir sektör. Hazır giyim, kariyerinin zirvesinde. Mağazalar “kategori” olarak neredeyse aynı ürünleri satıyor. Hiç olmadığımız kadar birbirimize benzer giyiniyoruz. Yine de göçmen kökenlilerin kültürel ve etnik motifli dış görünümleri Batı’da hâlâ benzer ön kabuller ve yargılar yaratmaya devam ediyor.

Yakın zaman önce, tıpkı bir zamanlar Köln’deki ortaokul öğrencilerinin yaptığı gibi Fransa’da da bir sosyal deney yapıldı. 20’li yaşlardaki Fransız genç önce kendi kıyafetleriyle, ardından göçmen kökenli olduğunu işaret eden bir kıyafetle “bana sarılabilirsiniz” performansı sergiledi. Günün sonunda ikinci performanstaki görünümüyle, değil sarılmak el bile sıkamadan evin yolunu tuttu. Dış görünüş ve giyim kuşam tercihleri, klişeler oluşturmaya devam ediyor. İşçi tulumu ve önlüklerin altına giyilen süveterler hâlâ başkaca “imajlar” üretiyor.

Gökhan Duman

Yazar ve editör olan Duman, “11. Peron” ve “Göçüp Kalanlar” isimli kitapların yazarı, ayrıca “DiasporaTürk” isimli sosyal medya hesabının kurucusudur.

Yazarın diğer yazıları
Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Son Yüklenenler