"Başarılı Türk"

Almanya’da “Başarılı Türk” Anlatısı ve Kimlik Temelli Coşku

Almanya’da son bir yılda iç istihbaratın başına bir Türk getirildi. Kiel’in belediye başkanı ise bir Türk oldu. Hepimiz belli aralıklarla, “Almanya’da başarılı Türk” temalı manşetlerle karşılaşıyoruz. Peki bir göçmenin başarısına duyduğumuz bu abartılı coşkunun nedeni ne?

Almanya’da “Başarılı Türk” Anlatısı ve Kimlik Temelli Coşku
Fotoğraf: shutterstock.com | Değişiklikler: Perspektif

1993 yılında Hakkı Keskin’in Hamburg Eyalet Meclisi’ne girmesi, Almanya’daki Türklerin siyasal temsil tarihinde bir eşik olarak kayda geçti. “Almanya’daki ilk Türk milletvekili” etiketi, o dönem Almanya’daki göçmenler için sembolik bir varlık beyanıydı. Bu tarihten itibaren hem Türkiye kökenli nüfusun artması hem de toplumsal tabakalar arası dikey hareketliliğin güçlenmesiyle, başarı anlatıları da çoğalmaya başladı. Üniversitedeki ilk Türk profesör, ilk Türk belediye başkanı, kabinedeki ilk Türk kökenli bakan… Kısacası, Türklerin isimlerinin önüne eklenen “ilk”, “öncü” ve “başarılı” nitelikleri, zamanla adeta yeni bir toplumsal sözlüğün terimlerine dönüştü.

Bugün Alman siyasetinde Aydan Özoğuz, Ekin Deligöz ve Serap Güler gibi artık “tanıdık” hale gelmiş figürlerin yanı sıra, Şubat 2025 Federal Meclis seçimlerinde parlamentoya giren 19 Türkiye kökenli milletvekili, temsilin niceliksel boyutunun artık bir istisna olmaktan çıktığını gösteriyor. Federal düzeydeki görünürlüğün ötesinde, Almanya’da eyalet ve yerel siyasette artık yüzlerce Türkiye kökenli aktörden bahsedebiliyoruz.

“Almanya’daki Türk’ün Başarısı”

Almanya’daki Türklerin “başarısı” elbette yalnızca siyasetle de sınırlı değil. Pandemi döneminde BioNTech ile dünyanın ilk onaylı mRNA aşısını geliştiren Uğur Şahin ve Özlem Türeci’nin küresel hafızaya kazınan başarıları, ileri cerrahi tekniklerde öncü Dilek Gürsoy’un tıp dünyasındaki yeri, Alman edebiyat sahnesinde Feridun Zaimoğlu’nun kendine özgü konumu, futbol sahasında Mesut Özil’in küresel popülerliği, yönetmen Fatih Akın’ın sınırlar aşan filmleri ya da Yeşiller Partisi’nin simge isimlerinden Cem Özdemir’in iniş çıkışlı siyasi kariyeri… Tüm bu figürler, Almanya’da çok farklı alanlarda birikmiş -kimine göre ise göreceli- bir “başarı envanteri” oluşturuyor.

Ne var ki bu isimler yalnızca Almanya’da başarılı entegrasyonun vitrini değiller. Aynı zamanda Türk toplumunda duygusal olarak yüksek bir coşku üretmeye de devam ediyorlar. Almanya’daki Türklerin başarıları çoğu zaman bireysel bir hikâyenin ötesinde, kolektif bir temsiliyet talebinin yerine gelmiş hâli olarak algılanıyor. Bu nedenle Almanya’da Türkiye kökenli bir milletvekili seçildiğinde, Türk bir cerrah alanında öncü olduğunda ya da bir Türk sanatçı uluslararası ödül aldığında duyulan o tanıdık coşku (“Helal olsun sana, bizi gururlandırdın!”) basit bir tebriğin ötesinde sembolik bir rahatlama hissi de barındırıyor.

Aslında yıllardır tekrar ettiğimiz bu coşku, sosyolojik açıdan bakıldığında, azınlık toplulukların kendi başarı figürleri üzerinden kurduğu “yansımalı özsaygı” mekanizmasının oldukça tipik bir örneği. Almanya’daki Türk olarak tanık olduğumuz, “kimlik temelli gurur”, bireysel başarıyı toplumsal psikolojiye bağlayan ince bir duygusal hattın üzerinde ilerliyor.

Tam da burada, bu coşkuyu daha derinden incelemekte fayda var. Almanya’da bir Türk, kariyer basamaklarını tırmanıp “en üste” ulaştığında bizde neler oluyor? “Almanya’daki Türk’ün müthiş başarısı” bizde neden bu kadar yüksek bir coşku uyandırıyor?

Kötü Resimlerden Kurtulmak İçin Başarı Hissine Sarılmak

Sinan Selen, Ekim 2025’te Almanya’da Anayasayı Koruma Dairesi başkanı olduğunda DW Türkçe, “Alman istihbaratı bir Türk kökenliye emanet” başlığıyla bu haberi duyurdu. “Almanya istihbaratında Türk başkan” veya “Almanya’da ilk: Türk isim istihbaratta” gibi manşetlerle duyurulan bu gelişme, yalnızca Almanya’da değil, uluslararası anlamda da dikkat çekti.

Selen’in kilit bir kamu merciine başkan olarak atanmasından bir ay önce, Eylül 2025’te Köln Belediye Başkanlığı seçimlerinde Berîvan Aymaz ikinci tura kaldığında, Türkiye kökenli bir siyasetçinin, ülkedeki en büyük şehirlerden birini yönetebilme ihtimali yine coşkuyla karşılandı. Schleswig-Holstein Eyaletinin Kiel şehrinde Samet Yılmaz (Yeşiller) oyların yüzde 54’ünü alıp belediye başkanı seçildiğinde de “Almanya’da Türk başkan” manşetlerine bir yenisi eklendi. Bu gelişmelerin tamamının haber değeri taşımasının sebebi, atanan kişinin bir “Türk” olması ya da bu şekilde algılanmasıyla ilgiliydi.

Birer “başarı” olarak görülen bu gelişmeler, elbette Almanya’daki Türk toplumunda da ilgi görüyor. Türk ismi olan, Türkiye kökenli olan ya da Türkiye ile ilgili yakın bağı olan, yani “bizden” olarak görülen siyasilerin başarıları, bir kolektif tatmin duygusu doğuruyor. “Dolaylı hedef tatmini” (vicarious goal fulfillment) olarak da tanımlanan bu durumda, başarılı olan birisini izlemek, kişide bu hedefi sanki kendisi gerçekleştirmiş gibi bir tatmin hissine yol açıyor. Bir “Türk”ün üst düzey bir göreve gelmesi, diaspora topluluğunun tamamında “yükseliş” hissini destekliyor.

Bu oldukça anlaşılır bir durum. Zira Filistinli psikanalist Gehad Mazarweh’e göre çoğunluk toplumu belli yansıma alanlarına ihtiyaç duyuyor. Bu bağlamda çoğunluk toplumunun kendindeki kötü resimleri aktarmak için bulduğu kurbanlar olan göç kökenlilerin, bu kötü resimlerden kurtulabilmek için bir “başarı” hissine sarılması oldukça doğal. Fakat bu durum, aynı zamanda bir temsil açığının da işareti.

Türk Topluluğundaki Temsil Açığının Doldurulması

Siyaset bilimci Manuel Diaz Garcia’ya göre, 1990’lardan bu yana Almanya’da göçmen kökenli milletvekillerinin oranı istikrarlı bir şekilde artmış olsa da, bu artış ülke nüfusundaki göçmen payını hâlâ tam olarak yansıtmıyor. Garcia’ya göre, bir göçmenin parlamentoda “kendisi gibi birini” görmesi, yalnızca temsilin sembolik bir ifadesi değil, aynı zamanda güven ve aidiyet duygusunu pekiştiren bir deneyim.

Dolayısıyla bir “Türk”ün yüksek yerlere gelmesi sonucunda göçmen topluluklardaki coşku, bir yanıyla da mevcut temsil açığı ile yakından ilgili. Almanya’daki Türkler başta olmak üzere göç kökenli topluluklar, siyasi, bürokratik ya da kültürel alanlarda kendilerini temsil eden figürlere ihtiyaç duyuyorlar. Alınan terfi haberleri ya da sosyal statünün iyileştirilmesi anlamına gelen dikey hareketlilik, aynı zamanda bu temsil açığını kısmen dolduran, “bizden biri yükselebildi” mesajını taşıyor.

Buna karşın, “Türk yükselişi” fenomeni, yapısal eşitsizlikleri görünmez kılma riskini de barındırıyor. Alman Entegrasyon ve Göç Araştırmaları Merkezi’ne (DeZIM) bağlı Ulusal Ayrımcılık ve Irkçılık İzleme Örgütü (NaDiRa) tarafından yayımlanan 2025 raporu, Almanya’da nüfusun beşte birinden fazlasının yerleşik ırkçı tutumlara sahip olduğunu ve ırksal aidiyeti nedeniyle etiketlenen kişilerin yüzde 54’ünün gündelik yaşamda ayrımcılığa uğradığını ortaya koyuyor.

Bu veriler ışığında, “bizden birisi yükseldi” duygusu, sembolik bir başarı örneği sunarak toplumsal eşitsizlikleri maskeleyebiliyor. Sistematik ayrımcılık ve eşitsizlik her alanda varlığını sürdürürken, tanık olunan bireysel başarı hikâyeleri, marjinalleştirilmiş gruplar üzerinde “aslında şartlar o kadar kötü değil” veya “yeterince çalışırsanız yükselebilirsiniz” gibi mesajlar üretebiliyor. Sonuçta “uslu çocuklar olursanız, siz de Şirinleri görebilirsiniz” mesajına benzer bir etki ortaya çıkıyor.

Öte yandan, bu sembolik başarı ile gerçeklik arasında belirgin bir uçurum da var. Okulda ya da işyerinde yalnızca “Türkçe” bir isme sahip olduğu için ayrımcılık yaşayanlar, polis kontrollerinde “yabancı” göründükleri için fişlenenler ve konut piyasasında ciddi zorluklarla karşılaşanlar varken, “Türkler Almanya’yı yönetiyor” coşkusu oldukça çelişkili bir tablo sunuyor. Sembolik temsil ile yapısal eşitsizlikler arasındaki bu gerilim, göçmen toplulukların sistemik adaletsizliklere karşı farkındalık geliştirme gerekliliğini gündeme getiriyor.

Bir “Türk”ün Yükselişinin Oluşturduğu Dokunulmazlık Zırhı

“Bizden” birisinin yükselişinin oluşturduğu coşku, çoğu zaman söz konusu “yükselen figürün” yaptığı -ya da bazen yapmadığı- işleri tartışmayı engelleyen bir dokunulmazlık zırhı da oluşturabiliyor.

Almanya’daki bazı Türkiye kökenli siyasetçilerin politik tutumlarına yönelik hoşnutsuzluk, bazen zar zor bir yere ulaşmış siyasi temsilcilere duyulan empati duygusuyla topluluk içi eleştirinin sınırlarına takılabiliyor. Bazen de Almanya’daki Türkler, başarılı bir “bizden biri” algısını korumak için, politik tercihlerin tartışılmasını erteleyebiliyor veya yumuşatıyor.

Bununla birlikte, bu hikâyenin bir de “yükselenler” açısından okunan bir tarafı var. Türkçe isme sahip olan bir siyasetçi ya da kamuoyu figüründen, -örneğin Türkiye’ye yönelik belli siyasi beklentiler- hızlı bir şekilde yükseliyor. Dolayısıyla bir kere Almanya’da “yükselme” bedbahtlığına erişen bir “Türk”, bir yanda türlü yapısal engelleri aşıp oraya gelebilmişken, diğer yanda ise içinden çıktığı topluluğun (Türkler, Müslümanlar, göçmenler ve diğer türlü etiketler) temsil yükünü omuzlarına yüklenmek zorunda bırakılıyor. Kamu görevlisi olarak atanmış birinden Türkiye’yi ya da Türkleri temsil etmesi beklendiğinde, bu temsil yükü “yükselen insanları” “bizim çocuk”a dönüştürerek, onların bağımsızlığına zarar verebiliyor.

Bu nedenle, başarı basamaklarını tırmanan her Türkiye kökenli figür, çoğu zaman kendi otantik başarısının ötesinde bir anlam yükünü de taşımak zorunda kalıyor. Alman toplumunun Türklere dair anlatısını dönüştürme ya da mevcut önyargıları delme gibi büyük görevler kimi zaman farkında olmadan kamusal figürlerin omuzlarına ekleniyor.

Türkiye Medyasındaki Abartılı Milliyetçi Anlatı

Almanya’daki Türklerin başarı hikâyeleri, elbette yalnızca Almanya’daki topluluğun ipoteğinde değil. Almanya’ya göçün tarihi, Türkiye medyasında da abartılı milliyetçi anlatılarla dolu. Çoğu zaman gazetelerin manşetlerinde karşılaştığımız “Almanya’yı fetheden Türk” algısı, Almanya’daki göç kökenlilerin gerçek hayatını yansıtmadığı gibi, bu kişilerin Almanya’daki sorumluluklarını yadsıyarak “çifte sadakat” şüphelerini de tetikliyor. Gerçeklik ile milliyetçi duygusal anlatı arasındaki uçurumu gösteren bu söylem, Almanya’da yükselen herkesin sanki bir tür gizli ajandası varmış gibi tekinsiz bir algıya hizmet ediyor. Yükselen “Türkler”in, zamanla Türkiye’nin iç siyasetinde bir başarı sembolüne dönüşmüş olması, bu kişilerin Almanya’da üstlendikleri roller açısından da zorlayıcı bir durum.

Geçmişte Almanya’daki Türklerin bireysel başarılarının yüceltildiğine sıkça tanık olduk ve görünüşe göre bu durum gelecekte de değişmeyecek. Ancak Almanya’daki Türkiye kökenli topluluğun hâlâ çözülmemiş temel sorunları varken, bireysel başarıları adeta birer “kurtuluş işareti” olarak görmek, bu sorunlara dair nesnel ve derin bir bakış geliştirmemizi engelliyor.

Dahası, bu örnekler yalnızca başarıya duyulan coşkuyu değil, aynı zamanda çoğunluk toplumuna ait olmanın ya da bu ülkede kabul görmenin yegâne yolunun “başarılı olmak” olduğu yönündeki kolektif inancı da gösteriyor. Böyle bir anlayış, “başarı”yı erdeme dayalı, toplumsal sorumlulukla ilişkilendiren açıklamalardan koparıp, kısmen kapitalist mantıkla, lobilerle bağlantılı ve yükselmeye endekslenmiş bir kavrama dönüştürüyor. Zira “yükselmek”, bazen başkalarının üstüne basmayı, kendi değerlerinden ödün vermeyi ve pragmatik uzlaşılar geliştirmeyi de gerektirebiliyor. Yükselme sürecini değil, salt kendisini konuşmak bu yönüyle tehlike potansiyeline de sahip.

Tam da burada şu soruları sormakta fayda var: Almanya’daki Türkler arasında bir makam sahibi olmak neden hâlâ “kabul edilmenin” bir göstergesi? Ve bu makam sahiplerine duyulan coşku, ters bir açıdan bakıldığında, ülkede “hiçbir şey olamamış” insanlara dair bakış açımız hakkında bize neler söylüyor?

Kimlik temelli başarılara duyduğumuz coşku, aslında bireysel başarıyla değil, kolektif kimliğimizle kurduğumuz ilişkiyle ilgili. Dolayısıyla “Almanya’yı yöneten Türk” figürü, hem sembolik bir kazanım hem de toplumsal çelişkileri gözler önüne seren bir ayna.

Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi #0

*Tüm alanları doldurunuz

Son Yüklenenler