Egemenlerin Tekno İktidarı ve Teknofeodalizm
Teknoloji şirketlerinin gücü artık sadece teknolojik kabiliyetleriyle sınırlı değil. Kapitalizmin üstüne feodal benzetmeli bir rant katı inşa edilmiş durumda. Bugünün egemenler mücadelesinde teknofeodalizm, bize dijital alanı parselleyenlerin gücünü yeniden gösteriyor.

Herkes gibi ben de bu yazıyı kaleme almak için masaya oturduğumda önce yapay zekaya başvurdum. İkisinin de ücretli versiyonlarını kullandığım ChatGPT ve Gemini’ye aklımdaki yazıyı uzun uzun aktardım. Onlardan bana teknofeodalizm ve demokrasinin gerileyişi hakkında hikâyeli bir girişi olan metin sunmasını istedim.
ChatGPT’nin ürettiği yazı şöyle başlıyordu:
Sabah kahveni alıp telefona bakıyorsun. Bildirimler, sonsuz bir akış. Bir yanda “arkadaşının” beğendiği video; diğer yanda “senin için” seçilmiş haberler: suç oranları artıyor, bir siyasetçinin sert çıkışı viral olmuş, “gerçekleri anlatan” bir infografik hızla yayılıyor. Bir hışımla yorumlara dalıyorsun, hararetle kendi görüşünü yazıyorsun…
Gemini’nin metninin ilk birkaç cümlesi ise bu şekilde karşıma çıktı:
Ahmet, sabah kahvesini yudumlarken akıllı telefonunun ekranını açtı. Karşısına çıkan ilk şey, onu saniyeler içinde öfkelendiren bir siyasi tartışma videosuydu. Tartışma kendi şehrinde yükselen gasp vakaları ile ilgiliydi. Öfkeyle bu videoyu geçti. Arkadaşlarının beğendiği haberler akışında görülmeye başladı. Devam ettikçe son 3-4 gündür benzer içeriklerle karşılaştığını düşünmeye başladı…
Bu iki metnin bir çırpıda fark edilecek benzerliği, bir düşünce yazısına başlanabilecek sonsuz ihtimaller içerisinden birbirine çok benzeyen kalıpları tercih etmiş olmaları; bizi kuşatan teknolojinin yapısını da açığa çıkarıyor. Bu iki farklı modelin ayrı olarak değerlendirildiğinde özgün gibi görünen fakat karşılaştırmalı olarak bakıldığında basmakalıp hissiyatı veren çıktıları; aslında özgünlük sandığımız şeyin, yüksek olasılıklı kalıpların yeniden üretiminden ibaret olduğunu gösteriyor.
Sabah kahvesi, telefon ekranı, algoritmik akış, suç ve öfke temaları… Tek tek okunduğunda doğal, yan yana konduğunda bariz bir kalıp hissi veriyor. Bu durum benim için yalnızca iki metnin benzeşmesi açısından değerli değil. Görünürlüğü belirleyen teknolojinin nasıl çalıştığının da küçük bir örneği.
İstemeden yapılmış bu rahatsız edici ufak deneyimden yola çıkarak şu soruyu sormak istiyorum: Eğer basit ve alelade bir soruya bile iki farklı yapay zekâ aynı sabah-telefon-akış anlatısını dayatıyorsa, dijital kamusal görünürlüğe de benzer bir mantık hâkim olabilir mi?
Teknofeodalizm Nedir?
Eski Yunan Ekonomi Bakanı ve iktisatçı Yanis Varoufakis’in “teknofeodalizm” dediği şey, üretim ve yenilikten çok mülkiyet ve rantın belirleyici olduğu yeni bir düzene işaret ediyor. Feodalitede toprağı kim tutuyorsa rantı o toplardı. Bugün ise “toprak” artık dijital platformlar. Bu platformlarda zamanlarını harcayıp içerik üreten ve birbirinin paylaşımlarına tepki veren kullanıcılar, ürettikleri devasa veriyle yeni “feodal lordlar”ı, yani büyük teknoloji şirketlerini besliyor. Bu veri yığınları, platformların hem işleyişini hem de kârlılığını belirleyen algoritmaların yakıtına dönüşüyor.
Sanayi kapitalizminin üretim, fabrika ve inovasyon döngüsünün yerini; Varoufakis’e göre bulut sermayesinin yönettiği platform evreni almış durumda. Bulut sermayesi, birçoklarının varsayacağı gibi “havada olan” ya da görünmeyen bir şeye tekabül etmiyor. Ağ hizmetleri, veri merkezleri, uygulamalar veya dijital mağazalar ile reel bir teknolojik-ekonomiye dayanıyor. Bu düzende temel gelir, üretimden çok geçiş kapılarından, yani dijital altyapıdaki tekele yaklaşan ranttan elde ediliyor.
Somutlayalım: Amazon karlılığının temeli bir üründeki inovasyonuna ya da üretimdeki hakimiyetine dayanmıyor. Dünyanın bin bir bölgesinden gelen satıcıların, dijital arazisinde satış yaptıkça topladığı komisyon gelirine yaslanıyor. Üzerine, dijital arazisi ne kadar çok kullanılırsa o kadar çok veriye sahip oluyor. Bu veriler; daha isabetli reklam mekanizmalarına, Amazon dijital arazisinde mağazasını öne çıkarmak isteyenlerin promosyon ücretlerine veya toplumdaki sessiz trendlerin önceden fark edilip ilk adımı atabilme avantajına dönüşüyor. Bir taşla birkaç kuş. Tedarik zincirinden bulut bilişime kadar her eşiği tutan bir altyapı.
Benzer bir mantık Apple için de geçerli: Geliştiriciler ürünlerini App Store’a koyar ama kapının anahtarı Apple’dadır. Mağaza (Store) kesintileri ve kuralları, pratikte bir geçiş ücreti gibi işler. Google ve YouTube’da ise görünürlük, arama sıralaması ve reklam açık artırmalarının sonucudur. Arama kutusuna yazdığınız kelimeden sonra ilk gördüğünüz bağlantı ya da akşam yemeği öncesi karşınıza çıkan video reklamı tesadüf değildir. İşletmeler, kitleye ulaşmak için bu eşiklerden geçer ve bunun bedelini öder.
Microsoft’u düşünelim: Her gün işe giderken başvurduğumuz, çalışırken üzerinde üretim yaptığımız ya da sosyalleşirken arka planda işleyen pek çok altyapıyı o sağlar. Office paketinden bulut servislerine, ağ hizmetlerinden geliştirici araçlarına uzanan geniş bir katman… Gözümüzün önünde ikinci bir dünya değil, gözümüzün önünde görünmez kalan bir altyapı var ve bunun büyük kısmı birkaç şirketin elinde toplanmış durumda. Fiziksel hayatımız dijital olana ne kadar bağımlı hâle gelirse, dijital alanı parselleyenlerin gücü de o kadar artıyor.
Bir noktanın altını defaatle çizeyim: Teknofeodalizm teşhisi, “kapitalizm bitti” demek değildir. Daha analitik ve doğru bir ifade şudur: Kapitalizmin üstüne feodal benzetmeli bir görünürlük rant katı inşa edilmiştir. Piyasa rekabeti altta biz faniler için sürmeye devam eder. En üstte ise eşik tutma, kiralama, kilitleme, sıralama ve sözleşme hukukuyla yönetilen bir “yeni toprak ilişkisi” sürer. Varoufakis’in dikkat çektiği kırılma, tam da bu üst katın hızla güç kazanmasıdır.
Teknofeodalizm’de Yeni Birikim Modeli
Bunun ilk etkisini sermayenin dağılımında görüyoruz. Şu an dünyanın en değerli on şirketinden tam dokuz tanesi teknoloji şirketi. 100 yıl önce bu listeye U.S. Steel veya Standard Oil gibi çelik ve petrol şirketleri hakimdi. 20. yüzyılı inşa eden ve şekil verenlerin çelik ve petrol şirketleri olduğunu düşünürsek 21. yüzyılın hakimleri şimdiden karşımızda. Öyle ki ilk altıda sırasıyla NVIDIA, Apple, Alphabet, Amazon ve Meta var. Bu teknoloji şirketlerinin geldiği sermaye büyüklüğünü şöyle anlayabiliriz: NVIDIA’nın borsa değerinin büyüklüğü Japonya’nın bir yıllık GSYH’sinden büyük.
Bu devasa sermaye büyüklüğü, sıradaki teknolojik atılımlara da tevarüs ediyor. Sadece 2025 yılında yukarıda bahsettiğim büyük teknoloji şirketleri 300 milyar dolarlık veri merkezi yatırımları açıkladı. ChatGPT, SoftBank ve Oracle; 500 milyar dolarlık devasa bir anlaşmaya vardı. McKinsey’in bir analizine göre 2030’a kadar şirketler veri merkezlerine 7 trilyon dolara yakın harcama yapacak. 2035’e kadar ise veri merkezlerinin tükettiği enerji miktarı üç katına çıkacak. Herkesin aklında bu devasa yatırımlar ne için yapılıyor sorusu var.
Fakat ABD’de 20. yüzyılın başında her kasabaya uzanan tren hatlarında olduğu gibi, ilk bakışta fazla görünen bu altyapı da aslında geleceğin güzergâhını döşüyor. O dönemde kimi raylar boş istasyonlara bağlanıyordu. Hatlar aylarca, yıllarca düşük kapasiteyle çalıştı. Yine de bu hatları döşeyenler kazandı: Araziyi, geçiş haklarını ve istasyon çevresindeki ticareti onlar tuttu. Talep patladığında zaten oradaydılar. Bugün veri merkezleri ve yapay zekâ kümeleri için olan da bu: Şirketler, henüz tam kullanılmayan bilişim hatlarını ve dijital istasyonları kuruyor; enerji bağlantıları, soğutma suyu, arazi, fiber ve çip tedariki gibi geçiş noktalarını şimdiden güvenceye alıyorlar.
Ama mesele sermaye ve altyapıyla sınırlı değil.
Kamusallığın ve Şeffaflığın Yitirilişi
Doğası gereği kamusal olan siyaset, daha çok dijital alana taşındıkça buradan bir çatışma ve çelişki doğuyor. Yazının girişinde verdiğim örneğin açığa çıkardığı gibi, platformlar dijital araziyi ellerinde tutarken bizleri farkında olmadan benzer patikalara yönlendiriyorlar. O patika, siyasi tahayyülde de benzer bir etkiye sahip. Bu patikalara bizi yönlendirenler ise büyük teknoloji şirketlerinin ellerinde tuttuğu devasa veri paketleri, özelleştirilmiş algoritmalar ve kendilerinin belirlediği moderasyon politikaları.
Neyin görüneceğine, hangi içeriklerin öne çıkacağına, hangi toplumsal ve siyasi mesajların kimlerin karşısına çıkacağına özel şirketlerin kararları belirliyor. Kamusallık özel alanların sözleşmelerine, görünürlük algoritmaların tercihlerine, şirketlerin kâr politikalarına ve kişiselleştirilmiş reklamlara indirgeniyor. Vatandaşla vatandaşın buluştuğu ya da vatandaşla siyasetçinin denk geldiği meydan, her an mekânın yapısını değiştirebilen aktörlerin elindeyse siyaset kurumu ne kadar güvendedir?
Bu yüzden teknofeodalizm yalnız ekonomik bir model değil, aynı zamanda anayasal bir mesele. Çünkü teknofeodal düzen üç mekanizma ile demokrasiyi aşındırıyor: Birincisi, kamusallığın özelleştirilmesi: Siyasi tartışmanın başlıca sahnesini özel platformlar üstleniyor. Kuralları şirketlerin tek taraflı sözleşmeleri belirliyor. Denetim ve şeffaflık ise tatmin edici değil.
İkincisi, teknofeodal düzenin demokrasiyi aşındırması görünürlük ve rant mekanizmalarıyla alakalı. Kimin öne çıkacağı algoritmaların merhametine bağlı; bu da yeni girenlerin ve marjinal seslerin önünü kesiyor. Dahası, bu algoritmaların tam olarak nasıl çalıştığına dair bir fikrimiz de yok. Üçüncüsü, mikro-hedefleme: Seçmen davranışına milimetrik müdahaleyi mümkün kılan reklam ve öneri sistemleri, kamusal akıl yürütmenin ortak zeminini parçalıyor.
Fakat teknoloji şirketleri güçlerini sadece teknolojik kabiliyetlerden değil; tarihin egemenler mücadelesinden de alıyor. Bunun arkasındaki mekanizmayı anlamamız için tarihin dinamiklerini beraber deşelim.
Büyük Güç Mücadelesi ve Demokrasi
Bu resmi tarihsel bir bağlama oturtmadan “demokrasi bitti” demek aceleci ve eksik bir tavır olur. Zira dünyadaki başat siyasal sistemler, dünyanın güç dengesiyle büyük bir paralellikle hareket eder. Demokrasi de bundan azade değildir.
Demokratikleşme dalgaları; genellikle güvenliğin ve öngörülebilirliğin arttığı, bir hegemonik düzenin çatı sağladığı dönemlerde ivme kazanır. Büyük güç rekabeti keskinleştiğinde ise devletlerin önceliği rejimlerin serbestliği değil, sadakati ve kontrolüdür. Örneğin I. Dünya Savaşı sonrasında Orta ve Doğu Avrupa’da bir dizi parlamento doğdu. Tarihin büyük imparatorlukları dağıldı. Weimar Almanyası çağının en özgürlükçü anayasalarından birini kabul etti. Ancak Versay’ın kırılgan dengesi, 1929 Buhranı ve büyük güçlerin kararsız ve dengesiz konumu bu baharı kısa kıldı. İtalya’da faşizm, Almanya’da nasyonal sosyalizm, İspanya ve Latin Amerika’da otoriter rejimler hızla yükseldi. Jeopolitik rekabet ve ekonomik çöküş, liberal kurumları âdeta kıskaca aldı.
1945 sonrası hikâye ise farklı yazıldı. ABD’nin güvenlik ve ekonomik şemsiyesi altında Batı Avrupa ve Japonya, John Ruggie’nin ifadesiyle gömülü liberalizmi benimsedi. Yani emek ve sermaye, bürokrasi ve demokrasi ile küreselleşme ve yerel ekonomiler arasındaki çelişkiler için makul orta yollar bulundu. NATO, Marshall Planı ve Avrupa bütünleşmesi, demokrasiyi yalnız sandığa değil; sosyal refah politikalarına, güvenlik araçlarına ve hiç şüphesiz ABD egemenliğine yasladı.
Soğuk Savaş sonrası tek-kutuplu “an”, demokrasi için iyice iyimser bir anlatı sundu. AB Post-Sovyet coğrafyasına doğru genişlerken önünde kendisine rakip olabilecek hiçbir gücün olmamasının rahatlığına sahipti. Bu esnada küreselleşme derinleşti. Bir norm oldu. Fakat 2008 finansal krizi, Orta Doğu savaşlarının hem ekonomik hem de göç mirası ve Çin’in ABD’ye gerçekten rakip olması; tek kutupluluğun öz güvenli, istikrarlı ve öngörülebilir dönemini bitirdi.
Hiç şüphesiz ki ABD ve Batı için, bütün dünyada yaygınlaştırılmaya çalışılan İkinci Dünya Savaşı sonrası liberal demokrasi rejimi elbette gömülü bir Batı hegemonyası paketine işaret ediyor. Bu paket beraberinde küresel kapitalizmi, sivil toplumda Batı nüfuzunu, zihinsel olarak Amerika gibi düşünmeyi, finansal ve teknolojik altyapı üstünlüğünü kabul etmek manasına geliyor. Yine de bu paket; yalnız hegemonik araçlar değil, aynı zamanda normlar ve beklentiler seti de taşıyordu: İnsan hakları dili, azınlık koruması, hukukun üstünlüğü, seçimli rekabet, şeffaflık, iktisadi entegrasyonun kural–kurum çerçevesi…
Bu normların yayılması, büyük ölçüde tek kutuplu, öngörülebilir bir güvenlik–ekonomi rejiminin sağladığı çatı altında mümkün oldu. Çatı sallandığında, yani tek-kutupluluk çözülüp büyük güç rekabeti sertleştiğinde, norm ihracı söylemi de iyice nüfuzunu yitirdi. Bunun yerine devletler; değerler yerine dayanıklılık, güvenlik ve sanayi politikasını öncelemeye başlıyor.
Bugün gördüğümüz tablo tam da bu değil mi? Avrupa Birliği, enerji krizi ve jeopolitik baskılarla yeşil hedeflerini zamana yayan, uygulamada esneten bir çizgiye savruluyor. İklim liderliği iddiasını sürdürmek istese de gerçekte hedeflerini küçültüyor. Dahası rekabet ve tedarik güvenliği önceliklerini öne çıkarıyor. Mario Draghi’nin geçen sene Avrupa Birliği Komisyonu’na sunduğu rapor bu kritik dönüşümden fazlası değildi.
Çin-ABD Mücadelesi
Bu esnada Çin modelinin, 21. yüzyılın krizlerine devletler perspektifinden daha iyi cevaplar verdiği fark edildi. Ekonomiyi tamamen piyasa aktörlerinin “rasyonalitesine” bırakan, tedarik zincirlerini kâr uğruna elinden çıkaran, sanayi ve inovasyon politikalarını kamu bütçeleriyle desteklemeyen ülkeler; ekonomiyi hem bir güvenlik hem de toplumsal bir mesele olarak ele alan ülkelere yenildi. Devletin teşviğini ve inovasyonda destekleyici politikaların istikrarını arkasına alan şirketler bir bir Batılı rakiplerini geride bıraktı. Bu durum, Batı’da da bildiğimiz bütün politikaları ters yüz etti. Intel hissesinin yüzde 10’unun ABD tarafından satın alınmasını yoksa başka türlü nasıl değerlendireceğiz?
Bu rekabetin kendisi, ABD’de büyük teknoloji şirketlerine verilen açık çekin temelini oluşturuyor. Varoufakis’in teknofeodalizm anlatısını büyük güç mücadelesiyle beraber düşünmemizin önemi ise tam burada saklı. Bir hegemon güç, kendisine bir rakip gücün yükseldiğini fark ettiğinde dizginlerini çözerek normlarını askıya alıyor. ABD içerisinde “Yapay zekâ yarışını kontrol altına alalım, regülasyonları arttıralım veya büyük teknoloji sermayesini bölelim” diyenlere cevap da buradan doğuyor: “Ne yani, Çinli teknoloji şirketleri bizimkileri geçsin mi?”
Dolayısıyla büyük teknoloji şirketlerinin dizginlenemez gibi duran güçleri, devletler tarafından dizginlenmek istenmemelerine dayanıyor. Başta ABD ve Çin birbirine karşı giriştiği mücadelede sermayeye ihtiyaç duyuyor. Aynı zamanda da teknolojinin arttıracağı devlet kapasitesine. Yarı-iletken çiplerden 5G teknolojilerine, akıllı füze sistemlerinden derin deniz madenciliğine, robotik endüstrisinden kuantum bilgisayar araştırmalarına yeni dünyayı şekillendirecek her bir alan hem milli güvenlik hem de bir jeo-iktisadi perspektifinden değerlendiriliyor.
Dolayısıyla bu alanları kontrol altına almak ve teknoloji şirketlerinin nüfuzunu azaltmak demek belirsiz ve güvencesiz bir dönemde devletlerin işine gelmiyor. Burada devlet, yarışta geri kalmamak için yeni teknoloji sermayesi grubuyla el ele veriyor. Yeni bir oligarşinin doğduğunu görüyoruz. İktidar bloğu bünyesine teknoloji elitini dahil ediyor. “Yüzde 99’a karşı yüzde 1” sözü hiç bu kadar anlamlı olmamıştı.
               
                  
                  
                     
            




