Filistinliler İçin Derinleşen Tehdit: Paramiliterleşen İsrail Ordusu (IDF)
Asker teminindeki kriz, yedek sistemindeki aşınma ve Batı Şeria’daki yerleşimci şiddetine eşlik eden politikalar, İsrail ordusunu “halk ordusu” modelinden paramiliter bir yapıya doğru itiyor. Bu kayma Filistinliler için daha sert ve öngörülemez bir güvenlik ortamı yaratıyor.

İsrail ordusu, resmî adıyla İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF), kuruluşundan bu yana İsrail Devletinin temel direklerinden biri olarak kabul edilir. İsrail’de ordu, uzun yıllar boyunca hem devletin güvenlik doktrininin hem de ulusal kimliğinin taşıyıcı kolonlarından biri olagelmiştir. Zorunlu askerlik sayesinde neredeyse her aileyle dokunan bu kurum, “halk ordusu” (tzva ha’am) fikrini sadece bir slogan olarak değil, toplumsal bir gerçeklik olarak yaşattı. Ama bugün IDF, kuruluşundan bu yana en büyük sınavlarından birini veriyor. Sınav yalnızca Gazze’de ya da Lübnan sınırında yaşanmıyor; ordunun kendi içinde, asker temin mekanizmalarında, disiplininde, hatta rol tanımında yaşanıyor.
İsrail’in en güçlü kurumu olarak bilinen IDF’nin bugün içinde bulunduğu dönüşümü, son yıllardaki iki eş zamanlı ve büyük problemden hareketle bütüncül şekilde ele almak gerekiyor:
- Asker temininde yaşanan yapısal sıkışma ve meşruiyet tartışmaları
- Batı Şeria’daki pratikler nedeniyle IDF’nin “milis-tipi” bir işleyişe kaydığı yönündeki eleştirilerin güçlenmesi
İsrail’in Asker Temin Politikaları: “Halk Ordusu” Fikriyle İşletilen Sistem Nedir?
İsrail’de ordunun zorunlu askerlik sistemine dayanması, geniş bir yedek havuzuna güvenmesi ve ulusal kimlik inşasında merkezi bir rol üstlenmesi, IDF’yi klasik anlamda profesyonel bir ordudan ayıran temel özellikler arasındadır. Buna karşın yüksek teknoloji birikimi, seçkin birlik yapıları ve operasyonel standardizasyonu geliştirmeye yönelik çabalar kurumun profesyonelleşmeyi artıran yönlerini oluşturuyor. IDF’nin eğitim sistemi üç katmandan oluşur: Temel askerlik eğitimi (zorunlu hizmet için), uzman birimler için ileri seviye eğitim (örneğin 8200 birimi, Sayeret Matkal) ve subay-akademi programları. Bu çeşitlilik, kurumsal profesyonelleşmenin altını çizse de zorunlu askerlik tabanı nedeniyle eğitim standardizasyonunun tam olarak sağlanamadığını da belirtmek gerekir.
IDF’nin personel kaynağı ülkenin kuruluşundan miras kalarak toplumun geneline yayılan zorunlu askerlik hizmeti felsefesine dayanır. Buna göre askerlik erkekler için 32 ay (önceden 36 ay), kadınlar için ise 24 ay sürer. Bu hizmet sadece bir güvenlik ihtiyacının karşılanması olarak görülmez; İsrail’de askerlik aynı zamanda ulusal kimlik ve toplumsal entegrasyonun en önemli aracıdır. Dolayısıyla IDF, İsrail’de devlet-toplum ilişkilerinin merkezinde yer alan bir kurumdur. Askerlik ise vatandaşlığın ispatı, kolektif dayanışmanın edinildiği bir deneyim, ulusal birlik söyleminin taşıyıcı unsuru olarak işlev görür. Bu nedenle IDF’nin yalnızca askeri bir kurum değil; ideolojik ve kültürel bir mobilizasyon aygıtı olduğunu öne sürmek yanlış olmayacaktır.
Böylesi bir misyon üstlenmiş olan bir kurumun kendisine asker temin ederken toplumsal mobilizasyonu sağlamak için başvurduğu yöntemlerin klasik propaganda faaliyetlerinden çok daha derin olacağı aşikardır. Gençler askerlik öncesinden itibaren IDF değerleriyle tanıştırılır. Bu meyanda, askerlik hizmeti okullardan ve gençlik hareketlerinden başlayarak bir vatanseverlik göstergesi, prestij ve sosyal statü kaynağı olarak sürekli yüceltilir. Yani toplumsal mobilizasyon zorunlu hizmetin kaçınılmaz ve onurlu olduğu algısı üzerine kuruludur. Gadna gençlik kampları, okullarda askerlikle ilgili yönlendirme programları ve asker ailelerine toplumda atfedilen sembolik konum toplumun askerlik hizmetinin önemine ve değerine yönelik algısını şekillendiren başlıca propaganda faaliyetleridir.
Bu faaliyetler IDF’nin toplumsal meşruiyetini sürekli olarak beslediği gibi; askerliğin İsrail’deki sosyal ve ekonomik yaşamın kapılarını açan bir geçiş ritüeli niteliğinde olduğu düşüncesini toplumsal olarak yerleştirmeye çalışmıştır. Günümüzdeyse sosyal medya yeni mobilizasyon alanı hâline gelmiştir. Özellikle 7 Ekim sonrası sosyal medya gönüllü katılım çağrılarının, yardım kampanyalarının ve askeri imaj üretiminin yoğunlaştığı bir mecra olmuştur. Gelgelelim son dönemdeki propaganda faaliyetlerine bakıldığında bunların askeri değil daha çok ideolojik bir hedef taşıdığı sonucunu çıkarmak mümkündür. Diğer bir deyişle askerliğin kutsallığı vurgusunun yerini, “kim gerçekten bu devlete sahip çıkıyor” sorusu almıştır. Bu dilin, toplumu harekete geçirmeyi hedefliyor olsa da toplumdaki fay hatlarını derinleştirdiği açıktır.
Zorunlu Askerlik Var Ama Eşitlik İlkesi Yok: Muaf Tutulan Harediler
İsrail’de teorik olarak evrensel zorunlu askerlik sistemi uygulanmakla birlikte pratikte sistemin oldukça parçalı olduğunu belirtmek gerekir. Ülkedeki İsrail vatandaşı Filistinliler için askerlik zorunlu değildir. Devletin karakterinin Yahudi olduğu ilkesi üzerine temellenmiş ve bir etnik grubun (Yahudilerin) üstünlüğü üzerine kurulmuş bir yapıda varoluşsal tehdit addedilen başka bir etnik grubun (Filistinlilerin) halk ordusu felsefesinden dışlanmış olması zaten beklenen bir tavırdır. Öte yandan İsrailli Filistinlilerin de bu orduda görev almak istemeyeceği açıktır. Bu grubun dışında İsrail’de ultra-Ortodoks (Haredi) erkekler de askerlik hizmetinden büyük ölçüde muaftırlar. Bu durum, İsrail devleti kurulurken ülkenin kurucu lideri David Ben-Gurion ile o zaman Filistin’de mukim olan bu dini topluluklar arasında yapılan ve kurulacak devletin tanınması karşılığında dini cemaatlerin yeşivalarda (din okulları) Tora çalışmak için askerlikten muaf tutulmasını içeren 1947 Statüko Anlaşması ile şekillenmiştir.
İsrail kurulduğunda Haredi cemaatin nüfusu az olduğundan bu durum bir sorun teşkil etmemişse de bu kesimin artan nüfusu karşısında bugün askerlikten muaf olan, çalışmayan ve devlet ödenekleriyle geçinen bu kesimlerin statüsü İsrail’in seküler orta kesimleri nezdinde büyük bir toplumsal problem olarak görülmektedir. Zira zorunlu askerlik hizmetini yerine getiren kesim büyük ölçüde seküler orta sınıfa dayanmaktadır. Bu durum ise sistemin eşitlik algısını ciddi bir biçimde aşındırmaktadır. Son tahlilde bu durum hem asker temini açısından yapısal bir yük oluşturuyor hem de toplumda “kim İsrail devletine ne kadar borçlu” tartışmasını keskinleştiriyor ve ordunun asker sayısını ve operasyonel kapasitesini koruma çabalarını zorlaştırıyor. Yani bu muafiyet, artık devlet kapasitesini doğrudan etkileyen yapısal bir krize dönüşmüş durumdadır.
Çöken Yedek Asker Sistemi, Vicdani Ret ve Siyasallaşan Ordu
IDF’nin operasyonel kapasitesi, büyük ölçüde yedek asker (Sherut Milu’im) sistemine dayalıdır. İsrail’in milu’im sistemi, aktif askerlik bittikten sonra da süren zorunlu yedek askerlik yükümlülüğünü ifade eder. Çoğu erkek İsrailli, 40’lı yaşlarının ortalarına kadar her yıl birkaç haftalığına eğitime çağrılır ve kriz anlarında “Tzav 8” emriyle derhal birliğine dönmek zorundadır. IDF’nin gerçek operasyonel gücü büyük ölçüde bu yedek kuvvetlere dayanır. Ancak son yıllarda yedek havuzunda yorgunluk, motivasyon düşüşü ve siyasal kutuplaşma nedeniyle askeri görevden kaçınma eğilimleri giderek daha fazla rapor edilir hale gelmiştir. Özellikle Hamas’ın 7 Ekim saldırıları sonrası İsrail’in Gazze’de başlattığı, sivillerin katledildiği bir etnik temizliğe evrilen operasyonları kapsayan 2023-2025 döneminde yüksek profilli bazı yedek birliklerin protesto amaçlı göreve gitmeyi reddetmesi sistemin kırılganlığını gözler önüne sermiştir. Dolayısıyla yedeklerin siyasal sebeplerle göreve gitmemesi IDF’nin gerçek savaş kapasitesinin omurgası olan milium sistemini dolayısıyla IDF’nin tüm operasyonel mimarisini çökertebilecek bir risktir.
Bu noktada asker açığını kapatmak için İsrail çareyi dışarda aramaya başladı. Diasporadaki Yahudi gençleri IDF’ye çekmek için gönüllü programları, “Mahal” ve benzeri yabancı katılım projeleri ile Yahudi göçmenlere yönelik hızlandırılmış entegrasyon programları yaygınlaştırıldı, hatta kısa dönem askerlik seçenekleri de gündeme geldi. Bu girişimler hem IDF’nin sayısal sorununu hafifletmeyi hem de küresel Yahudi topluluklarını seferber etmeyi amaçlıyor ama bir yandan da bunun IDF’nin artık içeriden yeterince asker bulamadığının itirafı niteliğinde olduğunun da altını çizmek gerek. Bununla beraber uzun vadede dış kaynaklı asker temininin sürdürülebilir olmadığı da açıktır.
Son olarak İsrail’de vicdani ret olgusunun yapısal konumunu da ortaya koymak gerekir. Ülkede vicdani ret yasaldır fakat pratikte çoğu başvurunun reddedildiği vakıadır. Taleplerin çoğu politik ret olarak sınıflandırıldığı için reddedilir. Buna rağmen genç vicdani retçiler İsrail toplumunda görünürdür. Yedek askerler özellikle işgal altındaki topraklarda (Batı Şeria’da) askerlik yapmayı reddeden politik protestolar yaparak; 7 Ekim sonrası Gazze’de “etnik temizliğin bir parçası olmayı” reddederek askerlik çağrısına gitmemekte ya da görevlerini bırakmaktadır. Yine, Mesarvot ve Breaking the Silence gibi sivil toplum örgütlerinin yükselişi vicdani reddin sadece evrensel bir ilke olarak değil politik bir tavır olarak da İsrail’de gençler arasında yaygınlaşmasına ön ayak olmaktadır. Tüm bu vakalar bir meşruiyet tartışmasının işareti niteliğindedir. Özellikle hükümetin sağa kaydığı, yerleşimci hareketin etkisinin arttığı bu dönemde vicdani ret, kuruma yönelik ahlaki sorgulamayı büyütüyor. Bu gruplar sayısal olarak küçük olabilir fakat yarattıkları soru büyük: “Bu ordu kimi koruyor ve hangi değerlerle bunu yapıyor?”
Batı Şeria’da Derinleşen Tehlike: Ordu ile Yerleşimci Şiddeti Arasındaki Yakınlaşma
Sözü edilen tartışmalar bir kırılmanın işaretidir. Bu kırılmanın odağını Batı Şeria teşkil etmektedir. Zira, işgal altındaki topraklarda ortaya çıkan pratikler, IDF’nin profesyonel ordu modelinden ciddi sapmalar yaşadığını gösteriyor. Ordunun Batı Şeria’da kasıtlı olarak hem yaptıkları hem de yapmadıkları yani görmezden geldikleri IDF’nin milis rolü üstlendiği tartışmasını ateşliyor.
Özellikle 2022’de Benjamin Netanyahu liderliğinde kurulan ve ülkenin siyasi tarihindeki en aşırı sağ ve dindar unsurlardan oluşan koalisyon döneminde yerleşimci hareket ile ordunun iç içe geçtiği gözleniyor. IDF mensupları ya yerleşimci şiddetine göz yumuyor ya da daha kötüsü fiilen eşlik ediyorlar. Batı Şeria’da görev yapan belirli birlikler yerleşimci liderlerle koordinasyon içinde hareket ediyor; bu, komuta zincirinin sahada gevşemesi anlamına geliyor. Bu durum yalnızca sahadaki disiplinin erimesi değildir; aynı zamanda devlet otoritesinin yerleşimci ajandaya kısmi devri anlamına geliyor. Yine Filistinlilere kötü muamele ile insan hakları ihlallerini de içeren disiplin ihlallerinin cezalandırılmadığına şahit olunuyor. Hatta bu ihlalleri ortaya çıkaran askeri savcıların görevden alındığı tersine bir sürecin işlediğine geçtiğimiz günlerde şahit olundu. Halihazırdaki koalisyonda kilit pozisyonlarda bulunan Bezalel Smotrich ve Itamar Ben-Gvir gibi yerleşimci ve anti-Arap ideolojiyi benimsemiş siyasi kadroların askerî disipline müdahalesi de profesyonel ordu modelinden sapmaya örnek teşkil ediyor. İşte bu tablo, özellikle Batı Şeria’da IDF’nin yerleşimci güvenliğini önceleyen yarı-milis bir rol üstlendiği yönündeki eleştirileri güçlendiriyor.
Öte yandan 7 Ekim sürecinde Gazze’ye asker kaydırılması sonrasında Batı Şeria’da oluşan güvenlik boşluğunun dramatik neticeleri de eleştirilerin artmasında katalizör görevi gördü. Zira ordunun bıraktığı boşluk yerleşimci militan yapıların güçlenmesine, Filistinlilere yönelik saldırıların artmasına ve askeri kontrol mekanizmalarının gevşemesine yol açtı. Diğer bir deyişle, IDF’nin stratejik öncelik sıralaması Batı Şeria’da yerleşimci ajandayı fiilen güçlendiren bir etki yarattı.
Yukarıda sözü edilen koalisyon unsurlarının da teşvikiyle yerleşimci militan gruplar IDF’ten kalan boşluğu dolduran figürler hâline geldi. Özellikle 7 Ekim sonrasında bağımsız izleme örgütlerinin sahadan bazı raporlarına göre yerleşimci gruplara devlet tarafından silah ve ekipman dağıtıldığı ve bu dağıtımın bazı yerlerde IDF personeli gözetiminde gerçekleştiği belirtildi. Bu ise devlet destekli paramiliterleşme gibi vahim bir tartışmayı gündeme taşıdı. Yine yerleşimcilerin Filistinlilere saldırıları karşısında askerlerin müdahale etmemesi, aksine saldırganlara koruma sağlaması gibi kaydedilmiş olan çok sayıda vaka göz önüne alındığında ortaya çıkan tablo IDF’nin askeri bir kurumdan ziyade güvenlik bürokrasisi ile yerleşimci hareket arasında sıkışmış bir güç haline geldiği ve son tahlilde ordunun Batı Şeria’daki yerleşimcilerin fiili güvenlik gücüne dönüşmeye başladığı yönündeki eleştirileri güçlendiriyor. Bunun profesyonel orduların kaldıramayacağı kadar büyük bir yük olduğunu belirtmek elzemdir. Çünkü milisleşme yalnızca sahadaki kuralları değil, ordu-siyaset ilişkisini, komuta zincirini ve hukuki çerçeveyi de aşındırır.
Filistinileri Daha Güvensiz Kılan Bir Soru: IDF, Profesyonel Ordu Olmaktan Uzaklaşıyor mu?
Bugün IDF iki zıt görünüme sahip. Bir tarafta modern teknolojisi, seçkin birlikleri ve operasyonel disipliniyle profesyonel bir ordu görüntüsü var. Diğer tarafta ise Batı Şeria’da yerleşimci hareketle iç içe geçen, sivil şiddete göz yuman, siyasallaşmış ve disiplin erozyonu yaşayan bir güç görüntüsü. Bu ikisinin birlikte sürdürülebilir olmadığı aşikardır. Bir ordu hem profesyonel hem yarı-milis olamaz.
Bununla beraber asker teminindeki krizler, toplumsal eşitsizlikler, yedek sisteminin aşınması ve vicdani ret tartışmaları birleştiğinde, IDF’nin kurumsal modelinin ciddi bir stres testi yaşadığı görülüyor. Bu da şu temel soruyu gündeme getiriyor: IDF, profesyonel bir ulusal ordu mu olacak, yoksa işgal coğrafyasının siyasal ve ideolojik dönüşümlerine eklemlenmiş ve milis yapılarla iç içe geçmiş bir devlet modeline mi dönüşüyor? Bu sorunun cevabı Filistinlilerin güvenliğini, bölgesel istikrarı ve uluslararası hukukun güvenilirliğini de doğrudan etkileyecek.
Günümüzde belki de ilk kez, “dünyanın en güçlü ordularından biri” olarak sunulan IDF’nin kırılganlığı bu kadar görünür oldu. Bu yüzden sorun artık askeri değil; siyasi, toplumsal ve ahlakidir. IDF’nin geleceği, İsrail’in nasıl bir devlet olacağına dair en açık göstergelerden biri olacak.





