Sebastian Klein: “Parayı Sorunun Değil, Çözümün Parçası Haline Getirmeliyiz”
Blinkist’i kurup sattıktan sonra milyoner olan Sebastian Klein, kazandığı sermayeyle yeni bir yol arayışına girdi: Kapitalizmin kurallarını sorgulayan, yatırımı toplumsal dönüşüm amaçlı kullanmak isteyen radikal bir yatırımcıya dönüştü. Karma Capital’in kurucusu Klein’la, demokrasiyi savunmak, medya özgürlüğünü korumak ve derinleşen eşitsizlikle mücadele etmek için parayı nasıl dönüştürücü bir güce çevirdiğini; klasik hayırseverliğin neden artık yetersiz kaldığını konuştuk.

Sebastian Klein, Almanya’nın en dikkat çekici sosyal girişimcilerinden biri. 2012 yılında kurucu ortaklarından biri olduğu dijital kitap servisi olan Blinkist’i küresel bir başarıya dönüştüren Klein, şirketin satışından sonra milyoner oldu. Satıştan elde ettiği kazancı sadece kişisel zenginlik için değil, toplumsal dönüşüm için bir araç olarak gören Klein, buradan edindiği sermayeyle Karma Capital’i kurdu.
Aynı zamanda bir psikolog ve yazar olan Klein, servetinin yüzde 90’ınını bağışlama kararı aldı. Yatırım dünyasında radikal bir anlayışın savunucusu olan Klein kapitali, demokrasiyi güçlendirmek, medya çeşitliliğini korumak ve eşitsizlikle mücadele etmek gibi sistemsel sorunlara çözüm bulmak için kullanıyor. Kâr maksimizasyonu yerine toplumsal faydayı merkeze alan bu yaklaşım, klasik “impact investing” anlayışının çok ötesine geçiyor.
Sayın Klein, siz bir girişimci, yatırımcı ve Karma Capital’in kurucularından birisiniz. Karma Capital’i kurmaya giden yolunuzu sormak isterim. Burada yaptığınız çalışmaları klasik etki yatırımlarından (impact investing) ayıran şey nedir?
Çılgın zamanlardan geçiyoruz: Her yıl yeni krizler ekleniyor: Finans krizi, iklim krizi, demokrasi krizi, eşitsizlik krizi… Aynı zamanda ise sürekli daha fazla servet biriktiriyoruz. Almanya, tarihin en zengin toplumlarından biri. Bu ülkedeki insanların tahminen 20 trilyon avro özel serveti var. Bu kadar parayla dünyadaki hemen her büyük sorun küresel ölçekte çözülebilir, en azından teorik olarak. Ancak bu kadar büyük bir sermayeyi bu sorunların çözümü için harekete geçirmeyi başaramıyoruz. Tam tersine, bu servetin büyük kısmı, sorunlarımızı daha da büyüten iş modellerine yatırılıyor. Bunu acilen değiştirmeliyiz. Ben de bu nedenle Karma Capital’i kurdum: Amacımız, parayı çözümün bir parçası hâline getirmek. Bunun için de finans piyasasını kökten değiştirmemiz gerekiyor.
Klasik etki yatırımı ise mevcut sistemi değiştirmiyor; sadece ortaya çıkan bazı zararları hafifletmeye çalışıyor. Amaç hâlâ esas olarak mümkün olduğunca yüksek finansal getiri elde etmek, yani daha fazla özel servet yaratmak. Buna ek olarak bazı kriterler belirleniyor ve örneğin CO₂ emisyonlarını biraz azaltmak hedefleniyor. Ama bu, sorunlarımızı çözmeye yetmeyecek. Eğer finans piyasası sistemini ve nihayetinde tüm ekonomimizi dönüştürmemiz gerektiğini anlarsak, yatırımlarımızı da tamamen farklı yapmamız gerekir. Sermayenin büyük bir dönüştürücü gücü vardır, eğer bu hedefe yönelik göre kullanılırsa. Ancak bu durumda finansal getiri değil, toplumsal getiri, yani toplum için sağlanan fayda öncelikli olmalı.
“Ciddi Tehdit Altındaki Demokrasimizi Korumak İçin Sermayeyi Hareket Geçirmeliyiz”
Yani Karma Capital’in amacı, sermayeyi sistem değiştirici bir biçimde kullanmak. Bize şimdiye kadar yaptığınız çalışmalardan örnekler verebilir misiniz?
Sistemsel yatırım yapmak, sermayeyi bir sistemi değiştirmek için kullanmak demektir. Bu sistem, ilk etapta her şey olabilir: Küresel finans sistemi, bir ülkenin gıda sistemi, eğitim sistemi ya da ekonomideki belirli bir sektör. Biz kendimize önemli bir konu olarak demokrasinin korunmasına katkı sağlamayı hedefledik. Bunu da demokrasinin önemli bir ayağı olan ve kamu yararına çalışan gazeteciliği ve medyayı sermaye yoluyla güçlendirerek yapıyoruz.
Bugün demokrasimiz ciddi şekilde tehdit altında; çünkü hem geleneksel medya hem de yeni “sosyal” medya giderek çok zengin bireylerin eline geçiyor. Ve bu kişiler -örneğin, Elon Musk ya da Mark Zuckerberg- toplumda hangi tür bilgilerin dolaşıma gireceğine dair kuralları keyfi olarak belirleyebiliyor. Bu da ciddi sonuçlar doğuruyor.
Facebook’un Myanmar’da Rohingyaların maruz kaldığı soykırımdaki rolü buna çarpıcı bir örnek. Facebook algoritması sayesinde, şiddete çağıran nefret dolu videolar kitlesel olarak yayıldı ve bu da nihayetinde şiddetin uygulanmasına ve birçok insanın öldürülmesine katkıda bulundu.
Bu aşırı bir örnek ama Almanya’da da medya dünyasındaki değişimin toplumumuzu nasıl etkilediğini gözlemleyebiliyoruz. Kısa süre önce, Almanya’da Sosyal Demokrat Partili (SPD) Frauke Brosius-Gersdorf’un anayasa mahkemesinde yargıç olarak seçilmesi, sağcı aktivistlerin ve alternatif medyanın yürüttüğü son derece başarılı bir dezenformasyon kampanyası nedeniyle engellendi. Eğer medyanın -ki boşuna demokrasinin dördüncü ayağı olarak anılmaz- otokratların ve oligarkların oyuncağı hâline gelmesini istemiyorsak, buna karşı harekete geçmemiz gerekiyor.
Bizim bu konuda yaptığımız şu: Geçtiğimiz yıl, Schöpflin Vakfı, Mercator Vakfının İsviçre kolu ve Avusturya’daki ERSTE Vakfı ile birlikte Media Forward Fund’ı kurduk. Bu fon, Almanya, İsviçre ve Avusturya’daki medya girişimlerine maddi destek sağlıyor. Bu organizasyonlara, iş modellerini kurmaları için 400.000 avroya kadar destek veriliyor. Elbette bu tek başına medyayı oligarkların elinden kurtaramaz, yine de bu doğru yönde atılmış önemli bir adım. Şimdi önemli olan, demokrasimizin korunması için çok daha fazla sermayeyi harekete geçirebilmek.
“Sorumluluk Temelli Şirket Sahipliği Modeli Eşitsizlikle Mücadelede Önemli Bir Oynayabilir”
Karma Capital için uzun vadeli vizyonunuz nedir? Önümüzdeki beş ila on yıl içinde organizasyonunuzun nasıl bir gelişim göstermesini istiyorsunuz? Yeni alanlar veya ortaklıklar hedefliyor musunuz?
Medya ve demokrasi konularının yanı sıra şu anda sadece “sorumluluk temelli şirket sahipliği” (Alm. Verantwortungseigentum) modeline sahip firmalara yatırım yapan bir fon üzerine çalışıyoruz. Şirketlerde mülkiyetin bu alternatif biçiminin eşitsizlik krizinin aşılmasında anahtar rol oynayacağına inanıyorum. Eğer bu model norm hâline gelirse, şirketlerin milyarderlerin mülkü olmasına da gerek kalmaz.
Kısaca ifade edecek olursam; sorumluluk temelli şirket sahipliği (İng. steward ownership) modeli, şirketin mülkiyetinin daima şirketin kendisinde kalması anlamına gelir. Şirket satılamaz ve dış yatırımcılar şirket üzerinde kontrol sahibi olamaz. Almanya’da önümüzdeki yıllarda bunun için özel bir yasal yapı, “bağlı varlıkları olan şirket” (Alm. Gesellschaft mit verbundenem Vermögen) olarak hayata geçirilmesi planlanıyor.
Gelecek yıllar için vizyonumuz, bir yandan başka tematik fonlar kurmak. Örneğin rejeneratif, yani yenilenebilir tarım ya da uygun fiyatlı konutlar yaratmaya destek veren bir fon gündeme gelebilir. Toplum olarak ilerlememizi sağlayacak çözümlere para akışını yönlendirmek, şimdi her zamankinden daha önemli. Bugün ise ne yazık ki genelde paralar, sorunları büyüten alanlara akıyor.
Elbette bu çözümleri tek başımıza yaratamayız. Bu yüzden çok sayıda iş birliği ortağına ve birlikte çözüm üretmek isteyen insanlara ihtiyacımız var.,
“Servetin Küçük Bir Azınlıkta Aşırı Derecede Yoğunlaşması Karşılaştığımız En Büyük Tehdit”
“taxmenow” inisiyatifinde de aktif olarak yer alıyorsunuz. Almanya’da en zengin yüzde 10’luk kesim, net servetin yaklaşık yüzde 60’ını elinde tutarken, en alttaki yüzde 23,5’in hiç serveti yok: Hatta birçoğu borçlu durumda. Sizce bu servet dağılımında yapısal olarak ne yanlış gidiyor ve bu durum demokrasimiz için neden bir tehdit oluşturuyor?
Servetin böylesine küçük bir azınlıkta aşırı derecede yoğunlaşması, demokrasimizin şu anda karşı karşıya kaldığı en büyük tehdit. ABD’de şu anda gördüğümüz gibi, oligarkların demokrasiyi ne kadar hızlı ortadan kaldırabileceği açıkça ortada. Almanya’daki servet yoğunlaşması, ABD’dekine neredeyse eşit. Ancak burada önemli bir fark var: Almanya’da büyük servetin çok büyük bir bölümü, kişisel çalışmayla değil, miras yoluyla edinilmiş durumda.
Yani çok zengin insanların çoğu, zaten nesillerdir zengin olan ailelerden geliyor. Alman vergi yasaları ise büyük ölçüde, serveti olmayan ama çalışan insanlardan yüksek vergi alınmasına dayanıyor. Böylece eşitsizlik daha da büyüyor. Zaten zengin olan insanlar, hiçbir şey yapmadan daha da zenginleşebiliyor. Aynı zamanda, yalnızca çalışarak servet edinmek neredeyse imkânsız hale geliyor.
Bu durum, muhafazakâr çevrelerin Almanya’da sürekli dile getirdiği “herkes kendi gücüyle başarabilir” söylemi ile “performans toplumu” (Alm. Leistungsgelsellschaft) anlatısıyla tamamen çelişiyor. Bu anlatıyı oldukça acımasız ve alaycı buluyorum; çünkü gerçekte çok zengin insanların çoğu hiçbir şey başarmadı: Servetlerini sadece miras yoluyla elde ettiler.
Demokrasi açısından tehdit edici olan bir başka nokta da şu: Bu kadar büyük bir servet, elbette ki beraberinde büyük bir güç getiriyor. Elon Musk, ABD’de seçim sürecine yaklaşık 250 milyon dolarlık bir müdahalede bulunabildi. Ve elbette, hükûmetin kendi çıkarlarına uygun hareket etmesi halinde daha sonra çok daha fazla para kazanacağını hesapladı.
Almanya’da da çok zengin bireyler, siyaset üzerinde etkide bulunabiliyor: Parti bağışlarıyla, lobi çalışmalarıyla ya da medya üzerindeki etkileriyle. Örneğin sağ-popülist haber platformu NIUS, multimilyoner Frank Gotthardt tarafından finanse ediliyor.
“Zenginlerin En Fazla Katkıyı Sağladığı Bir Vergi Sistemine İhtiyacımız Var”
Size göre zengin insanların bireysel olarak hayırsever faaliyetlerde bulunması yeterli mi, yoksa gerçek bir değişim sağlamak için servet vergisi gibi siyasi olarak bağlayıcı önlemler mi gerekiyor?
Hayırseverlik harika şeylere yol açabilir. Ama sonuçta adaletsiz bir sistemin parçası ve temelde demokratik değildir. Toplumumuz aslında şu prensibe dayanıyor: Toplumun ortak iyiliğini finanse etmeye ve paranın nereye harcanacağına demokratik olarak seçilmiş temsilciler karar verir. Eğer çok zengin bireyler okulların ya da hastanelerin yapılıp yapılmayacağına karar verirse, bu çok problemli olur.
Ayrıca hayırseverlikte, toplumun genel çıkarlarına uygun olmayan projelerin desteklenmesi gibi bir eğilim var. Bu da anlaşılır bir durum çünkü çok zenginlerin büyük çoğunluğu, beyaz, Batı Almanyalı, yaşlı erkeklerden oluşuyor. Bu insanların tüm toplum için neyin iyi olduğunu kavrama kapasiteleri nasıl yüksek olsun ki?
Bir diğer mesele de şu: Almanya’daki hayırseverlik hacmi oldukça sınırlı. Yıllık birkaç milyar avro bağış yapılırken, sadece federal bütçe neredeyse 500 milyar avro. Yani tamamen farklı boyutlar söz konusu. Bu nedenle, çok zenginlerin de topluma en fazla katkıyı sağladığı adil bir vergi sistemi acilen ihtiyacımız var. Şu anda bu durum böyle değil. Açık konuşmak gerekirse, her hafta milyonlarca insanın bunu protesto etmek için sokaklara dökülmemesine şaşırıyorum.