Ilhan Omar: Amerika’da Sürekli Aidiyet Sınavına Tabi Tutulan Bir Siyasetçi
Amerikan vatandaşı ve seçilmiş bir temsilci olmasına rağmen Ilhan Omar, Somalili kökeni ve siyasal itirazları nedeniyle daima aidiyet ve meşruiyet sınavına tabi tutuluyor. Bizzat Donald Trump’ın kızıştırdığı bu tartışmalar, Omar’ın politika önerilerinden ziyade Amerikan siyasal topluluğuna ne ölçüde “ait” sayılabileceği sorusu etrafında yoğunlaşıyor.
Son günlerde Ilhan Omar, çağdaş Amerikan siyasetinde yalnızca Demokrat Partiden seçilmiş bir Amerikan Kongresi üyesi olarak değil; göç, kimlik ve vatandaşlık tartışmalarının kesişim noktasında duran sembolik bir figür olarak öne çıkıyor. 1982 yılında Somali’de doğmuş, çocuk yaşta mülteci olarak ABD’ye gelmiş, vatandaşlık kazanmış ve Somalili göçmenleri yoğun olarak yaşadığı Minnesota eyaletinden seçilerek parlamentoya girmiş olması, onu Amerikan siyasal anlatısının sıkça yüceltilen “başarı hikâyelerinden” biri gibi konumlandırmaya elverişli kılıyor.
Ne var ki bu anlatı, Omar söz konusu olduğunda kalıcı bir kabul üretmek yerine, sürekli bir sınama ve koşullandırma pratiğine dönüşüyor. ABD başkanı Donald Trump ile Demokrat Partili parlamenter Omar arasında son aylarda yoğunlaşan gerilim, bu durumun kişisel bir polemiğin ötesinde, daha derin bir yapısal probleme işaret ediyor.
Donald Trump’ın Ilhan Omar ile Sınırlı Kalmayan ve Somalilere Hakaret Eden Açıklamaları
Donald Trump ile Ilhan Omar arasındaki gerilim, Trump’ın Omar’ı ve göçmen kökenli Kongre üyelerini hedef alan söylemleriyle yıllar içinde giderek sertleşti. Birinci başkanlık döneminde Trump, 2019 yılında, Omar’ın da aralarında bulunduğu bazı göç kökenli Demokrat Partili Kongre üyelerine “geldikleri ülkelere geri dönmeleri” gerektiğini söyleyerek büyük tepki çeken açıklamalarda bulunmuştu. Bu açıklama, Omar’ın Amerikan vatandaşı ve seçimle göreve gelmiş bir temsilci olmasına rağmen aidiyetinin açık biçimde sorgulanması olarak yorumlandı. Trump, ilerleyen dönemde Omar’ı ABD’ye karşı olmakla ve “Amerikan değerlerini reddetmekle” suçlayan ifadeler kullandı; özellikle Filistin’e ilişkin eleştirileri sonrası Omar’ı hedef alan kampanyalar yoğunlaştı.
Aralık 2025’in başında yaptığı açıklamalarda ise Somalili göçmenleri “garbage” (çöp) olarak nitelendiren ifadeler kullandı ve bu sözler doğrudan Omar’ın kökeniyle ilişkilendirildi. Trump tarafından gelen bu çıkışlar, yalnızca Omar’ın siyasi görüşlerini değil, Kongre’deki varlığının ve temsil yetkisinin meşruiyetini de tartışmaya açtı. Omar ise bu söylemlere karşı geri adım atmayan bir tutum sergileyerek, seçilmiş bir Kongre üyesi olarak görevini sürdürdüğünü, anayasal haklara sahip olduğunu ve eleştirilerinin ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gerektiğini vurgulayan açıklamalar yaptı. Taraflar arasındaki bu karşılıklı söylemler, Amerikan kamuoyunda göç, aidiyet ve siyasal temsil tartışmalarını yeniden gündeme taşıdı.
“İyi/Kötü Müslüman” ve “Makbul/Tehlikeli Göçmen” Ayrımılarıyla Sınanan Ilhan Omar
Trump’ın Omar’a yönelik söylemleri, ilk bakışta bireysel bir siyasi çatışma gibi okunabilir. Ancak Hanuka resepsiyonu bağlamında Omar’ı doğrudan hedef alan ifadeleri, Somalili göçmenleri “çöp” olarak niteleyen açıklamalar ya da Omar’ı “Amerikan karşıtı” bir figür olarak resmeden çıkışlar, meselenin kişisel olmaktan ziyade kategorik bir dışlama diliyle kurulduğunu gösteriyor. Bu dil, Omar’ın ne söylediğinden çok, kim olarak konuştuğunu sorunsallaştıran bir yaklaşım. Dolayısıyla burada tartışılan şey bir politika görüşü değil; siyasal özne olarak meşruiyetin kendisidir.
Bu noktada [New York’un yeni belediye başkanı seçilen Zohran Mamdani‘nin siyaset bilimci babası] Mahmood Mamdani’nin ortaya koyduğu “iyi Müslüman – kötü Müslüman” ayrımı, çağdaş siyasal söylemlerde Müslüman göçmenlerin nasıl sınıflandırıldığını anlamak için güçlü bir analitik çerçeve sunuyor. Mamdani’ye göre bu ayrım, Müslümanların bireysel özneler olarak değil, siyasal düzenin ihtiyaçlarına göre kategorize edilen figürler olarak ele alınmasını mümkün kılar. “İyi” olarak kodlanan Müslümanlar, devlete sadakatleri vurgulanan, siyasal itirazdan kaçınan ve kamusal alanda “sorun çıkarmadığı” varsayılan öznelerken; “kötü” olarak kodlananlar, şiddetle doğrudan ilişkilendirilmelerinden bağımsız olarak eleştiren, talep eden ve düzeni sorgulayan aktörlerdir.
Bu ayrım hukuki statüye değil, siyasal davranışa dayanır: Aynı vatandaşlık haklarına sahip özneler, yalnızca siyasal tutumları nedeniyle farklı biçimlerde kabul görür ya da dışlanır. Trump’ın söylemlerinde bu ayrım açıkça yeniden üretiliyor; ancak “iyi/kötü Müslüman” karşıtlığı bu kez “makbul/tehlikeli göçmen” ikiliğine tekabül ediyor. Ilhan Omar, hukuken Amerikan vatandaşı ve seçilmiş bir temsilci olmasına rağmen, söylemsel düzeyde sürekli olarak “makbul” kategorinin dışında tutuluyor. Bunun nedeni kökeni ya da biyografisi değil; ABD dış politikasına, göç rejimine ve yapısal eşitsizliklere yönelttiği açık eleştirileridir. Burada sorun güvenlik değil, itirazın görünür ve meşru bir siyasal eylem olarak sahneye çıkmasıdır.
Bu bağlamda Trump’ın Omar’a yönelik çıkışları, yalnızca bireysel bir tepki değil; kamusal alanda hangi kimliklerin ve hangi tür eleştirilerin meşru kabul edildiğine dair daha geniş bir çerçevenin parçası olarak işlev görür. Aidiyet, bu söylem içinde sabit ve hukuki bir hak olmaktan çıkıp; sürekli olarak yeniden onaylanması gereken, koşullu bir statüye dönüşüyor. Vatandaşlık, eşitlik temelinde değil; uyum, sessizlik ve itirazsızlık üzerinden tanımlanır.
Sağ Popülizmin Meşruiyet Üretme Aracı Olarak “Biz ve Onlar” Ayrımı
Kültür, bu noktada vatandaşlığın fiilen askıya alınmasını mümkün kılan örtük ama son derece işlevsel bir siyasal söylem alanıdır. Siyasal itirazın içeriği tartışılmak yerine, bu itirazı dile getiren öznenin “uyumu”, “sadakati” ve “ait olup olmadığı” sorgulanır. Böylece eleştiri, demokratik bir hak olmaktan çıkarılıp kültürel bir sorun gibi çerçevelenir. Yapısal eşitsizlikler, tarihsel güç ilişkileri ve kurumsal dışlama pratikleri geri plana itilirken, siyasal gerilimlerin kaynağı bireysel ya da kolektif kimliklere atfedilen muğlak özelliklerde aranır.Ilhan Omar’ın konumu, bu mekanizmayı özellikle görünür kılar. Omar’ın Kongre’de dile getirdiği eleştiriler, temsil ettiği seçmen kitlesiyle kurduğu bağ ya da yasama sürecindeki meşru rolü üzerinden değil; kimliğinin Amerikan siyasal topluluğuyla ne ölçüde “örtüştüğü” sorusu etrafında tartışmaya açılır. Bu durum, seçilmiş bir temsilcinin hukuken sahip olduğu yetkilerin sembolik düzeyde aşındırılmasına yol açar. Omar, biçimsel olarak temsil yetkisine sahipken, söylemsel olarak bu yetkinin meşruiyeti sürekli sorgulanan bir figüre dönüşür. Ortaya çıkan şey, temsilin kendisinin krizidir: Seçilmiş ama tam olarak meşru sayılmayan, yetkilendirilmiş ama sürekli aidiyet sınavına tabi tutulan bir siyasal özne.
Bu söylemsel düzenek, popülist sağın siyasal meşruiyet üretme biçiminin merkezinde yer alır. Popülist sağ liderler, karmaşık yapısal sorunları siyasal tartışmanın konusu olmaktan çıkararak, bunları kültürel ve ahlaki karşıtlıklar üzerinden basitleştirir. Siyaset, programlar ve politikalar etrafında değil; “biz” ve “onlar” ayrımı üzerinden kurulur. Göçmen kökenli, azınlık mensubu ve eleştirel temsilciler bu çerçevede yalnızca muhalif değil; aynı zamanda “yabancı”, “sadakatsiz” ya da “tehlikeli” olarak kodlanır. Bu mekanizma, iktidarın konumunu güçlendirirken, muhalefeti içerikten bağımsız biçimde gayri meşrulaştırır.Bu dışlama, popülist sağın mağduriyet performansıyla tamamlanır. Trump gibi liderler, iktidar konumunda olmalarına rağmen kendilerini “sessiz çoğunluğun” temsilcisi ve sürekli saldırı altında olan figürler olarak sunar. Eleştirel sesler, demokratik denetimin parçası değil; ulusal iradeye yönelmiş tehditler olarak konumlandırılır. Böylece iktidar, hem saldıran hem de saldırıya uğrayan pozisyonu eşzamanlı olarak işgal eder. Ilhan Omar bu anlatı içinde, bir yandan sembolik bir tehdit figürü olarak sunulurken, diğer yandan bu tehdidi görünür kıldığı için popülist söylemin kendi varlığını meşrulaştırdığı bir karşıt figüre dönüştürülür.
Sonuç olarak Ilhan Omar etrafında şekillenen tartışma, popülist sağın yalnızca belirli siyasal aktörlere değil, siyasal alanın kendisine nasıl müdahale ettiğini gösterir. Bu müdahale açık baskılarla değil; kimlik, kültür ve aidiyet üzerinden işleyen söylemsel mekanizmalarla gerçekleşir. Makbul ile tehlikeli arasındaki ayrım, önce göçmenliği, ardından vatandaşlığı ve nihayetinde temsili yeniden tanımlar. Böylece eleştirel siyasal özneler, hukuken sahip oldukları haklara rağmen kamusal alanda sürekli bir meşruiyet sınavına tabi tutulur.Buradaki mesele, tek bir temsilciye yönelmiş söylemsel saldırılar değil. Asıl soru, eleştirinin kimler tarafından dile getirildiğinde hâlâ meşru sayıldığı; kimler tarafından dile getirildiğinde ise aidiyet ihlali olarak kodlandığıdır. Bu soru yanıtlanamadıkça, vatandaşlık eşit bir statü olmaktan çıkar; temsil ise yetkilendirilmiş ama sürekli askıda tutulan kırılgan bir konuma dönüşür. Ilhan Omar örneği, bu askıda kalma hâlinin güncel ve çarpıcı bir ifadesi olarak karşımızda duruyor.