Dosya: "Vize Çilesi"

40 Yılını Dolduran Schengen Çöküyor mu?

1985 yılında beş Avrupa ülkesi, sınır kontrollerini kaldırmak amacıyla Schengen Anlaşması’nı imzaladı. Aradan geçen 40 yılda Schengen, üye ülkelerin sınır kontrolleri ve iltica krizi başta olmak üzere çeşitli zorluklarla karşı karşıya.

40 Yılını Dolduran Schengen Çöküyor mu?
40 yıllık bir tarihi ardında bırakan Schengen, artan sınır kontrolleri ile birlikte çöküşe mi geçti? Dr. Raphael Bossong, "Avrupa'da Vize Çilesi" dosyasında bu sorunun cevabını arıyor. | Fotoğraf: shutterstock.com | Değişiklikler: Perspektif

Schengen bölgesi içinde serbest seyahat ilkesi geçerli olsa da neredeyse son on yıldır Almanya’da farklı biçimlerde iç sınır kontrolleri uygulanıyor. Bu ek kontroller kimi zaman büyük siyasi zirveler veya terör saldırıları sonrasında olduğu gibi belirli olaylara bağlı olarak, kimi zamansa 2015’teki mülteci krizi veya korona pandemisi sırasında olduğu gibi daha uzun süreli şekilde uygulanıyor.

2024 yılında, Olaf Scholz (SPD) liderliğindeki önceki federal hükûmet, Almanya’nın tüm komşu ülkelerine yönelik iç sınır kontrollerinin genişletilmesine karar vermişti. 2025 Mayıs ayından bu yana ise mevcut Friedrich Merz (CDU) hükûmeti bu yaklaşımı daha da derinleştiriyor. Özellikle bu tarihten itibaren çocuklar gibi özel olarak korunmaya muhtaç kişiler hariç Almanya sınırlarına giriş yapmaya çalışan tüm sığınmacılar geri gönderiliyor.

Bu durum, sınır bölgelerindeki gündelik hayatı da hissedilir şekilde aksatıyor. Sınır ötesindeki işlerine günlük olarak gidip gelen insanlar gecikiyor, bazı geçiş noktalarında kamyon kuyrukları oluşuyor ve çok sayıda insanın Almanya’ya girişi engelleniyor.

AB’de Sınır Kontrolleri Etkili mi?

Bu duruma eleştirel yaklaşmak için ortada pek çok neden var. Avrupa Adalet Divanı, 2022 yılında Avusturya’yı ilgilendiren benzer bir olayda, Schengen içinde kontrollerin yalnızca son çare olarak ve en fazla altı ay süreyle yapılabileceğini, ancak yeni ve farklı türde bir tehdit ortaya çıkması hâlinde sınır kontrollerinin yapılabileceğini açıkça belirtti.

Siyasi aktörler ise bu yükümlülükleri aşarak her altı ayda bir yeni sınır kontrolleri ilan ederek bunları uygulamayı sürdürüyor. Kamuoyunda ise artık Avrupa hukukundaki düzenlemelere neredeyse hiç atıf yapılmıyor. Özellikle Almanya’da, son on yılda ülkeye Ukrayna’dan gelenler dâhil olmak üzere yaklaşık 3,3 milyon mültecinin gelmiş olması nedeniyle, göçün ancak bu şekilde yeniden kontrol altına alınabileceği vurgulanıyor.

Ancak AB sınırlarındaki kontrollerin somut etkisi oldukça tartışmalı. Almanya’da 2025 yılındaki iltica başvuruları bir önceki yıla kıyasla yaklaşık yüzde 50 oranında düşmüş durumda olsa da bunun temel nedeni sınır kontrolleri değil. Suriye’de ve önemli transit ya da dış sınır güzergâhlarında koşulların değişmiş olması ve Türkiye’den Mısır ile Tunus’a kadar AB’ye komşu ülkelerde göçün daha sıkı kontrol ediliyor olması, iltica başvurularının düşmesinde etkili oldu.

Buna karşılık Almanya’nın iç sınırlarında son aylarda yalnızca 1.000 kadar sığınmacı geri çevrildi. Bu sayı Almanya’daki tüm iltica başvurularının yaklaşık yüzde birine denk geliyor. Ayrıca bir kez geri çevrilen mültecilerin birkaç gün ya da hafta içinde yine Almanya’ya ulaşmadığını da kimse kesin olarak söyleyemiyor. Zira polis, pratikte Almanya’ya giren araçların veya trenlerin ancak çok küçük bir kısmını kontrol edebiliyor. “Yeşil sınır” olarak adlandırılan açık arazi bölgeleri ise büyük ölçüde kontrolsüz kalıyor.

Bu açıdan bakıldığında, Almanya’daki sınır kontrollerinin, aslında halka siyasi bir mesaj vermeyi ve görüntüler üzerinden düzensiz göçü caydırmayı hedeflediği açık. Artan suçluların ve insan kaçakçılarının yakalanması gibi bazı somut etkiler de mevcut. Ancak artırılmış polis mevcudiyetinin temel haklar, sınır ötesi çalışanlar, tedarik zincirleri ve özellikle AB içindeki serbest dolaşım vaadi üzerinde ciddi olumsuz etkileri var.

“Serbest Dolaşım Hakkının Askıya Alınmasını Gerektirecek Bir Durum Yok”

Almanya’nın yanında Schengen üyesi olan özellikle Fransa, Danimarka, Avusturya ve Polonya ile Hollanda gibi ülkeler iç sınır kontrolleriyle aslında şu mesajı vermek istiyorlar: “Artık birbirimize güvenmiyoruz.”

Avrupa’ya göç oldukça yoğun ve güvensizlik artıyor. Örneğin Almanya’ya son on yılda toplam 3,3 milyon mülteci gelmiş olması, sayıların yüksekliğini ortaya koyuyor. Ancak Schengen bölgesindeki sınır kontrolleri bu gerçeği pek de değiştirmiyor. Zira Almanya’ya iltica başvurularındaki düşüşün nedeni sınır kontrollerinden çok daha farklı etkenlerde yatıyor. Aynı zamanda, kamuoyunu sarsan bazı ağır suçlar ve saldırılar olsa da Almanya’daki iç güvenlik genel olarak istikrarlı bir yapıda.

Dolayısıyla ortada Schengen içinde serbest dolaşım hakkının askıya alınmasını haklı gösterecek nesnel bir acil durum yok. Üstelik Almanya’nın sınır kontrollerinden sadece AB vatandaşları değil, özellikle de geçerli oturum hakkına sahip üçüncü ülke vatandaşları, örneğin AB’de yaşayan çok sayıdaki Türk vatandaşı da olumsuz etkileniyor.

Schengen ülkelerinden birinde yasal olarak yaşayan biri, yalnızca pasaport ve oturum izniyle birlikte 180 günlük süre içinde 90 güne kadar diğer Schengen ülkelerine seyahat edebilir. Buna karşın sürekli hâle gelen iç sınır kontrolleri, kimlik ve belge kontrollerinin artma ihtimalini ve buna bağlı olarak gecikme ya da hatalı karar riskini de yükseltiyor.

“Sınır Kontrollerinin Yükü Sıradan Yolcuların Omzuna Biniyor”

Tam da burada Schengen’in aslında nasıl ortaya çıktığını hatırlamak gerekiyor. Schengen ortaya çıktığında Schengen üyesi olan ülkelerdeki sabit sınır kontrolleri kaldırılmış, bunun yerine ülkelerin dış sınırlarında iş birliği, bilgi paylaşımı ve denetim yoğunlaştırılmıştı. Sınır kontrollerinin başlamasıyla birlikte ise Schengen üyesi olan bir ülkeye giriş öncesinde kontrol giderek yolculuk öncesine, randevu portallarına, vize süreçlerine ve veri arayüzlerine kaydırılmış oldu. AB dışındaki ülkelerden gelen öğrenciler, araştırmacılar ve turistler için bu süreçlerin etkisi büyük oranda hissediliyor. Oysa bu uygulamaların çoğu tartışmalı ve her zaman da adil değiller.

Son yıllarda AB, reddedilen sığınmacıların geri kabulünü, çeşitli ülkelerle gerçekleştirdiği iş birliklerine bağladı. Bu mekanizma işe yarıyor olsa da çoğu zaman yanlış kişiler üzerinde baskı oluşturuyor. İltica politikalarından siyasi olarak sorumlu olmayan sıradan yolcular, bu sürecin sıkıntılarını taşımak zorunda kalıyor. Vize için randevu alamama, şeffaf olmayan süreçler ve hizmet sağlayıcıların ek ücretleri de bu sistemin meşruiyetini zayıflatıyor. Özellikle kısa sürede seyahat etmesi gereken insanlar, zorlaştırılan süreçler ve artan maliyetler nedeniyle çoğu zaman seyahat edemiyor.

Buna paralel olarak oluşan yeni bir teknik mimari de var. 2025’in Ekim ayından itibaren Avrupa Birliği (AB), ABD örneğine benzer bir biyometrik giriş-çıkış sistemi (EES) uygulamaya koyuyor. Bu sistem, pasaportlara damga basılması uygulamasını da ortadan kaldıracak. 2026 sonunda ise vizesiz kısa süreli seyahatler için yeni bir seyahat izin sistemi (ETIAS) devreye girecek. Ayrıca, 2026 yazından itibaren sığınmacılar için AB’nin “Göç ve İltica Paktı” ile AB’nin dış sınırlarında, örneğin Yunanistan’da yeni bir rejim kurulacak.

Bu yeni teknik mimariye göre Almanya’ya düzensiz olarak giriş yapan herkes bir haftaya kadar alıkonulacak ve kapsamlı bir taramadan (screening) geçirilecek. Bu kişilerin sığınma perspektifleri değerlendirilecek ve fotoğraf, isim ve parmak izleri kaydedilecek. İç politikada bu uygulama sığınma süreçlerini daha hızlı ve net bir şekilde sonuçlandıracağı için bir rahatlama sağlayacağı düşünülüyor. Ancak bu durum AB tarafından daha fazla kişinin reddedilmesi ve doğrudan geri gönderilmesi anlamına geldiği için AB’nin komşu ülkelerine, örneğin Türkiye’ye de yansıyacak. Bu konu, aynı zamanda Avrupa genelinde bir geri gönderme düzenine dair güncel tartışmaların da merkezinde bulunuyor.

“Sınır Kontrolleri Avrupa’nın Göç Yönetimindeki Sorunları Çözmüyor”

Tüm bunlar göz önüne alındığında Almanya’nın kendi sınırlarında uyguladığı kontrollerine nasıl bakmalıyız? İlk olarak, bu kontroller siyasi olarak normalleşti ve bundan sonra da devam edecek gibi görünüyor. Sınır kontrollerinin sembolik etkileri inkâr edilemez; fakat Avrupa’nın göç yönetimindeki temel sorununu çözdüklerini de söyleyemeyiz. İkincisi, iç sınır kontrolleri gibi istisnalar kalıcı hâle geliyorsa, bunları açıkça değerlendirmek için kendimize su soruları sormamız gerekiyor: Almanya’nın sınır kontrolleri şimdiye dek hangi hedeflere ulaştı? Hangi istenmeyen etkileri doğurdu? Bu kontrollere hangi alternatifler söz konusu?

Üçüncü husus ise stratejik kararların alındığı yerin değişmiş olması. Almanya sınır kontrolüyle bu kararları dış sınırlara, veri tabanlarına ve vize politikalarına taşıdı. Oysa Schengen’i ciddiye alan ülkeler iç politikada ölçülü; dış politikada ise adil, şeffaf ve öğrenmeye açık olmak durumunda.

Kısaca söylemek gerekirse Schengen başarısız olmadı. Ancak bugün “serbest dolaşım” olarak anladığımız şey çok daha koşullu, teknik bir takdimle sunulan ve siyasi dalgalanmalara açık bir hâle geldi. İki şeye dikkat edildiği sürece bu durumun sürdürülebileceğini söyleyebiliriz: Birincisi, istisnalar istisna olarak kalmalı ve gizli bir şekilde kalıcı kurala dönüşmemeli. İkincisi ise hataları düzeltecek, kişilerin haklarını koruyacak ve meşru hareketliliği gereksiz yere maliyetli hâle getirmeyecek görünmez yönetim mekanizmaları tasarlanmalı.

Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi #0

*Tüm alanları doldurunuz

Son Yüklenenler