“Lukas”a Kabul, “Yusuf”a Ret: Mesleki Eğitim Başvurularında Ayrımcılık
Siegen Üniversitesinde yapılan kapsamlı bir araştırma, Almanya’da mesleki eğitim başvurusunda bulunan göçmen kökenli adayların sistematik olarak dezavantajlı konumda olduğunu ortaya koydu. Araştırmaya göre, yabancı kökenli isimlere sahip gençler, okul başarılarından bağımsız olarak, Alman ismine sahip akranlarına göre çok daha az geri dönüş alıyor.

Siegen Üniversitesinde yürütülen kapsamlı bir araştırma, Almanya’daki mesleki eğitim başvuru süreçlerinde göçmen kökenli adayların sistematik olarak dezavantajlı konumda olup olmadığı detaylı bir şekilde inceledi. Çalışma, özellikle Türk, Rus, Arap ve İbranice isimlere sahip kişilerin başvurularının, benzer niteliklere sahip Alman isimli adaylara kıyasla daha az yanıt alıp almadığını ortaya koymayı hedefledi.
Çalışmada akademik başarı, staj deneyimi ya da gönüllü faaliyet gibi olumlu göstergelerin aradaki eşitsizliği azaltıp azaltmadığı da incelendi. Ayrıca, işverenlerin kararlarını etkileyen ön yargı ve varsayımlar da araştırmanın odağında yer aldı.
Çalışmanın arka planında, mesleki eğitim sistemine katılımda göçmen kökenli gençlerin açık biçimde dezavantajlı konumda olmaları yatıyor. Federal Mesleki Eğitim Enstitüsü’nün (BIBB) verilerine göre, 2022 yılında Alman öğrencilerin yüzde 53,5’i mesleki eğitime geçiş yaparken, bu oran yabancı kökenli öğrencilerde yalnızca yüzde 31,3’tü. Aynı yılın sonunda mesleki eğitim yeri bulabilenlerin oranı, Alman gençlerde yüzde 43, göçmen kökenlilerde ise sadece yüzde 29 olarak kaydedildi. Bu fark, bireysel kariyer gelişiminin yanı sıra Almanya’daki iş gücü piyasasının uzun vadeli yapısını da yakından ilgilendiriyor.
Araştırma, 2022 ile 2025 yılları arasında üç ayrı aşamada yürütüldü. Almanya genelinde yaklaşık 50 bin kurmaca mesleki eğitim başvurusu, çeşitli sektörlerdeki işletmelere e-posta yoluyla gönderildi. İsimlerin yanı sıra not ortalaması, gönüllü faaliyetler, staj deneyimi ve ekonomik okuryazarlık gibi faktörler sistemli biçimde değiştirilerek, işverenlerin yanıt verme eğilimleri test edildi. Buna ek olarak, araştırmacılar deneysel bulgular ışığında 700’den fazla işverene anket uygulayarak, karar süreçlerinde etkili olan tutumları ve ön yargıları analiz etti.
Mesleki Eğitim Pazarında Ayrımcılığın İzleri
Araştırma, göçmen kökenli gençlerin, başvurularında sistematik ayrımcılıkla karşılaştıklarını ortaya koydu. Farklı etnik köken, cinsiyet ve akademik başarı düzeylerine sahip başvuru profilleriyle yapılan binlerce başvuru sonucunda elde edilen bulgular, ayrımcılığın yalnızca etnik kökene değil, aynı zamanda cinsiyet, yerleşim yeri, firma büyüklüğü ve sektöre bağlı olarak da değiştiğini gösteriyordu.
Araştırma kapsamında gönderilen başvurularda, Alman ismine sahip başvuru sahipleri en yüksek geri dönüş oranlarını elde etti. Örneğin, “Lukas Becker” ismiyle gönderilen başvuruların yüzde 67’si geri dönüş aldı. Buna karşın, Alman olmayan isimlere sahip başvuru sahipleri belirgin biçimde daha az geri dönüş aldı: “Ivan Smirnov” (Rusça) yüzde 57, “Ariel Rubinstein” (İbranice) yüzde 54, “Yusuf Kaya” (Türkçe) ise yüzde 52 geri dönüş alabildi. Listenin en altında ise yalnızca yüzde 40 oranında yanıt alan “Habiba Mahmoud” (Arapça) ismi yer aldı.
Toplamda erkek adaylar (%57,1) kadınlara kıyasla (%56,5) çok az farkla daha fazla yanıt alsa da, bu fark istatistiksel olarak anlamlı değildi. Ancak etnik kökenle cinsiyetin kesiştiği durumlarda çarpıcı sonuçlar ortaya çıktı: Arap kökenli kadınlar, Arap kökenli erkeklere kıyasla yaklaşık %7 daha düşük yanıt oranına sahipti. Diğer etnik gruplarda ise bu fark ya gözlemlenemedi ya da kadınların lehine seyretti.
Kökenden bağımsız olarak, yüksek not ortalamasına sahip adayların, düşük ortalamalı adaylara göre sadece 1-1,5 puanlık daha fazla yanıt aldığı görüldü. Bu fark, istatistiksel olarak anlamlı değildi. Ayrıca ayrıntılı analizler, yüksek akademik başarıya sahip adayların, aynı etnik gruptan ama daha düşük not ortalamasına sahip adaylara kıyasla sadece çok sınırlı ölçüde daha fazla geri dönüş alabildiğini gösterdi. Bu eğilim tüm gruplarda benzer şekilde gözlendi. Yani çok iyi notlara sahip olmak bile, yabancı isimli adayların karşılaştığı ayrımcılığı kayda değer biçimde azaltmıyordu.
EBCL gibi ekonomi odaklı sertifikalar veya daha önce yapılmış stajlar da ayrımcılığı azaltmakta başarısız oldu. İşverenlerin sadece %11’i EBCL sertifikasını tanıdığını belirtirken, bu grubun %42’si de sertifikanın mesleki yeterliliği yansıttığını düşünmedi. Benzer şekilde, %27,4’lük bir kesim staj deneyiminin aday değerlendirmesinde belirleyici olmadığını belirtti.
Araştırmaya eşlik eden işveren anketinde, göçmen kökenli adayların işe alınmasının daha fazla çaba gerektirdiği, özellikle dil yetersizliği, kültürel farklar, entegrasyon zorlukları ve düşük sebat düzeyi gibi nedenlerle “ek maliyet” oluşturabilecekleri algısı öne çıktı. Arap ve Türk kökenli gençler, işverenlerce “uyum sorunu yaşama ihtimali en yüksek” gruplar olarak değerlendirildi. Bu bakımdan bu iki grup en çok ön yargıya maruz kalan gruplar arasında yer aldı.
Ayrımcılığın düzeyi, bölgenin nüfus yoğunluğuna göre de değişiklik gösterdi. Kırsal alanlarda ayrımcılık daha belirgindi: Almanca isim taşıyan adaylar %69 oranında geri dönüş alırken, göçmen kökenli adaylar sadece %53 oranında yanıt alabildi. Büyük şehirlerde bu fark biraz azalsa da, ortadan tamamen kalkmadı.
İşyeri büyüklüğü arttıkça, başvuruya geri dönüş oranı da artış gösterdi. Ancak küçük ölçekli firmalarda (1–5 çalışan) göçmen kökenli adayların yanıt alma oranı sadece %32,9 iken, Almanca isimli adaylarda bu oran %52,2 oldu. Büyük firmalarda bu fark azalsa da tamamen kaybolmadı.
Ayrıca, kamu sektörü, ayrımcılığın en düşük olduğu alan olarak öne çıktı. Arap kökenli adaylar bile burada %65’e varan oranlarda yanıt alabildi. Buna karşın, sanayi ve zanaat sektöründe, aynı grup sadece %22 yanıt oranına ulaşabildi. Ticaret ve hizmet sektörü ise orta düzeyde ayrımcılık barındırıyordu.
Gönüllü faaliyetlerin ayrımcılığı azaltmadığı da çalışmanın sonuçlarından bir diğeri oldu. Bilim kulübü veya Alman-Türk derneğine üyeliği gibi faaliyetler özgeçmişe eklenerek gönderilen başvurularda, gönüllü katılımın ayrımcılığı azaltma yönünde herhangi bir etkisi olmadığı gözlemlendi. Hatta bazı sektörlerde bu tür faaliyetler, özellikle Türk kökenli adaylar için beklenmeyen olumsuz etkilere dahi yol açtı.
Çalışma, Karar Aşamasındaki Önemli Mekanizmaları Gün Yüzüne Çıkarıyor
Araştırmanın ortaya koyduğu tablo, mesleki eğitim başvurularında göçmen kökenli gençlerin neden sistematik olarak daha az geri dönüş aldığına dair bazı önemli mekanizmaları gün yüzüne çıkarıyor. İlk bakışta ayrımcılık gibi görünen bu durum, daha derinlemesine incelendiğinde yalnızca bireysel ön yargılarla değil; işgücü piyasasındaki yapısal koşullar ve davranışsal eğilimlerle de açıklanabiliyor.
Almanya’daki mesleki eğitim sistemine başvuran gençler, genellikle 15 ila 18 yaş arasında oldukları için, işverenlerin adayın işe uygunluğunu ölçebilecekleri veriler oldukça sınırlı. Ne önceki iş deneyimi ne de referans mektupları gibi belirleyici bilgiler bu yaş grubunda mevcut. Bu da işverenleri, kararlarını dolaylı göstergeler üzerinden vermeye itiyor. Adayın not ortalaması, staj deneyimi ya da gönüllü faaliyetlere katılımı gibi unsurlar kadar, ismi de değerlendirme sürecinde belirleyici hâle gelebiliyor.
Ancak araştırma, bu tür “üretkenlik sinyallerinin” göçmen kökenli adaylar açısından fark yaratmadığını gösteriyor. Yani yüksek not ortalaması, gönüllü projelere katılım ya da ekonomi bilgisi sertifikası gibi pozitif göstergeler, Almanca isim taşımayan başvuru sahiplerinin geri dönüş alma şansını anlamlı biçimde artırmıyor. Bu durum, etnik kökene dayalı ön yargıların, adayın yetkinliğine dair nesnel göstergelerin önüne geçtiğini düşündürüyor.
Özellikle küçük işletmeler ve kırsal bölgelerde faaliyet gösteren firmalarda, göçmen kökenli adaylara yönelik uyum endişeleri daha belirgin. Bu firmalar genellikle sınırlı insan kaynağı ve kurumsal kapasiteyle çalışıyor, işe alım süreçleri de çoğunlukla formel kriterlere değil sezgisel yargılara dayanıyor. Araştırma kapsamında görüşülen bazı işverenler, göçmen kökenli gençlerin “ekip içinde zor uyum sağlayabileceği” gibi varsayımlarla hareket ettiklerini belirtiyor.
Buna ek olarak, mesleki eğitim süreci işverenler açısından dikkate değer bir yatırım gerektiriyor. Son verilere göre, üç yıllık bir eğitim döneminde firmaların yaptığı ortalama brüt yatırım yaklaşık 21 bin avro. Bu maliyetin ancak 14 bin 500 avrosu öğrencinin üretkenliğiyle dengelenebiliyor; geriye kalan net finansal yük ise firma için 6 bin 500 avroyu buluyor. Dolayısıyla işveren, bu yatırımı yaptığı adayın uzun vadede işletmede kalacağından emin olmak istiyor. Bazı durumlarda “fazla başarılı” ya da “aşırı istekli” adaylar ileride üniversiteye yönelip işletmeden ayrılabileceği endişesiyle riskli görülüp elenebiliyor. Hatta bazı işverenler, gönüllü STEM projelerine katılan öğrencilerin “fazla istekli” olduklarını düşünerek başvurularını olumsuz değerlendirebiliyor. Bu durum, klasik anlamda olumlu kabul edilen birçok özelliğin tersine bir etki yarattığına işaret ediyor.
Davranışsal iktisat bu tür karar süreçlerini “sınırlı akılcılık” (İng. “bounded rationality”) kavramıyla açıklıyor. Yani işveren, elindeki veriler yetersiz olduğunda kararlarını hızlı ve kolay yollardan veriyor; bu da çoğu zaman ön yargılara dayalı tercihlere neden oluyor. Bu tür karar mekanizmaları, özellikle bilgiye erişimin sınırlı olduğu küçük firmalarda ve daha homojen nüfuslu bölgelerde daha sık görülüyor.
Ayrıca, sektörel farklar da dikkat çekici. Kamu kurumlarında başvuru sahipleri arasında ayrımcılığın en düşük düzeyde gerçekleşmesi, işe alım süreçlerinin daha standart, şeffaf ve prosedüre bağlı yürütüldüğünü düşündürüyor. Buna karşılık sanayi ve zanaat sektörlerinde, özellikle de küçük işletmelerde, ayrımcılığın çok daha belirgin olduğu görülüyor.
Kısacası, işverenlerin kararları yalnızca başvuru sahibinin yeterliliklerine göre şekillenmiyor. Firmanın ölçeği, bulunduğu bölge, mesleki eğitim sisteminin ekonomik yapısı, bilgi eksikliği ve bilişsel ön yargılar gibi faktörler iç içe geçerek süreci karmaşık hâle getiriyor. Tüm bu unsurlar bir araya geldiğinde, göçmen kökenli gençlerin sistematik bir dezavantajla karşı karşıya kaldığı açık biçimde ortaya konmuş oluyor.
Çalışmanın araştırmacılarından ekonomist Dilara Wiemann, Siegen Ekonomik Eğitim Merkezi’nden yaptığı açıklamada, “İşletmeler böylece genç yetenekleri değerlendirmeyerek büyük potansiyelleri heba ediyor. Çok daha iyi okul notlarına ve sosyal katılıma sahip olsalar dahi, göçmen kökenli gençlerin kökeni, performanslarının önüne geçiyor.” dedi.
Çalışmanın bir diğer araştırmacısı Siegen Üniversitesi’nden Profesör Ekkehard Köhler ise, “Bu durum özellikle el sanatları ve küçük işletmelerde belirgin. Kırsal bölgelerde ayrımcılık büyük şehirlerden daha yoğun yaşanıyor. Kamu sektörü hariç, gençlerimizin geleceği bu şekilde tehlikeye atılıyor.” diye uyardı.
Araştırmacılar, bu sistematik dışlayıcılığın yalnızca bireyleri değil, toplumun bütününü olumsuz etkilediğine dikkat çekiyor. Çünkü işverenlerin ön yargılarla hareket ederek nitelikli adayları geri çevirmesi, hem işgücü piyasasında etkin eşleşmeyi engelliyor hem de zaten kronikleşmiş nitelikli eleman açığını daha da derinleştiriyor. Mesleki eğitim alanında binlerce pozisyonun boş kalmasının da, bu yapısal sorunla doğrudan bağlantılı olabileceği düşünülüyor.