Ateşkesin Gölgesinde: İsrail’in Batı Şeria’yı İlhakı Anlamına Gelen E1 Planı
İsrail E1 planıyla Filistin'in etkin devlet kurmasını neredeyse imkansız hâle getiriyor, Filistinlileri başkentleri Doğu Kudüs'ten dışlıyor. Böylece hukuk ile gerçeklik çatışıyor, bağlayıcı normlar ihlal edilirken uluslararası kararlar uygulanmıyor.

11 Eylül’de İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu, Doğu Kudüs ile Batı Şeria’nın merkezindeki Ma’ale Adumim yerleşimi arasında bulunan E1 bölgesine yönelik yerleşim genişletme planını resmen onayladı. Plan, yaklaşık 3 bin 400 konutun inşasını öngörüyor. İsrail, yıllardır uluslararası baskılar nedeniyle dondurulan bu projeyi Batı Şeria’nın fiili ilhakının başlangıcı olarak değerlendiriyor. Netanyahu’nun “Filistin devleti olmayacak,” açıklaması ise projeye, yalnızca konut inşasının ötesinde, Filistin devletinin kurulma ihtimalini ortadan kaldırmayı amaçlayan siyasi bir anlam yüklüyor.
Bir sonraki gün, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu bağımsız bir Filistin devleti kurulması için somut, süreye bağlı ve geri dönülmez adımlar atılmasını öngören New York Bildirgesi’ni ezici bir çoğunlukla (142 kabul, 10 ret, 12 çekimser) kabul etti. Karar, yerleşimlerin yasa dışı olduğunu ve iki devletli çözümün bir parçası olarak işgalin ivedilikle sona erdirilmesi gerektiğini vurguluyor. Bu oylama, Filistin’in meşruiyetinin giderek daha geniş biçimde tanındığını ortaya koyarken, yerleşimlerin yayılması bu sürece varoluşsal bir tehdit teşkil ediyor.
E1 Projesi’nin Getirdiği Stratejik Tehlike
E1 projesi, yalnızca İsrailli yasa dışı yerleşimciler için konut inşa etmeyi amaçlayan bir plan değil. Kudüs üzerindeki İsrail hakimiyetini pekiştirmeyi hedefleyen daha kapsamlı bir stratejinin parçasıdır. Bu plan, Doğu Kudüs’ü çevresindeki Filistin bölgelerinden koparırken Batı Şeria’nın kuzeyi ile güneyi arasındaki bağlantıyı kesmektedir. Böylece gelecekte kurulabilecek bir Filistin devleti, bütünlüğü ve yaşanabilirliği olmayan parçalı kantonlara indirgenmektedir.
Uluslararası hukuka göre bu proje, BM Antlaşması’nda güvence altına alınan ve 2016 tarihli 2334 sayılı BM Güvenlik Konseyi kararıyla da teyit edilen toprak bütünlüğü ve kendi kaderini tayin hakkı ilkelerinin açık bir ihlalidir. Söz konusu karar, “1967’den bu yana işgal edilen Filistin topraklarındaki hiçbir İsrail yerleşiminin hukuki geçerliliği yoktur,” ifadesini açıkça ortaya koymaktadır. İsrail’in zor yoluyla kalıcı toprak dayatmaları, yalnızca yasa dışı bir saldırı eylemi olarak değerlendirilebilir ve güç kullanarak toprak kazanımının kabul edilemezliği ilkesine aykırıdır. Bu durum, İsrail’e yasa dışı işgaline son vermesini emreden 19 Temmuz 2024 tarihli UAD kararına da tamamen ters düşmektedir.
Filistin’in Artan Uluslararası Tanınırlığı
Son dönemde, Birleşik Krallık ve Fransa gibi ülkelerin de katılımıyla Filistin Devleti’nin resmî olarak tanınmasına yönelik dalgalar giderek güç kazandı. New York Bildirgesi ise bu sürecin zirvesini temsil ediyor, zira BM üyesi devletlerin neredeyse dörtte üçü Filistin’in devlet statüsünü destekledi.
Bu artan tanınma, Filistin’e daha güçlü bir hukuki ve diplomatik meşruiyet kazandırarak Birleşmiş Milletler, Uluslararası Adalet Divanı, Uluslararası Ceza Mahkemesi ve diğer uzmanlaşmış kurumlar nezdindeki konumunu güçlendiriyor. Filistin’i tanıyan devlet sayısı arttıkça, İsrail’in Filistinlilerin haklarını görmezden gelmesi de zorlaşıyor. Ancak tanınma tek başına yeterli değildir, devlet olmanın maddi temelleri olan bitişik toprak bütünlüğü, doğal kaynaklar, hareket özgürlüğü ve başkent olarak Doğu Kudüs işgal ve yerleşim politikalarıyla zayıflatılmaya devam ettiği sürece bu süreç tamamlanmış sayılmaz.
Devlet Tanınması ile İllegal Yerleşimlerin Genişletilmesi Paradoksu
Buradaki temel paradoks şu: Uluslararası toplum açıklama ve bildirilerle iki devletli çözüme desteğini yinelerken, İsrail E1 planıyla Filistin’in etkin bir devlet kurmasını neredeyse imkansız hâle getiriyor ve Filistinlileri başkentleri Doğu Kudüs’ten dışlıyor. Böylece hukuk ile gerçeklik çatışıyor, bağlayıcı normlar sistematik biçimde ihlal edilirken uluslararası kararlar uygulanmadan kalıyor. Yerleşimlerin sürekli genişlemesi ise uluslararası hukukun ağır bir ihlali olmanın ötesinde, diplomatik girişimlerin inandırıcılığını da zayıflatıyor.
Bu çelişkinin giderilmesi, bir dizi somut adımı zorunlu kılıyor. Öncelikle, Uluslararası Ceza Mahkemesinin (UCM) yerleşim inşalarını doğrudan yaptırıma bağlamasıyla uluslararası hesap verebilirlik hızlandırılmalıdır. Devletler, tanımayı eylemle destekleyerek devlet olma idealini Filistin’in toprak bütünlüğüne yönelik somut bir desteğe dönüştürmelidir. Diplomatik, askeri ve ekonomik baskılar artırılmalı, yerleşim ürünlerini etiketlemek ya da aşırı sağcı İsrailli bakanlara vize yasağı koymak gibi sembolik adımların ötesine geçilerek İsrail’e karşı tam boykot uygulanmalı, kapsamlı silah ve havacılık ambargosu getirilmeli, ekonomik yaptırımlar devreye sokulmalı ve büyükelçiler dahil tüm İsrailli yetkililerin seyahatleri engellenmelidir. Son olarak, Filistin kurumlarının güçlendirilmesi, yerel toplumların direncinin artırılması ve küresel sivil toplumun devlet olma projesini sahiplenmesi için harekete geçirilmesi gerekmektedir.
E1 projesi artık sadece varsayımlara dayalı bir plan değil, fiilen hayata geçirilen bir adımdır. Bu durum, uluslararası toplumun uluslararası hukuku ve iki devletli çözümü savunma konusundaki kararlılığını sınayan kritik bir testtir. New York Bildirgesi kuşkusuz önemlidir; ancak somut yargısal, diplomatik, ekonomik ve hatta askeri adımlar atılmadığı sürece, önceki sembolik girişimlerin ötesine geçemeyecektir. E1 bölgesindeki Filistin kontrolü, ilhaka giden bir kapıya dönüşmeden korunmalıdır.
*Bu yazı Anadolu Ajansı’nın analiz metni olarak yayımlanmıştır. Makalelerdeki fikirler, yazarına aittir ve Perspektif’in editöryal politikasını yansıtmayabilir.