'Dosya: Avrupa'da Nikâh'

Evliliğin Göçü: Kısmetten Öte Köy Var Mıdır?

Göç sürecinde evlilik hangi yeni anlamları kazanır? İzin zamanlarında yapılan köy düğünlerinden evliliğin bir göç stratejisi olarak kullanılmasına dek, göçle birlikte dönüşen evlilik, incelenmeye değer bir konu teşkil ediyor. 

Fotoğraf: © iVazoUSky/ Shutterstock.com | Değişiklikler: Perspektif

Antropolog Carol Delaney’in 1980 yılında Orta Anadolu’nun bir köyünde başladığı saha araştırması 1991 yılında “Tohum ve Toprak: Türk Köy Toplumunda Cinsiyet ve Kozmoloji” başlıklı bir kitap olarak yayımlandı. Kitabının “Evlilik Uygulamaları ve Düğün Töreni” bölümü, Delaney’in köylülerden duyduğu “Yalnızlık Allah’a mahsustur” sözüyle açılır ve bu köy toplumunda evliliğin nasıl bir kurum olduğu bu alegoriden hareketle tartışılır. Çalışmasında kültürel sembolizmi incelemek yerine onu yeniden üretmekle eleştirilen Delaney’in kitabının adı da bir anlamda bu tartışmanın özetidir. Tarıma dayalı kapalı bir kırsal üretim modelinde erkeği temsilen “tohum” ve kadını temsilen “toprak”, toplumun biyolojik varoluşunun temel iki parçası olarak anlam kazanacaktır.

Türkiye’nin de dâhil olduğu geniş bir coğrafyada evlilik temelinde kurulan hısım ve akrabalık ilişkileri Batılı antropologlar için her zaman önemli ve zorlu bir çalışma konusu oldu. Söz gelimi, başka toplumlarda birbirinden ayrıştırabildikleri iki temel strateji olarak eksogami (dışevlilik) ve endogami (içevlilik) arasındaki tercihin bu coğrafyalarda nasıl işlediği konusunda yaygın bir kafa karışıklığı vardır. Delaney’den önce (yine uzun erimli bir araştırmaya imza atmış olan) Paul Stirling de “Türk Köyü” (1966) çalışmasında ısrarla bu iki seçenek arasında kesinkes bir tercih olması gerektiği düşüncesinden hareketle araştırmasını şekillendirmeye çalışır. Buna göre, ataerkil bir sisteme dayalı Türkiye’de hısım ve akrabalık ilişkilerinin inşasında erkek soyu takip edileceği için evlilik modeli de endogamik sayılmalıdır.

Buradaki tercih ise “babanın erkek kardeşinin kızı” (BEKK) olarak formüle edilir. Bu ilke ataerkil sistemde baba ve onun soyu üzerinden inşa olunan hanelerin ayni (toprak), maddi (hayvan) ve beşerî (emek) varlıklarının aynı çatı (soy) altında korunabilmesi açısından önemlidir. Erkek (baba ve oğulları) üzerinden zaman içerisinde kalabalıklaşarak büyüyecek merkez haneye dışarlıklı haneden gelecek yeni (ve yabancı) üye, kadın olacağı için ilke “babanın erkek kardeşinin kızı” olarak anılır. Fakat, Batılı antropologlar BEKK ilkesi dışında çok sayıda evlilik gerçekleştiğine de tanık oldukça kafaları karışır. Eğer soyun inşasında bu ilke belirleyici ise bunun dışındaki evlilikler nasıl mümkün olur? Çünkü “Yalnızlık Allah’a mahsustur.” “Evde kalma” tehlikesinin zaman ayarlı olduğu bu toplumlarda BEKK temel ilkedir ama tek strateji değildir. Geniş bir küme içerisinde babanın erkek kardeşleri tarafından adayların müstesna bir kıymeti olsa da eğer uygun biri bulunamazsa liste babanın kız kardeşlerinden anne tarafına, oradan daha uzak akrabalara ve hatta başka köye gelin gitmiş (ve dolayısıyla artık uzakta olan) akrabaların hısımlarına kadar uzanır. Zira, evliliklerin kurulmasında bir diğer önemli ilke de davulun bile dengi dengine çalacak olmasıdır.

Soyu İnşa Etme Stratejileri

Peki tüm bunlar neden önemli? Sonuç olarak insan soyunun biyolojik yeniden üretimi temel mesele ise bu kadar gürültüye ne gerek var? Şöyle başlayalım: Bizim gibi ataerkil toplumlarda eşsiz bir konuma sahip olan babalık başka bazı toplumlarda (Hawai Soy Sistemi) aynı kuşaktan erkeklerin ortak olarak paylaştığı bir sorumluluktur. Bu topluluklardaki çocuklar bir üst kuşaktan tüm erkeklere “baba” ve tüm kadınlara “anne” olarak seslenir. Bizim toplumumuzda yalnızca anne ve babadan beklenen sorumluluklar bu üst kuşağın üyesi tüm erkek ve kadınlar tarafından tüm çocuklar için paylaşılır. Bir diğer toplumsal modelde (Karga Soy Sistemi) anne ile teyze ve baba ile amca arasında ayrım yoktur. Anne tarafından tüm kadınlar anne, baba tarafından tüm erkekler ise baba olarak anılır. Sadece annenin erkek kardeşi ve babanın kız kardeşinin kendilerine tanımlı farklı bir statüsü vardır. Avrupa toplumlarından farklı olarak Türkiye’nin de dâhil olduğu modelde (Sudan Soy Sistemi) ise hem anne tarafından hem de baba tarafından kız (teyze/hala) ve erkek (dayı/amca) kardeşlerin kendilerine özgü statüleri vardır. Bu çeşitliliğe, dünya nüfusunun küçük bir kısmına tekabül eden, soyun anne üzerinden inşa edildiği modeller ile kadın ya da erkek çok eşliliğini de eklenince bir toplumsal kurum olarak evliliği (aslında soyu) inşa etmeye yönelik birbirinden oldukça farklı stratejiler olduğunu söyleyebiliriz.

Antropolojik açıdan baktığımızda biyolojik üretim evlilik kurumunun en temel işlevi olmakla birlikte insan, tüm diğer edimlerinde olduğu gibi, hiçbir şeyi sadece biyolojik temellere indirgeyerek anlamlandırmaz. Evlilik kurumunun ikincil ve kültürel ve de dolayısıyla daha önemli işlevi “soy inşası” olarak andığımız toplumsal emeğin belirli konumlar tanımlanarak örgütlenmesinde açığa çıkar. Aile içi ve kuşaklar arası kadın dayanışmasının bir örneği olarak kızlara çeyiz düzmenin henüz çocuk yaşlarda başlaması, beşik kertmesi gibi evlilik modellerinin olması evlilik kurumunun baş-göz edilecek iki genç topluluk üyesinden çok daha geniş bir insan kümesinin karşılıklı ve itinalı müzakeresini gerektirdiğini not etmek gerekiyor. Adı üzerinde “müzakere” olarak anılan bu süreç ise kendini mümkün kılan bağlamın dönüşümüne koşut olarak değişmeye, esnemeye açıktır.

Evlilik Kurumunun Göç Sürecindeki Dönüşümü

Örneğin köy gibi oldukça tanımlı bir yerden birbirinden farklı uzaklıktaki ve çoğu durumda ulusal sınırlarla ayrışan yerellere dağılan topluluklar için evlilik de yeni anlamlar kazanacaktır. Göç süreçleri toplumsal emeğin örgütlenmesine dair koşulları dönüştürdüğü ölçüde evlilik kurumunun dayandığı müzakerenin de bağlamını sarsar. Gülten Dayıoğlu “Geride Kalanlar” (1975) ve “Geriye Dönenler” (1986) hikâye kitaplarında bu konuda önemli sorunları başarıyla işler. Babasından habersiz Almanya’ya giden Ramazan’ın aile evine emanet ettiği eşi Dila’nın kendisi ve çocukları da Almanya’ya aldırması için mektuplarla yaptığı baskının yarattığı tartışmalardan, aileleri kesin dönüş yapan Güler ve Gülal’ın genç birer kız olarak memlekette karşılaştıkları “Almanya artığı” önyargısı ve ebeveynlerinin “hayırlı bir kısmet” bulmak konusundaki evhamları bu uzun tarihçenin hemen başında evlilik kurumunun göç sürecinde geçireceği dönüşümlerin de habercisidir.

İlk kuşaklar için Türkiye’de “geride kalan” ailelerle gurbette (ama geriye dönmek üzere) çekirdek aile olarak yeniden birleşmek evlilik kurumunu onaracak temel çözümdür. Çocuklar büyüdükçe izin sezonları aynı zamanda yeni evliliklerin kurulacağı buluşmalara dönüşür. Türkiye kırsalında hasat zamanına denk gelmeyecek şekilde düzenlenen törenlerin takvimi yaz aylarına doğru kayar. Bu yaz köyde gidilen bir akraba düğünü, gelecek yaz için kendi çocuklarına kısmet bakılan bir etkinliktir artık. Niyetler ev ziyaretlerinde açık edilir, anlaşma olursa gelecek yaza kadar hazırlıklar yapılır. Doktora araştırmamı gerçekleştirdiğim 2000’lerin sonunda köy düğünleri hâlen bu işlevini koruyordu. Katıldığım düğünlerde artık ebeveynlere pek iş düşmediği, birbirini beğenen gençlerin sosyal medya üzerinden bir yıl boyunca “görüştükleri” ve yaza doğru niyetlerini münasip kanallarla ilettikleri konuşuluyordu. Bir diğer çözüm ise gurbeti köy edinenlerin kurduğu yeni tanışıklıklar üzerinden bölge farkı gözetmeksizin kendilerine uygun gördükleri bir başka göçmen aileyle evlilik müzakeresine girişmesi olur. Göçmen mahalleleri yeni kuşakların kısmetinin bağlanmasında köylerin yanında yerini alır.

Bir Göç Stratejisi Olarak Evlilik

Avrupa kapısının sert şekilde kapandığı 1980’lerde ise evlilik bir göç stratejisi olarak karşımıza çıkar. Kimi zaman memlekette kalan akraba bir ailenin genç erkek üyesinin “kurtarılması” amacıyla, kimi zaman gurbette uygun bir eş bulunamayan (biraz da hayta) erkek çocuğu evirip çevirir umuduyla “ithal” gelin ve damatların göçü başlar. Aynı köyden farklı ülkelere göç etmiş akraba aileler arasında Avrupa içi sınır aşanlar kadar evlenerek memlekete temelli dönüş yapanlar da duyulmadık değildir. Göç koşullarında da olsa evlilik kurumu kısmet kabul edilen her ihtimali kapsamak üzere esneyecektir. 1970’lerin sonunda Berlin’de kurulan bir “aile derneği” temsilcisiyle yaptığım görüşmede amaçlarının ilk kuşak ailelerinin sorunlarına çözüm bulmak olduğu ve o zamanlar bir 10 yıl sonra derneğe ihtiyaç kalmayacağını düşündükleri söylenmişti. Bugün hâlen etkin olan dernek göçün sürmesiyle birlikte yeni sorunlara çözüm bulmak üzere dönüşmüştü.

1990’larda yoğun göç veren küçük ilçelerde, “nasılsa liseden sonra evlenip gidecek” beklentisiyle eğitime katılım büyük ölçüde düşmeye başlar. Gerçekçi olmayan beklentiler üzerine kurulu sınır aşan evlilikler mutsuz sonuçlandıkça akraba-dünür ailelerin de huzuru kaçar. Boşanan çiftlerden ithal gelmiş olanın memlekete geri dönüp dönmeyeceği hem erkekler hem de kadınlar açısından bir sorundu ve geriye oldukça kederli hikâyeler bıraktı. Bu dalgayla birlikte göç alan ülkeler de evlilik yoluyla göçler konusunda dil şartı gibi yeni kısıtlayıcı uygulamalar hayata geçirmeye başladı. Tüm bunların sonucu olarak 2010’larla birlikte yeni genç kuşaklar için bu yönelimin azaldığını söylemek mümkün. Gerek ebeveynlerin kendi kuşak tanıklıkları gerekse de orada ve buradaki yeni kuşaklar arasındaki kültürel farkların genişlemesi nedeniyle sınırları aşan evliliklerin geçmişte olduğu kadar yaygın olduğunu söylemek mümkün gözükmüyor artık.

Besim Can Zırh

Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) Sosyoloji Bölümü’nde öğretim üyesi olan Dr. Besim Can Zırh’ın ağırlıklı çalışma alanları göç, sosyal antropoloji, din antropolojisi, Alevilik ve şehir çalışmalarıdır.

Yazarın diğer yazıları
Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Son Yüklenenler