Biyolojik ve Sosyal Bir Mesele Olarak Cinsiyet
Cinsiyet, biyolojik ve sosyal boyutlarıyla karmaşık bir kavram. İbn Rüşd'den Margaret Mead'e uzanan bir sosyal teori yelpazesinde, cinsiyet sadece biyolojik değil aynı zamanda sosyal bir olgu olarak ele alınmıştır.
Cinsiyet kavramının yalnızca biyolojik değil aynı zamanda sosyal bir mesele olarak ele alınması birçoğumuza yakın zamanların alamet-i farikası olan nevzuhur bir yaklaşım gibi görünüyor. Hatta bu konu ile ilgili akademik söylem ve aktivizm ile İslami söylem arasında bir çelişki olduğu varsayılıyor. Geniş toplum kesimlerinde bu tür bir algının doğmasında Türkiye’de özellikle son yirmi yılda artış gösteren sosyal bilimsel çalışmaların önemli bir rolü var.
Toplumsal cinsiyet (İng. “gender”) başlığı altında antropoloji, sosyoloji, siyaset bilimi, kent çalışmaları, hatta İslami ilimler alanında üretilen metinler, sadece akademisyenlerin değil; toplumun hemen her kesiminin dikkatini biyolojik cinsiyetle toplumsal cinsiyet arasındaki ilişkiye çekti. Konu, değerlerin alanına da girdiği için pek çok ideolojik tartışmanın fitilini ateşledi.
Bu yazıda cinsiyet meselesi ile ilgili kafa karışıklığını ve bazı yanlış anlamaları giderebilmek için, günümüzdeki cinsiyet kavramının tarihçesine değinilecektir. Ancak bunu yapabilmek için cinsiyet ve toplumsal cinsiyet arasındaki farka işaret etmek ve burada bize ayrılan alan sınırlı olduğu için de bugünkü cinsiyet anlayışımızı şekillendiren süreci bir seçki ve sınırlama ile ortaya koymak gerekmektedir.
İbn Rüşd’ten İtibaren Sosyal Bilim Konusu Olarak Cinsiyet
Cinsiyet (İng. “sex”) kavramı biyolojik olarak kadın ve erkek olma durumunu ifade eder. Doğuştan getirdiğimiz özelliklerle ilgilidir. Bu tanımın içine kadın ve erkek cinsel organlarına sahip olmaktan hormonal farklılıklara kadar uzanan pek çok gösterge konulmuştur. Toplumsal cinsiyet ise bu biyolojik farklılıkların üstüne toplum tarafından konulan katmanı ve toplumsal iş bölümü çerçevesinde kadın işleri/erkek işleri arasında yapılan ayrımı işaret eder.
Cinsiyet meselesinin sorunsallaştırılması, “kadın işleri” denilen işlerin toplumsal karşılığının genellikle ekonomik açıdan yoksulluk, politik açıdan güçsüzlük ve kültürel açıdan da sembolik susturulma şeklinde karşımıza çıkıyor oluşundan kaynaklanmaktadır. Toplumsal eşitsizliklerin “biyolojikleştirilerek doğallaştırılması” (Özbudun & Uysal 2015: 165-166), yani bunları yaradılıştan kaynaklanan farklılıklarla açıklama ve meşrulaştırma eğilimi sosyal bilimcileri konuyu sorunsallaştırmaya götürmüştür.
İlk örnek İbn Rüşd’den verilebilir. İbn Rüşd’ün Felsefe-Din İlişkileri Faslu’l Makal el-Keşfan Minhaci’l Edille (2012) adlı kitabına ve bu kitapta kadınlarla ilgili yaptığı değerlendirmelere dikkatimi çeken felsefeci meslektaşım Enis Doko olmuştu. Doko’nun çeşitli mecralarda aktardığı üzere Rüşd, “kadın ve erkeklerin eşit olduğunu”, kadınların erkeklerin sahip olduğu “hak ve ehliyetlere” sahip olduğunu düşünüyordu. Ona göre kadınlar asker olabilir ve devlet işlerinde çalışabilirdi. Daha da önemlisi kadınların toplumdaki mevcut durumunun nedeni onların biyolojik yapısı değil; toplumun onlara yüklediği işlerin mahiyetiydi. Rüşd bu eserde ortaya koyduğu fikirlerle toplumsal cinsiyet (gender) konusunu sistematik biçimde ele alan ilk düşünürlerden biri olmuştur.
17. Yüzyılda Öne Çıkan Çocuk ve Kadın Eğitimi Fikri
İbn Rüşd daha 12. yüzyılda toplumsal cinsiyet alanına kurucu katkılarda bulunduğu hâlde zaman içinde biyolojik indirgemeci yaklaşım yeniden güç kazanmıştır. Örneğin 18. yüzyılda Aydınlanma dönemi düşünürü olarak selamlanan Jean Jacques Rousseau çocuk eğitiminin esaslarını tartışmak amacıyla kaleme aldığı Emile (1762) adlı kitabında biyolojikleştirici ve cinsiyetçi yaklaşıma düşmekten kendini kurtaramaz.
Bu metinde Emile ve Sophie karakterleri üzerinden “erkek için yaratılmış kadın” stereotipini yeniden üretir. Bilimsel ve hümanist bir eğitim almasını önerdiği Emile’in karşısına, bu eğitimden mahrum bırakılmasını önerdiği ve temel amacı Emile’i mutlu etmek olan Sophie’yi koyar. Genç’in “Jean Jacques Rousseau’nun Emile’inde Kadın Eğitimi” başlıklı makalesinde de belirttiği gibi eğer Emile çocuk sahibi olmayacak olsa, Sophie’nin eğitiminden bahsetmek bile gerekmeyecektir. Sophie’yi önemli kılan Emile’in mutluluğu ve annelik görevini hakkıyla yerine getirebilmesi için sahip olması gereken vasıflardır (2015: 26, 29, 30-31).
Batı’da cinsiyet meselesinin felsefi düzeyde sorunsallaştırılması, Rousseau’nun ve onun Emile kitabında ortaya koyduğu görüşlerin Mary Wollstonecraft tarafından eleştirilmesiyle –tabii yalnızca onun tarafından değil; başkaları tarafından da eleştirilmiştir- mümkün olmuştur. Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi (1792) başlığını taşıyan ve bugün artık klasikleşmiş olan kitabında Wollstonecraft, Rousseau’nun kadını zayıf ve muhakeme kabiliyeti olmayan bir varlık şeklinde tanımlamasını eleştirir. North Carolina Üniversitesindeki Kurtuluşa Doğru mu? Modern Avrupa Tarihinde Kadınlar dersinde proje olarak hazırlanmış bulunan ve aynı adı taşıyan dijital ansiklopedinin maddelerinden biri de Wollstonecraft’ın bu kitabı hakkındadır. Ansiklopedinin kitap hakkındaki şu değerlendirmeleri önemlidir:
“[Kitap] ilk olarak 1789’da başlamış olan Fransız devriminin üçüncü yılında Londra’da yayınlanmıştı. Wollstonecraft tüm gözler Fransa’nın üzerindeyken kitabın girişini Fransız Anayasasının revize edilmiş bir versiyonu olarak niteleyebileceğimiz 1790 İnsan Haklarının Gerekçelendirilmesi metnini kaleme almış olan Fransız siyasetçi Charles Maurice de Talleyrand-Périgord’a bir cevap olarak kaleme aldı. Talleyrand kızların erkek akranları gibi eğitim almaları gerektiği fikrine katılsa da yalnızca sekiz yaşına kadar eğitilmelerini öneriyordu. Wollstonecraft çalışmasında kadınların erkeklerle aynı eğitim imkânlarına sahip olmayı hak eden tam insanlar olarak kabul edilmesi fikrini savundu.” (Bestman 2018) [1]
Tarih boyunca erkeklerin kaleme aldığı metinlerde kadınların “zayıf” ve “itaatkâr” olarak tanımlandığını vurgulayan Wollstonecraft, bunun kadının yaradılışından kaynaklanmadığını, aksine erkeklerle aynı eğitimi al(a)mamasından kaynaklandığını belirtiyordu. Böyle diyerek de İbn Rüşd’e çok yakın bir pozisyona yerleşmiş oluyordu.
Margaret Mead ve Biyolojik-Toplumsal Cinsiyet Ayrımı
Cinsiyet tartışmalarıyla ilgili yolculuğun son durağında Margaret Mead’e yer verilmelidir. Gerek yaşarken gerekse 1978’deki ölümünün ardından Mead’in katkılarıyla ilgili pek çok tartışma yapıldığı ve eleştiri ortaya atıldığı doğrudur. Ama saha verilerine dayanan bir antropolog olarak Margaret Mead’in biyolojik cinsiyet ile toplumsal cinsiyeti birbirinden hem kuramsal hem de olgusal olarak ayıran çalışmalarının, onu alanın kurucu annesi olarak adlandırmayı zaruri kıldığı da aynı derecede doğrudur.
Sex and Temperament in Three Primitive Societies (1935) ve Male and Female (1949) başlıklı kitaplarında üç yerli halk arasında yaptığı saha çalışmalarının bulgularını paylaşmıştır. Mead’in temel bulgusu, incelediği kültürlerde kadınların ve erkeklerin ABD’dekinden ve birbirlerinden çok farklı davranış kalıplarına sahip olduğudur:
“Arapesh topluluğunun erkek ve kadınlarının nazik, duyarlı ve dayanışmacı bir mizaca sahip olduğunu tespit etti. Mundugumor’lar arasında ise hem erkekler hem de kadınlar vahşi ve saldırgan idiler, güç ve konum arayışındaydılar. Tchambuli’lerde ise erkek ve kadın mizaçları birbirinden farklı idi; kadınlar başat, gayri-şahsi ve yönetsel bir tavır sergilerken erkekler daha az sorumluluk sahibi ve duygusal açıdan da bağımlı idiler” (“Papua New Guinea: Sex and Temperament”) [2]
Özetle ifade etmek gerekirse, Mead saha bulgularına dayalı olarak literatürde cinsiyet ile toplumsal cinsiyeti (gender) birbirinden ayıran ve bu bulguları hem akademik hem de popüler mecralarda paylaşan ilk kişi oldu. Bulguları yalnızca antropologları teşvik etmekle kalmadı; sosyal bilimlerin tüm alanlarında derin yankılar uyandırdı. Nitekim Mead’in Kongre Kütüphanesinde arşivlenmiş bulunan yazışmaları arasında Freud’u cinsiyetçi olmakla eleştiren ve yeni kuramsal arayışlar içinde bulunan psikanalist Karen Horney’nin yazdığı bir mektup da bulunmaktadır. Bu mektuptan anlaşıldığına göre, Horney Mead’den “kadınların vasıfları” olarak adlandırılan karakteristiklerin aslında kültürel bir arka plana sahip olduğu görüşünü tartışmak için bir randevu talep etmiş ve bu buluşmada Erich Fromm’un da bulunmasını istemiştir (“Letter from Karen Horney”). [3]
Mead’den yarım asır sonra bugün, toplumsal cinsiyet, kadınlık ve erkeklik konusuyla ilgili pek çok yeni teorinin ve yaklaşımın ortaya atıldığını görüyoruz. Kavramın farklı disiplinlere uygulandığını da yazımızın girişinde belirtmiştik. Ancak değişim ve çeşitlenmelere rağmen devamlılık arz eden temel bir perspektif mevcuttur. O da kadınların toplumda karşı karşıya kaldıkları ayrımcılık, dışlama ve eşitsizliklerin onların biyolojik yapısına ya da “fıtrata” indirgenerek açıklanmasına ve meşrulaştırılmasına net bir şekilde karşı çıkılmasıdır.
Toplumsal cinsiyet çalışmaları, toplumsal adaletsizlikle sosyal bilimsel düzlemde yüzleşir ve hesaplaşır. Kadınları erkeklere göre belirgin şekilde daha yoksul ve güçsüz kılan toplum düzeneklerini masaya yatırır. Kadına dair kalıp-yargı ve önyargıların nasıl üretildiğini ve hangi süreçlerden geçerek ayrımcılığa ve kadınlara dönük nefret suçlarına dönüştüğünü sorgular. Benzer şekilde toplumlarda erkekliğin nasıl kurgulandığını da inceler. Toplumsal tabakalaşma, aile sosyolojisi, siyaset sosyolojisi, toplumsal hareketler gibi alanlarla kesişen toplumsal cinsiyet çalışmaları bir yandan veri üretirken bir yandan da sosyal politikaların üretilmesine katkı sağlar. Bu açıdan bakıldığında, kavramın izini İbn Rüşd’den başlayarak sürmeye çalışmış olsak da aslında daha da geriye giderek Hz. Peygamber dönemine ve vahyin kendisine kadar uzanmamız gerektiği söylenebilir:
“Onlardan birine bir kız müjdelendiğinde, öfkelenerek yüzü mosmor kesilir. Aklınca verilen müjdenin kötülüğünden dolayı halktan gizlenir. Böyle bir alçaltıcı duruma rağmen onu yanında mı tutsun yoksa toprağa mı gömsün! Görün işte, ne kötü yargıda bulunuyorlar!” (Nahl suresi, 16:58-59).
Kanaatimce bu ayet İslam düşüncesinin ve pratiğinin toplumsal cinsiyet meselesindeki tutumunun nasıl olduğuna dair çok güzel bir örnektir. Bu nedenle kavramı ele alırken genellemeci bir şekilde akademik, bilimsel söylem ile İslami söylem arasında bir çelişki olduğu sonucuna varmak aceleci bir yaklaşım olacaktır. Bu ikisinin ne zaman birbirine yaklaştığını, ne zaman örtüştüğünü, ne zaman birbirinden ayrışıp birbiriyle çeliştiğini daha detaylı bir analizle anlamaya çalışmak yerinde olur.
Okuma Tavsiyeleri ve Kaynakça
Bestman, Rosa (2018) “A Vindication of the Rights of Woman (1792) by Mary Wollstonecraft”, Towards Emancipation: Women in Modern European History A Digital Exhibition and Encyclopedia. Erişim Tarihi: 23.04.2024, https://hist259.web.unc.edu/vindicationofrightsofwomen/#:~:text=In%20her%20work%2C%20Wollstonecraft%20argued,their%20mental%20and%20moral%20abilities.
Genç, Hanife Nalan (2015) “Jean Jacques Rousseau’nun Emile’inde Kadın Eğitimi,” Erzincan Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, VIII-I, s, 25-34.
İbn Rüşd (2012) Felsefe-Din İlişkileri (Faslu’l Makal el-Keşfan Minhaci’l Edille). Çev. Süleyman Uludağ, İstanbul: Dergâh Yayınları.
Library of Congress (LOC) “Papua New Guinea: Sex and Temperament” ve “Letter from Karen Horney” Maddeleri, Margaret Mead: Human Nature and the Power of Culture, Erişim tarihi 20.04.2024, https://loc.gov/exhibits/mead/field-sepik.html.
Özbudun, Sibel & Gülfem Uysal (2015) 50 Soruda Antropoloji, 3.b., İstanbul: Bilim ve Gelecek Kitaplığı.
Wollstonecraft, Mary (2022) Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi, Çev. Burcu Şahinli, İstanbul: Can Yayınları.
Dipnotlar
[1] https://loc.gov/exhibits/mead/field-sepik.html
[2] https://loc.gov/exhibits/mead/field-sepik.html
[3] https://loc.gov/exhibits/mead/field-sepik.html