COP30 ve Geride Bıraktığı Dersler
Bu sene Brezilya’da düzenlenen Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi 30. Taraflar Konferansı (COP30) tamamlandı. Konferanstan, önümüzdeki sene COP31'e ev sahipliği yapacak olan Türkiye'ye de önemli dersler çıktı.

Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi Taraflar Konferansı (COP), küresel iklim politikalarının belirlendiği en üst düzey uluslararası toplantı. 1992 Rio Zirvesi’nde kabul edilen İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin (UNFCCC) ardından 1995’ten beri her yıl düzenlenen COP’lar, Kyoto Protokolü’nden Paris Anlaşması’na kadar iklim diplomasisinin tüm dönüm noktalarının şekillendiği platform oldu.
Fosil yakıtlardan çıkış, iklim finansmanı, uyum politikaları ve küresel sıcaklık artışının sınırlandırılması gibi insanlığın geleceğini belirleyen kararlar bu zirvelerde alınıyor. Bu nedenle COP toplantıları, bilimin, diplomasinin ve etik sorumluluğun kesiştiği küresel bir karar alanı niteliği taşıyor.
“COP30 İnsanlığın Geleceği Konusunda Bir Yüzleşme”
COP30’un ilk haftasında müzakerelerin hemen her ana başlığında “uygulama açığı” (implementation gap) ve bu açığın en temel sebeplerinden biri olarak da “finansman açığı” ifadesi öne çıktı. Gelişmekte olan ülkeler, özellikle çatışma, salgın ve artan iklim riskleriyle boğuşan ülkeler, yıllık 300 milyar USD (2035’e kadar) düzeyinde bir iklim finansmanı hedefi üzerinden hareket ediyorlar.
Ancak, müzakere sürecinde bu hedefin zamanlaması, kaynakların türü (hibe mi, borç mu; kamu mu, özel sektör mü) ve hangi mekanizmalarla aktarılacağı konusunda ciddi belirsizlikler olduğu görülüyor. Bu da Türkiye gibi orta gelirli ülkeler için hem risk hem de fırsat demek. Zira finansman mekanizmalarını yakalamak bir fırsat olarak ortaya çıkarken; taahhütlerin yetersizliği ise zorluklarla başa çıkmayı zorlaştırabilir.
Bundan dolayı, bu yıl Brezilya’nın Belém kentinde gerçekleşen COP30, yalnızca bir iklim müzakeresi toplantısı değil; aynı zamanda insanlığın geleceği konusunda yapılan en açık yüzleşmelerden biri olarak görülebilir. Bu yılki zirve, dünya ülkelerini bir araya getirirken, iklim krizinin artık soyut bir çevre sorunu değil, doğrudan ekonomik güvenlik, toplumsal istikrar, gıda ve su yönetimi ile küresel adalet meselesi olduğunu; bu niteliğiyle de hepimizi ilgilendirdiğini bir kez daha güçlü bir şekilde ortaya koydu.
Fosil Yakıtlar ve Enerji Geçişi
COP30’ta en tartışmalı alanlardan biri, fosil yakıtların terk edilmesi ve buna dair bir yol haritası (road map) oluşturulması önerisi oldu. 80’den fazla ülke bu çağrıya destek verse de petrol-gaz üretiminden yüksek gelir elde eden bazı ülkeler bu öneriye mesafeli durdu. Türkiye’nin bu bağlamda, fosil yakıtlara dayalı enerji üretimi, kömür ve doğalgaz kullanımı, yenilenebilir enerjiye geçişin maliyeti gibi konular üzerinde bütüncül bir anlayışla düşünmesi ve bazı kararlar vermesi gerekiyor.
Ayrıca yangın ve seller gibi iklim felaketlerinin oluşturduğu ekonomik riskler bu geçişin kaçınılmaz olduğunu gösterdiği gibi, bu konuda belirlenecek ve uygulanacak politikaların da ertelenmemesi gerekiyor. Zira, COP30 artık hepimizin sadece “taahhüt listeleme” değil, “gerçek dünya eylemleri” üzerine bir dönüm noktasıyla karşı karşıya olduğumuzu da gösterdi.
Örneğin, temiz enerji yatırımlarının hızlandırılması, sürdürülebilir yakıtların (biyoyakıtlar, e-yakıtlar) yaygınlaştırılması, yeşil sanayi zincirlerinin desteklenmesi gibi somut hedefler gündemde. Bu durum birçok ülke için de bir uyarı niteliği taşıyor: Vaatler yeterli değil. Dolayısıyla eylemlerle bunları finanse eden sistemlerin devreye alınması gerekiyor.
İklim Gerçeğini Görmezden Gelmenin Ekonomik Bedeli
İklim inkârcılarına rağmen, dünyanın farklı bölgelerinde yaşanan iklim felaketleri, insanların iklim konusunda acil adımlar atması gerektiğini daha iyi anlamalarını sağlıyor. Herkes iklimin değiştiğini kabul ederken, bunun “insan kaynaklı” olduğunu da kabullenmeye başlıyor. Artık uzak tehditler değil; gerçek zamanlı olarak yaşanan ekonomik olaylar var. Seller, kuraklıklar, orman yangınları, fırtınalar ve aşırı sıcak dalgaları artık çok daha sık ve yıkıcı şekilde ortaya çıkıyor. İklim felaketleri insan hayatını altüst ediyor, iklim mültecilerini artırıyor, altyapıyı yok ediyor ve ulusal bütçeleri tüketiyor.
Her felaket en azından iki yönlü bir ekonomik yük getiriyor. Bir yanda anlık kayıplar var. Can kayıpları, evlerin, tarım arazilerinin, su sistemlerinin, ulaşım ağlarının ve işletmelerin zarar görmesi ile karşı karşıyayız. Fakat bunun yanında iklim krizi uzun vadeli yapısal hasarları da beraberinde getiriyor. Verimlilik azalıyor, tedarik zincirleri zayıflıyor, sigorta maliyetleri artıyor. Nüfus yer değiştiriyor ve halk sağlığı krizleri büyüyor.
Küresel veriler, iklimle bağlantılı felaketlerin her yıl yüz milyarlarca dolara mal olduğunu ve bu rakamın hızla arttığını gösteriyor. Genellikle emisyonlardan en az sorumlu olan gelişmekte olan ülkeler, kırılgan altyapıları ve sınırlı mali imkânları nedeniyle bu tekrarlayan şoklara en açık ülkeler arasında yer alıyor.
Ekonomistler artık geniş bir mutabakatla iklim gerçeğini görmezden gelmenin veya küçümsemenin bir seçenek olmadığını kabul ediyor. Hareketsiz kalmanın maliyeti, uyum sağlama, emisyon azaltımı ve sürdürülebilir bir ekonomiye geçiş için yapılması gereken yatırımlardan çok daha fazla. Ertelenen her karar, gelecekteki kayıpları katlayarak büyütüyor. Tam da burada iklim politikasının aslında ekonomik politika olduğunu hatırlamak gerekiyor.
Dayanıklı bir ekonomi, iklim krizinin gerçekliğini kabul eden ve ekonomik büyüme ile kalkınmanın sınırsız olamayacağı gerçeğiyle yüzleşen bir anlayışa dayanmak zorunda. Oxfordlu ekonomist Kate Raworth’un “simit ekonomisi” modeli, insanlığın hem sosyal alt sınırı (insan onurunu koruyan asgari yaşam koşulları) hem de ekolojik üst sınırı (gezegenin taşıma kapasitesi) aşmadan yaşayabileceğini savunur.
Bu perspektiften bakıldığında, sürdürülebilir bir ekonomi, doğal kaynakların sınırlı olduğu bilincinin mali planlamaya entegre edilmesini, ekonomik kararların ekolojik sınırlarla uyumlu hâle getirilmesini ve hem insan refahını hem de gezegenin dengesini koruyan sistemlere yatırım yapılmasını zorunlu kılıyor.
İklim Krizinin Ekonomik Bedeli Artık Görmezden Gelinemez
COP30’un en önemli mesajlarından biri, iklim felaketlerinin ekonomik maliyetinin dünya genelinde dramatik biçimde arttığıydı. 2025 yılı itibarıyla seller, kuraklık, orman yangınları ve aşırı hava olaylarının maliyetleri yüz milyarlarca doları aşmış durumda. Eğitim, sağlık, altyapı ve sosyal hizmetlere aktarılması gereken fonlar giderek artan bir şekilde afetlere müdahale, onarım, yeniden inşa ve tazminat giderlerine yöneliyor.
Bu durum özellikle gelişmekte olan ülkeleri ağır bir ikilemle karşı karşıya bırakıyor: Kalkınma mı, afetlere yetişme mi? COP30’da açıkça görüldü ki, bu sorunun cevabı artık ikisinin aynı anda yapılması. Kalkınma ancak iklim dayanıklılığıyla mümkün.
Konferans boyunca en sert tartışmalar “iklim finansmanı” etrafında döndü. Gelişmekte olan ülkeler ve STK’lar her yıl en az 300 milyar dolarlık uyum ve zarar-ziyan fonuna ihtiyaç olduğunu vurguladı. Ancak gelişmiş ülkelerin taahhütlerini artırma konusundaki isteksizliği, uygulama açığını ciddi şekilde büyütüyor. Bundan dolayı, COP30’un herkese öğrettiği temel gerçeklerden biri şu: Finansman olmadan gerçek bir dönüşüm mümkün değil.
“Adil Geçiş” ve Sistemik Dönüşüm
“Çevre adaleti” kavramının her gün daha iyi anlaşıldığı bir ortamda, “adil geçiş” kavramının COP30’da merkezî bir yer edinmesi sevindirici bir durum. Bunun anlamı, enerji dönüşümüyle ilgili politikaların, işçiler ve kırılgan topluluklar için güvenli sosyal politikalarla desteklenmesi. Birçok ülkede orman yangınları, seller ve kuraklık nedeniyle zarar gören bölgeleri göz önüne alındığında, adil geçiş politikalarının ulusal iklim stratejisinin ayrılmaz bir parçası olması gerektiği açık.
COP30 görüşmelerinde, özellikle G77+Çin bloğu, bir Küresel Adil Geçiş Mekanizması (Global Mechanism for Just Transition) kurulmasını talep etti. Burada “geçişin adil olması” vurgusu, işçi haklarının, toplumsal eşitsizliklerin ve yerel ekonomilerin kırılganlığının göz önünde bulundurulması anlamına geliyor. Türkiye bağlamında bu, madencilikten fosil enerji sektörüne, tarımdan turizme kadar pek çok alanda iklim uyum stratejisinin sosyal boyutlarının da dikkate alınması gerektiğini işaret ediyor.
COP30’un geride bıraktığı temel mesajlardan birisi şu: İklim krizi artık geleceğin değil, bugünün acil meselesi. Bu krizle mücadele ekonomik akıl, sosyal adalet ve nesiller arası etik bir sorumlulukla yapılmalı. Bundan dolayı, siyasi karar alıcılar, özel sektör, finans kurumları ve akademik çevreler için çıkarılacak mesaj net: İklim değişikliğiyle mücadele artık bir lüks değil, ekonomik stratejinin merkezinde yer alan bir zorunluluk ve gelecek nesillere karşı yerine getirmemiz gereken “ahlaki bir görev.”
COP31 Antalya: Türkiye İçin Eşsiz Bir Fırsat
COP31’in Antalya’da yapılacak olması, Türkiye için yalnızca büyük bir diplomatik başarı değil, aynı zamanda tarihin sunduğu ender fırsatlardan birisi. Ancak bu fırsat, sadece Türkiye’nin tanıtımıyla, turizm gücüyle ya da ev sahipliği yapmanın prestijiyle sınırlı kalmamalı. COP31 Antalya, Türkiye’nin iklim krizi konusundaki ciddiyetini, bilimsel kapasitesini, etik sorumluluk bilincini ve vizyoner yaklaşımını dünyaya göstermek için bir platform olabilir.
Türkiye’nin 200’ü aşkın üniversitesi, güçlü akademik kadroları, binlerce araştırmacısı, dinamik sivil toplum örgütleri ve sahada fedakârca çalışan iklim aktivistleri var. COP31 Antalya, tüm bu kesimlerin dünyaya açılacağı bir buluşma ve katkı zemini oluşturmalı.
Bu katılımın amacı yalnızca iklim sorunlarını teşhis etmek değil; Türkiye’nin çözüm üreten, öneri geliştiren, küresel tartışmalara yön veren bir ülke olduğunu göstermek olmalıdır. Zira COP’a ev sahipliği yapmak, iklim diplomasisinde söz sahibi olma sorumluluğunu da getirir.
Sadece Enerji Değil, Sürdürülebilir Yaşam Tarzları da Gündem Olmalı
COP31 Antalya’nın gündemi elbette alternatif enerji kaynakları, yenilenebilir yatırımlar, finansman mekanizmaları ve fosil yakıtlardan çıkış stratejileri olacak. Yukarıda işaret edildiği gibi Türkiye, bu teknik tartışmalarla sınırlı kalmamalı; toplumlarda sürdürülebilir yaşama biçimlerinin nasıl inşa edileceği üzerine de söz söylemeli. Bu çerçevede şu temaların öne çıkarılması gerek:
• Su tasarrufu ve su etiği (Türkiye su stresi yaşayan ülkeler arasında. Başlıca nehirlerde ciddi kirlik oluşmuş; 240 gölünden 186’sı kurumuş durumda. Diğer nehirler ise ciddi risklerle karşı karşıya.)
• Sürdürülebilir tarım ve agroekoloji (özellikle kuraklık ve gıda güvenliği bağlamında)
• Kentlerin dönüşümü (Antalya, İstanbul, İzmir gibi kentlerde iklim dayanıklılığı)
• Döngüsel ekonomi ve atık yönetimi
• Sade, ölçülü, doğayla uyumlu yaşam modelleri
Türkiye’nin kültürel birikiminde ve Anadolu irfanında “ölçü”, “denge”, “israf etmemek”, “emanet” gibi kavramlar çok güçlü. COP31 Antalya, bu değerleri hem topluma yeniden hatırlatmak ve evrensel iklim söylemine taşımak için büyük bir fırsat olabilir.
Mizan: Dünya ile Bir Sözleşme
Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP) tarafından yürütülen ve Üsküdar Üniversitesinin ve çevrecilerin de aktif katkı verdiği “Mizan: Dünya ile Bir Sözleşme” deklarasyonu, yalnızca Müslüman topluluklar için değil, küresel etik tartışmalar için de büyük anlam taşıyor.
“Mizan” kavramı, Kur’an’da evrenin ve toplumun adalet, denge ve ölçü üzerine kurulduğunu ifade eder. Bu kavram doğayı bir metâya indirgemeyen, ekonomiyi biofizik sınırlar içinde düşünen, insan-merkezci değil, sorumluluk-merkezli ve kuşaklar arası adaleti esas alan bir dünya görüşünü temsil eder.
Türkiye’deki akademisyenler, ilahiyatçılar, çevre felsefecileri ve aktivistler bu metnin oluşumuna emek vermişken, COP31 Antalya’da bu katkılar görünür kılınmalıdır. Bu yalnızca Türkiye’nin kültürel ve dinî araştırmalardaki birikimini dünyaya sunmak değil; aynı zamanda iklim krizinin yalnızca teknik değil, etik, manevi ve kültürel bir sorun olduğunu vurgulamak anlamına gelir. Bu husus 2016 yılında UNEP’in hazırladığı “Sürdürülebilir kalkınma için 2030 gündemi bağlamında çevre, din ve kültür” belgesinde de vurgulanmıştı.
Antalya’da yapılacak bir COP31 zirvesi Türkiye için yalnızca 12 günlük diplomatik bir etkinlik değil; doğru hazırlanılırsa bir ulusal dönüşüm hamlesi olabilir. Bunun için üniversitelerde COP31 çalışmaları şimdiden başlatılmalı ve sivil toplum için geniş katılımlı forumlar düzenlenmeli. Belediyeler ve yerel yönetimler iklim uyumu planlarını güncellerken, iş dünyası için yeşil finansman stratejileri oluşturulmalı. Ayrıca turizm sektörü yeşil standartlar ve karbon azaltım planlarıyla COP31’e hazırlanmalı ve gençlik hareketleri karar süreçlerine dahil edilmeli.
Kısacası, bu süreç bütüncül bir anlayışla doğru yönetilirse, Türkiye COP31 Antalya ile sadece diplomatik bir başarı değil, kendi içinde ekolojik ve ekonomik dönüşümü tetikleyen bir model ülke hâline gelebilir.





