Fransa

Paris ve Müslümanlar: Sessiz Bir Karşılaşmanın Tarihi

Modernliğin kalbi Paris, Yirmisekiz Mehmed Çelebi'den Jön Türklere ve son Halife Abdülmecid'e uzanan sessiz bir Müslüman hafızası saklar; bu metin, şehri bir okuldan entelektüel bir vatana dönüştüren o görünmez izlerin haritasını çıkarıyor.

Paris ve Müslümanlar: Sessiz Bir Karşılaşmanın Tarihi
French Theater Square, Paris (1898) painting in high resolution by Camille Pissarro. Original from the Minneapolis Institute of Art. Digitally enhanced by rawpixel.

“Ey efendi Paris’e git akl-u fikrin var ise

Âleme gelmiş sayılmaz gitmeyenler Paris’e!”

Hoca Tahsin Efendi (1811-1881)

Bundan yıllar önce Paris’e eğitim sebebiyle gelmeye karar verdiğimde arkadaşlarımın “Şinasi, Paris’ten noktalama işaretleri ile döndü. Sen ne getireceksin?” diye espri yaptıklarını hatırlıyorum. Bu küçük anekdot, aslında Paris’in sadece bir şehirden ibaret olmadığını; hafızamızda bilgi, modernlik ve merakla iç içe geçmiş ayrı bir yer işgal ettiğini gösteriyor.

Paris, çoğu kez devrimlerin, filozofların, aydınlanmanın ve modern sanatın başkenti olarak anlatılır. Bu anlatıların arka planında ise genellikle görünmeyen bir başka katman daha vardır: dünyanın farklı köşelerinden gelen insanların bıraktığı ince izler. Bu izlerin arasında Osmanlı’dan, Arap dünyasından ve Kuzey Afrika’dan gelen Müslümanların izleri özellikle belirgindir fakat bir o kadar da sessizdir.

Paris’in modern hikâyesinde Müslümanların payı “belirleyici” değildir elbet; ancak Paris’in büyük dönüşümlerinin kıyılarında, salonların gölgelerinde, üniversite amfilerinde, diplomatik koridorlarda, gece vakti kahvehanelerde, şiirlerde ve siyasi tartışmalarda hep bir Müslüman figür görünür. Şehrin hikâyesi onlarınkiyle kesişir.

Bu görünmez izler kimi zaman bir sefâretnâmenin sayfalarına düşmüş bir gözlem, kimi zaman bir öğrencinin cebinden çıkan Paris notları, kimi zaman bir Jön Türk’ün kahve masasında yazdığı yazı, kimi zaman da Yahya Kemal’in Paris gecelerini anımsatan mısralarıdır. Yeri gelir, Paris Komünü sırasında barikata çıkmış üç Osmanlı gencinin adı geçer; yeri gelir, 1902’deki Jön Türk Kongresi’nin gergin Paris günleri belirir. Daha çarpıcı olanı ise, geç dönem Osmanlı tarihinin sembolik figürlerinden biri olan son halife Abdülmecid’in 1944’te Paris banliyösü Bobigny’de hayata gözlerini yumduğunu hatırlarız.

İlk Temaslar: Paris’e Uzanan Diplomatik Yol

Osmanlı’nın Paris’le ilk temasları sanıldığı gibi 18-19. yüzyılda başlamaz. Osmanlı–Fransız ilişkileri 15. yüzyıla kadar uzanır ve bu ilişkilerin kahramanları çoğu zaman unutulmuş sefirlere, tercümanlara ve diplomasi aracılarına dayanır.

Tarihçi Gilles Veinstein’in dikkat çektiği gibi, Osmanlıların “Müslümanların kâfir memleketlerine gidip elçilik yapamayacağı” yönündeki yaygın efsanesi tarihsel gerçeklikle bağdaşmaz. Aksine Osmanlılar, Venedik’ten Fransa’ya, Polonya’dan Avusturya’ya kadar Avrupa’nın hemen her büyük merkezine elçiler göndermiştir. Bu çerçevede Osmanlı–Fransız diplomatik temasları 15. yüzyıla kadar uzanır; 16. ve 17. yüzyıllarda ise farklı aralıklarla Paris’e pek çok elçi uğrar.

Bu ilk temasların en ilginç olanlarından biri 1581 yılına aittir. III. Murad’ın şehzadesi için düzenlediği büyük sünnet şenliklerine Kral III. Henri’yi davet etmek üzere Paris’e gönderilen Osmanlı heyetinin hikâyesi bugün pek hatırlanmaz. Hangi bürokratın böyle bir daveti Fransa Kralı’na iletmeyi akıl ettiği bilinmez, fakat davetiyeyi taşıyan heyetin gelişi Fransız sarayında küçük bir diplomatik fırtına koparmıştır. “Sünnet” töreni Hristiyan geleneklerine aykırı bulunduğu için, heyetin Paris’e kabul edilmesi tartışma yaratmış; hatta Venedik üzerinden Paris’e ulaşmaya çalışan elçiler, Fransız elçisi tarafından bir süre alıkonulmuş ve şehre girişleri geciktirilmiştir.

Sonraki yıllarda gönderilen Osmanlı elçileri de Paris’te günlerce, hatta haftalarca kalarak şehrin siyasi atmosferini, saray ritüellerini ve kültürel hayatını rapor etmişlerdir. Osmanlı diplomasisinin gölgede kalmış kahramanları olan drogmanlar (çoğu kez Avrupa kökenli olup Osmanlı hizmetine giren tercümanlar) Paris ile İstanbul arasındaki bilginin asıl taşıyıcılarıydı. Bu figürler, Paris’i gözlemlemekle kalmaz, aynı zamanda bu şehri Osmanlı dünyasına “tercüme eden” aracılara dönüşürlerdi.

İstanbul-Paris arasındaki diplomatik temasların en görkemli halkasını ise 1720–1721 Paris seyahati sırasında Yirmisekiz Mehmed Çelebi oluşturur. Sefâretnâmesi sayesinde Paris, Osmanlı hafızasında ilk kez bu kadar canlı, hareketli ve detaylı bir görüntüye kavuşur; fakat Mehmed Çelebi’nin etkisi yalnızca metinlerinde değil, bizzat şehrin görsel hafızasında da iz bırakmıştır. 21 Mart 1721’de Tuileries Sarayı’nda Kral XV. Louis tarafından kabul edilişi, Paris’te benzeri görülmemiş bir merasimle karşılanmış ve bu sahne döneminin ünlü ressamı Charles Parrocel tarafından tuvale aktarılmış ve günümüzde Musée National du Château de Versailles’da sergilenmektedir.

Tablo: Arrivée de l’ambassade turque conduite par Mehemet Effendi aux jardins Tuileries, 21 mars 1721, Parrocel Charles (1688-1752).

Çelebi, Paris’in bahçelerinden, tiyatrolarından ve aydınlatılmış sokaklarından büyülenmiş; özellikle de şehirdeki “kamu düzeni” karşısında hayranlığını gizleyememişti. Onun kalemiyle Paris, Müslüman dünyanın zihninde bir “medeniyet vitrini”ne dönüşür. Böylece bu erken temaslar, Paris–İstanbul ilişkisini yalnızca diplomatik değil, aynı zamanda kültürel bir merakın, bir karşılaşmanın ve giderek bir dönüşümün hikâyesi hâline getirir. Paris, bu tarihsel süreç sonunda Müslüman entelektüel hafızasında kendine özgü bir yer edinir.

Modernitenin Başkenti: Paris’in Osmanlı Aydınının Zihnindeki Yeri

19.yüzyıla gelindiğinde Paris artık Osmanlı aydınları için sadece bir diplomasi durağı değil; bir fikrî dönüşüm mekânı, adeta bir modernite laboratuvarıdır. Osmanlı Devleti 1831’de dört öğrenciyi eğitim için yurt dışına gönderir. Paris’te Rue des Feuillantines’deki Institution Barbet adlı hazırlık okuluna yerleştirilen bu talebeler, böylece iki yüzyıla yayılacak bir geleneğin ilk halkasını oluştururlar. Bu dört öğrenciden biri olan İbrahim Edhem -daha sonra yine Paris’te eğitim görecek Osman Hamdi Bey’in babasıdır- yaklaşık kırk beş yıl sonra Osmanlı sadrazamlığına yükselecektir. Aynı dönemde Barbet’teki okul arkadaşlarından biri ise ileride kuduz aşısını geliştirecek olan Louis Pasteur’dür.

Bu dönemin ruhunu en iyi yansıtan metinlerden biri, Paris’te tıp eğitimi almış Mısırlı Jön Türk Necmeddin Ârif’in 1904’te yayımladığı “Paris’te Tahsil” isimli rehberdir. Osmanlı öğrencilerine ve reformcularına Fransız eğitim sistemini tanıtmak amacıyla kaleme alınan bu rehberde Ârif, Paris’i “bir ilim ve irfan güneşi” olarak tanımlar. Bu ifade, dönemin Müslüman aydınlarının zihnindeki Paris imgesini neredeyse mükemmel biçimde özetler.

Paris, Osmanlı için “ilerleme”nin somut hâlidir: bilim, teknik, fen, düzen, eğitim, özgür basın… Fakat bu hayranlık daima bir tedirginlikle iç içedir. Aynı rehberde Necmeddin Ârif şöyle uyarır: “Avrupa’yla ilişkimiz ateşle ilişkimiz gibi olmalıdır; ısısından yararlanalım ama içine girmeyelim, yoksa yanarız.” Bu cümle, Türk modernleşmesinin trajik ikilemini özetler: Paris hem cazibe hem tehdittir; hem umut hem kaygıdır.

20.yüzyılın başında Paris artık yalnızca bir Avrupa başkenti değil, Osmanlı muhalefetinin ritmini belirleyen bir sahnedir. Jön Türk düşüncesinin çekirdeği de bu Paris yıllarında şekillenir. Wajda Sendesni’nin gösterdiği gibi, Jön Türk modernleşmesinin temelinde “cehalet çöküştür, bilim kurtuluştur” denklemine dayanan güçlü bir paradigma vardır. Bu bağlamda Paris, modern bilimin ve pozitivist düşüncenin mekânı olarak belirir. Ahmed Rıza’nın pozitivist fikirleri, Abdullah Cevdet’in materyalist metinleri, Jön Türklerin eğitim vurgusu hep Paris’teki bu zihinsel iklimde olgunlaşır. Jön Türk çevrelerinin çıkardığı Meşveret gazetesi Paris’te basılır; Ahmed Rıza’nın Latin Mahallesi’ndeki Rue Monge’da bulunan küçük salonunda toplanan genç muhalifler imparatorluğun geleceğini tartışır. Böylece Paris, yalnızca bir şehir değil, bir tür muhalefet mekânına dönüşür.

1902’deki ve 1907’deki Jön Türk Kongreleri burada yapılır; Fransız hükümeti ilk kongreyi yasaklamaya kalkışır, ancak Osmanlı muhaliflerinin kararlılığı karşısında geri adım atmak zorunda kalır: Kırk yedi katılımcı, Fransız milletvekili Lefèvre-Pontalis’in dairesinde buluşurlar. Bu kongreden sonra meşhur bölünme yaşanır. Prens Sabahaddin çevresindekiler Teşebbüs-i Şahsi ve Adem-i Merkeziyet Cemiyetini kurarken Ahmed Rıza etrafındaki grup Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyetini (1902-1906 döneminde A. Rıza ve taraftarları İttihat ve Terakki adını kullanmamışlar, Osmanlı Terakki ve İttihat adını benimsemişlerdir) kurarlar. 1908’deki ihtilalin ardından ise Rue Bonaparte’daki İttihat ve Terakki karargâhına Türk ve Fransız bayrakları asılarak kutlanır. Paris’teki polis dosyalarında bu dönemin öğrencilerinin, sürgünlerinin ve muhaliflerinin adları sık sık geçer. Paris, bu yıllarda Müslüman dünyadan gelen siyasi düşüncenin piştiği bir laboratuvar gibidir.

Bu dönem, bir yandan Batılı fikirlerle yakınlaşmaya sahne olurken diğer yandan Batı ile Doğu arasındaki zihniyet farklarının genç Osmanlıların yüzüne çarptığı bir dönemdir. Bu karşılaşmaların en çarpıcı anekdotlarından biri Ubeydullah Efendi’ye aittir. 19. yüzyılın sonlarında Fransa’da bulunan Ubeydullah Efendi, bir Paris gazeteciler kulübünde Osmanlı şarkısı söylemeye zorlanır. Israr üzerine şarkıyı Fransızcaya tercüme eder; ancak salondakilerin alaycı tavırları karşısında dayanamaz ve şöyle der: “Siz Fransız bir zihne sahipsiniz; anlayacak durumda değilsiniz. Böyle bir inceliği ancak Doğulular kavrayabilir.” Bahsi geçen şarkının sözleri ise “Müptelâ-yı gam olan râhat-ı dünyâ bilmez / Zehr-i hicrâna kanan lezzet-i sahbâ bilmez”dir.

Ubeydullah Efendi’nin bu cevabı, Doğu ile Batı arasındaki kültürel yarığın somut bir örneği olarak görülebilir. Modernitenin tartışıldığı, bilimin bir tür “yeni inanç sistemi” olarak görüldüğü bu yıllarda Paris, Osmanlı entelektüelleri için hem ufuk genişleten bir mekân, hem de kimliğin kırıldığı bir aynaya dönüşür. Bu karşılaşmalar, Paris’in Müslüman entelektüeller için yalnızca bir okul değil, kimi zaman varoluşsal bir sınav olduğunu hatırlatır.

Barikatların Ardında Üç Türk: Paris Komünü

Paris’in siyasi tarihindeki büyük kırılmaların çoğu gibi 1871 Paris Komünü de şehrin kıyılarında dolaşan Osmanlı izlerini saklar. Paris’in sokakları alev aldığında, tarihin şakası mıdır bilinmez, barikatların kenarında üç Osmanlı gencinin silueti belirir. Komün’ün barikatlarında adları geçen üç genç Osmanlı olan Mehmet Bey, Reşat Bey ve Nuri Bey Paris’e sürgün olarak gelmiş, ama kendilerini Avrupa’nın en önemli halk hareketlerinden birinin içinde bulmuşlardı. Paris kuşatma altındayken Ulusal Muhafızlar’a gönüllü olma istekleri, barikat günlerinde yaralılara yardım etmeleri ve Fransızların onlara “Üç Türkler” adını vermesi, bu şehrin tarihine Osmanlıca bir gölge düşürür. Onların hikâyesi büyük çatışmaların merkezinde değildir; fakat Paris’in yangınında özgürlük, eşitlik ve kardeşlik fikriyle yüzleşen Osmanlı aydınlarının örneklerinden biri olarak önemlidir.

Bu üç genç, Komün’ün bastırılmasından sonra İstanbul’a döndüklerinde İbret gazetesinde yaşadıklarını yazdılar; Reşat Bey’in ölçülü ama hayranlık dolu gözlemleri, Nuri Bey’in enternasyonalizmi savunan yazıları, Namık Kemal’in onları koruyan metinleri, Paris’teki o kısa tecrübenin Osmanlı düşüncesi üzerindeki etkisini açıkça gösterir. Devlet ise tam tersine, Sadrazam Ali Paşa’nın ünlü emirnamesiyle Komün’ü “tehlikeli fikir” ilan etmişti. Böylece Paris Komünü, İstanbul’daki siyasal tartışmalara bir hayal olarak değil, bizzat tanıkları tarafından taşınmış bir deneyim olarak dâhil oldu.

Her ne kadar Komün’ün kaderi Paris sokaklarında belirlenmiş olsa da onun Osmanlı hafızasında bıraktığı iz, şehrin daha geniş bir hikâyesine işaret eder: Paris’te modernliğin her büyük kırılmasında bir Müslüman gölgesi mutlaka bulunur. Kimi zaman bir diplomat, kimi zaman bir öğrenci, kimi zaman bir sürgün, kimi zaman da bu üç genç gibi tarihin ateş çizgisinde duran bir figür… Paris’in hikâyesine serpiştirilmiş bu küçük izler, Müslüman dünyanın modern siyasal düşünceyle ilişkisinin çoğu kez tam da bu şehirde kurulduğunu hatırlatır.

Paris’in Müslüman Mekânları

Paris sadece fikirlerin değil, mekânların da hafızasını taşır. Osmanlı öğrencilerinin Paris’e gönderildiği Mekteb-i Osmanî (1857–1864), Rue de Grenelle’de, bir Osmanlı varlığı oluşturur. Buradaki öğrenciler hem Fransızcayı hem de modern bilimleri öğrenir ve Fransız yükseköğretim sistemine hazırlanır. Paris sokakları genç Müslüman kuşak için bir üniversiteye dönüşür. Boulevard Saint-Michel’de Osmanlı öğrencilerinin gittiği kahvehaneler, Rue des Écoles’deki “Oriental Restaurant”, Paris’in “gündelik Müslüman hafızası”nı oluşturur. Bu mekânlar artık yoktur, ama dönemin metinlerinde izleri kalır.

Şehrin Müslüman izleri yalnızca eğitim kurumlarıyla sınırlı değildi. Paris Büyük Camii’nin 1926’daki açılışından yaklaşık 70 yıl önce, Paris’in en ünlü mezarlıklarından Père Lachaise de bugün çoğu kişinin farkında olmadığı bir Osmanlı–Müslüman mirasına ev sahipliği yapmıştır.

1856’da Sadrazam Mehmed Ali Paşa’nın girişimiyle ve III. Napolyon’un desteğiyle Père Lachaise’de Müslümanlara ayrılmış özel bir mezarlık bölümü kurulmuştu. Bu karar, hem Osmanlı İmparatorluğu ile Fransa arasındaki diplomatik yakınlığın bir göstergesi, hem de 1804 tarihli Fransız mezarlık düzenlemelerinin “her inancın kendine ait bir defin alanı olmalı” ilkesinin bir sonucuydu. Mezarlık içinde, cenaze namazlarının kılınabilmesi için küçük bir mescit inşa edilmişti. 1857’de açılan bu yapı Batı’da inşa edilen ilk Müslüman cenaze mekânlarından biri olarak anılır.

Fotoğraf: Père Lachaise Mezarlığındaki mescit. (Bibliothèque Nationale de France)

Mezarlığın Müslüman bölümü başlangıçta çok geniş olsa da beklenenden az defin yapıldığı için zamanla küçültülür. 1870’e gelindiğinde yalnızca 44 kişinin buraya defnedilmiş olduğu kaydedilir. Yapının bakımı bir süre Osmanlı Sefareti tarafından üstlenilse de zamanla ihmal edilir ve 1914’te I. Dünya Savaşı’nın gölgesinde tamamen yıkılır. Bugün Père Lachaise’de bu Müslüman bölümünden geriye, eski sınırları işaretleyen küçük bir çit ve birkaç sembolik iz kalmış durumda. Buna rağmen mezarlık, Malka Khachwar (1858’de Paris’te ölen Oudh Kraliçesi), İranlı yazar Sâdık Hidayet ve Cezayirli sanatçı Idir gibi isimlerin defnedildiği bir hafıza mekânı olmayı sürdürüyor.

Cami ortadan kalkmış, duvarlar yıkılmış olsa da Père Lachaise’deki bu küçük alan, Paris’teki Müslüman varlığının tarih boyunca nasıl değiştiğini gösteren sessiz bir tanık gibi duruyor: diplomatik yakınlaşmaların, göç yollarının, ölülerin ve yaşayanların birbirine dokunduğu bir kesişim noktası.

Entelektüel Vatan Olarak Paris

Paris, Osmanlı ve Türk entelektüelleri için yalnızca bir coğrafya değil, giderek bir entelektüel vatan hâline gelir. Şehri böyle tanımlayanlardan biri, modern Türkiye düşüncesinin en özgün seslerinden Cemil Meriç’tir. Meriç, günlüklerinde Paris’i “rüyalarının şehri”, “düşüncesinin vatanı” olarak anar; Chénier, Diderot ve Comte gibi hayranlık duyduğu isimlerin yaşadığı yer olması Paris’i onun gözünde bir yabancı diyardan çok tanıdık bir iç mekâna dönüştürür. Ona göre Paris, Londra’nın, New York’un ya da Moskova’nın sunamadığı bir şey sunar: insanın kendini hem ait hissettiği hem de sürekli sınandığı bir zihinsel dönemecin merkezinde olma hâlini. Aslında bu hal Paris’e gelen ilk öğrencilerden Jön Türkler’e kadar uzanan bir haldir. Meriç’in ifadesiyle Paris, “aklın vatanı, kalbin çelişkisi”dir; insanı büyüleyen ama aynı zamanda içten içe ikiye bölen bir tecrübe. Meriç’in bu içsel Paris’i aslında yalnızca ona özgü değildir; Osmanlı’dan Cumhuriyet’e pek çok aydının paylaştığı ortak bir duygu halidir.

Paris, Belle Époque’tan Cumhuriyet’e uzanan geniş bir dönemde, modern Türk kültürünün sayfalarına dağılmış pek çok ismin ortak durağı olur: Abdülhak Hâmid’den Yahya Kemal’e, Ahmed Midhat’tan Sabahettin Eyüboğlu’na kadar farklı kuşaklardan yazarlar, ressamlar ve gazeteciler bu şehri kendi düşünsel yolculuklarının merkezine yerleştirir. Osman Hamdi Bey, Paris’te Gérôme’un atölyesinde resim eğitimi alır; oryantalizmle Osmanlı sanatının karmaşık ilişkisi burada başlar. Yahya Kemal, Sorbonne’da felsefe derslerini pek başaramasa da Paris gecelerini, Seine nehri boyunca yürüyüşlerini ve kentin estetik zarafetini bütün bir şiir külliyatına taşır. Paris bu dönemde özellikle Türk aydınlar için bir okul, bir tiyatro, bir mahkeme, bir kütüphane, bir sığınak ve bir mücadele alanıdır. Yolu Paris’e düşen Müslüman entelektüeller saymakla bitmez. 1910’lardan itibaren ise Cezayirli, Suriyeli, Tunuslu hatta İranlı genç entelektüeller Sorbonne’un koridorlarında yeni bir Müslüman modernliğini tartışmaya başlar. Bu tartışmaların anti-kolonyal damarları, ilerleyen yıllarda Muhammed Arkoun, Malek Bennabi ve Ali Şeriati gibi düşünürlerin Paris’te şekillenen entelektüel ufuklarında yankılanacaktır.

Avrupa’daki Londra, Berlin, Viyana gibi başka başkentler de Osmanlı aydınlarını kendine çekse de hiçbiri Paris’in sağladığı o “ev ile sürgün arasında duran” ikili duyguyu yaratamamıştır. Paris, modern bilimle demokrasi idealinin, sanatla gündelik hayatın, anonim kalabalıkla kişisel yalnızlığın iç içe geçtiği bir sahne olarak, Müslüman entelektüellere hem katıldıkları hem de dışarıdan seyrettikleri bir modernlik sunar.

Bu nedenle Paris’e gidiş, uzun süre boyunca bir yazar ya da gazeteci için bir tür onay mertebesi gibidir. Bir Türk entelektüelin “Paris’te bir süre yaşamış olması”, yalnızca bir biyografi detayı değil, modern kültür dünyasına giriş biletidir. Bu gelenek, Belle Époque’un edebî gezginlerinden Cumhuriyet döneminin genç yazarlarına, oradan Fikret Mualla gibi Paris’e yerleşen sanatçılara kadar kesintisiz biçimde sürer. Paris bu isimlerin hepsinde aynı duyguyu uyandırır: fiziksel olarak uzak, düşünsel olarak ise ev gibi hissedilen bir şehir.

Sürgünden Göçe

Paris’teki Müslüman varlığı hikâyesinin dramatik düğüm noktası ise, son Osmanlı Halifesi Abdülmecid Efendi’nin 1944’te Paris’in doğu banliyösü Bobigny’de mütevazı bir apartman dairesinde hayatını kaybetmesidir. Halifeliğin İstanbul’un saraylarından koparak Paris’in işçi sınıfı mahallelerinden birinde son bulması, Paris–Müslüman dünyası ilişkilerinin en çarpıcı sembollerinden biridir. Bir imparatorluğun son sayfası, geçmişte Osmanlı öğrencilerinin kahvehanelerini dolduran, Jön Türklerin bildiriler bastığı bu şehirde kapanır.

Savaş sonrası dönemde Paris’in Müslüman nüfusu nitelik değiştirir. 1950’lerden itibaren Cezayir, Fas ve Tunus’tan gelen işçi göçü, Paris’in mahalle haritasını dönüştürür. Göçmen mahalleleri, Trente Glorieuses döneminin sanayi işçilerini barındırır; bu mahalleler kısa sürede hem bir emek tarihi hem de bir Müslüman göç tarihi oluşturur. 1960’lardan itibaren Türkiye’den gelen işçiler yeni bir katman ekler. 10. arrondissement’ta oluşan bu topluluk, zamanla belirgin bir ekonomik ve kültürel alan yaratır. 1980 darbesi sonrasında Türkiye’den gelen siyasi sürgünler ise Paris’in entelektüel ve politik ortamında kalıcı izler bırakır; dernekler, yayınlar ve kültürel platformlar kurulur.

Bugün Paris’in Barbès, Belleville ve Goutte d’Or gibi mahallelerinde Afrika kıtasından; Faubourg Saint-Denis’de ise Türkiye’den gelen göçmenlerin oluşturduğu yeni Müslüman hafızası yaşar; sokaklardaki marketler, dernekler, mescitler ve gündelik yaşamın ritmi, bu uzun hikâyenin güncel devamını oluşturur. Paris, böylece Müslümanlar için yalnızca geçmişte bir sürgün ve siyaset mekânı değil, bugün de yaşayan bir bellek alanı olmaya devam eder.

Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi #0

*Tüm alanları doldurunuz

Son Yüklenenler