"fundamentalizm"

“Aydınlanmacı Fundamentalistler, Başkalarının Daha İyi Bir Dünya Hayalini Gerçekleştirme Kapasitesini İnkâr Ederler”

İslamcılık ve fundamentalizm alanında geniş analizler kaleme alan Salman Sayyid, bu alanlardaki temel tartışmalara dair sorularımızı yanıtladı.

“Müslümanlar birbirlerini yemekten bir araya gelemiyorlar.” ve “İslam dünyasında şiddet hâkim.” İki temel yargı. Ne dersiniz?

Bu sorudaki ilk önermeye katılmıyorum. Bu, Müslümanların sürekli duyduğu bir şey: “İslam dünyasında birlik yok!” Bence “birlik” sözcüğünden ne anladığımız önemli. Hz. Peygamber zamanında bile mümkün olmamış bir şeyi hüküm vereceğimiz kıstas olarak seçmemeliyiz. Eğer birliği mümkün kılacak yapılarınız varsa koordine olmak çok kolay; zira insanlar aynı şekilde düşündükleri için değil, eylemlerini koordine etmelerine yardımcı olacak kurumlar olduğu için ya da devletler geniş insan kitlelerini seferber edebildikleri için “birlik” olabiliyorlar. Bunu başarmak, bu tarz yapıların yokluğunda maalesef çok zor. Buradaki sorun da tam olarak Müslümanlık şuurunu uyandıracak yapı ve kurumların yokluğudur. Örneğin Gazze saldırıları aleyhinde Viyana’da gösteriler yapıldı ve göstericiler arasında yalnızca Filistinli değil, çoğunlukla Türkçe konuşan insanlar vardı. Bana göre birlik ve beraberliğin işareti budur. Dünya üzerinde Müslüman toplumlara gittiğinizde Gazze çatışmaları konusunda Filistin taraftarı söylemler bulursunuz. Endonezya, Nijerya ya da Bosna’daki Müslümanlar bu konular hakkında az ya da çok bir sağduyuya sahip; belki de kamuoyunun düşüncelerini anlamlı biçimde koordine eden yapıların mevcut olduğu ülkelerdeki insanların sahip olduğundan daha çok bir sağduyu bu. Malezya ya da Senegal’e gittiğinizde Cuma namazında ne yapacağınızı bilirsiniz. Eğer bu birlik anlamına gelmiyorsa Müslümanlar az ya da çok ne yapacaklarını nasıl biliyorlar? Bu yalnızca ibadet için değil, diğer ortak faaliyetler için de bir başlangıç noktası. Bosna Savaşını hatırlayalım. Bosna’da Müslümanların yaşadığını dahi bilmeyen insanlar Boşnaklar için seferber oldular; aynı şey Filistin ya da Keşmir için de geçerli. Tüm bu meseleler sorunun doğrudan içinde yaşayan insanlarla sınırlı değil. Bence çalışmak istiyorsak, “Aman Allah’ım, birlik içinde değiliz!” demek yerine birliği vurgulamamız gerekiyor.

Şiddetle ilgili kısma gelince bana göre şiddet Müslümanların ya da İslam’ın fıtratıyla değil, siyasi yapıların başarısızlığıyla ilintili. Şiddet eylemlerini savunan grupların, Müslüman devletlerin Müslüman toplumları koruyamadıklarını düşündükleri için bunu yaptıklarını görürsünüz. İslami değerleri ve Müslümanların ilgilerini koruyan yapıların eksikliği şiddeti artırmaktadır. Suriye, Irak, Libya ya da Afganistan gibi bölge ve ülkeler devlet otoritesinin çökmesiyle şiddetin patlak verdiği yerlerdir. Şiddeti tekelinde barındıran devlettir, devletin tekelini kaybettiği ülkelerde bu eğilim daha çok gözlenir. Aynı şey Avrupa için de geçerli. Avrupa’da herhangi bir devlet, nüfusunu düzene sokma gücünü kaybettiğinde şiddet ortaya çıkar; biz de bu devletlerde neden şiddet olayları meydana geldiğini sorar dururuz. Kanaatimce şiddet kavramını İslam ya da Müslümanların fıtratıyla ilişkilendirmek ve bu durumun Müslümanların yol yoldam bilmedikleri için oluştuğunu iddia etmek yerine, şiddetin devlet otoritesinin çökmesiyle oluşan boşlukta neşet ettiğini anlamak gerek.

“Kökten Bir Korku” isimli kitabınız yayınlandığında oldukça dikkat çekti. Günümüzdeki fundamentalizm tartışmalarını ve fundamentalizmi doğrudan şiddetle ilişkilendiren söylemleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Kitabı ilk yazdığımda fundamentalizm ibaresinin kullanımı daha yaygındı. Bu kavram bir nevi “İslamcılık”ı açıklama yolu olarak görülüyordu. O zamanlar iki ana düşünce ekolü vardı. Bunlardan ilkine göre İslamcılık ya da fundamentalizm, moderniteye karşı geliştirilmiş bir tepkiydi ve zaman içerisinde yok olacağı düşünülüyordu. İkincisine göre bu kavramlar modern öncesine aitti. Ben bu iki görüşe de karşı çıkarak İslamcılığı modernite bağlamında ya da gelip geçici bir oluşum olarak konumlandırmak yerine onun sömürüden kurtulma sürecinin bir parçası olarak daha küresel bir seviyede irdelenmesi gerektiğini savundum. Bana göre asıl mesele İslamcılığı nasıl anlamak gerektiğiyle ilgili. (Ki bu hiç kolay değil çünkü Müslümanlar İslam’ı toplumsal ve siyasi düzenlerinin merkezine koyarlar.) Benim İslamcılık kavramından anladığım şey, Müslümanların bağımsızlık arayışıdır. Temel mücadele Müslümanların kendi tarihlerini yazan bir toplum hâline gelmeleridir.

Doktoramı yazarken saygın bir akademisyen fundamentalizm ve İslamcılık tartışmalarının beş yıl içerisinde biteceğini söylemişti. Her beş yılda bir de bunu söylemeye devam eder; hatta kariyerini bu kehanet üzerine inşa etmiştir. Her seferinde siyasal İslam’ın sonunun geleceği söyleniyor. Bunun temelinde de siyasal İslam denilen olgunun gerçekte ne olduğunu anlamamak yatıyor bence. Oysa fundamentalizm ve İslamcılığın siyasi bir pratikten çok, bir dünya görüşü olarak irdelenmesi gerekiyor.

Bana göre İslam’a duyulan korku da belirli bir anlam, Müslümanların siyasi aktörlüğünün reddedilmesi gibi bir yaklaşımı barındırıyor. İslamofobinin sahnelendiğine şahit olduğunuz ülkelerde bile temel çatışma Müslümanlığın ifade edilmesi değil, Müslümanlığın siyasi olmayan parametrelerle sınırlandırılmasını engelleyecek şekilde ifade edilmesidir. Örneğin 2015 mayıs ayında Fransa’da üç kız öğrenci uzun eteğin İslami bir kıyafet olması sebebiyle evlerine gönderildi. Okul müdürüne uzun eteğin İslami bir kıyafet olduğuna nasıl karar verdiği sorulduğunda meselenin yalnızca bir kıyafetle değil, bu öğrencilerin ileride ne yapacaklarıyla alakalı olduğunu söyledi. Müdür bunu siyasi bir bakış açısı olarak görmüş ve sorunun merkezinde bu bakış açısının olduğunu düşünmüş, sorun olarak yalnızca kıyafeti değil, bu siyasallaşmayı ileri sürmüştür. Bana göre İslamofobi, İslam’a ya da Müslümanlara duyulan salt nefretle değil, Müslümanları aktif aktör olmaktan yoksun bırakmakla alakalıdır. Dolayısıyla İslamofobinin daha geniş anlamda İslamcılığa bir tepki olmasının da, dünyadaki Müslümanların yöntemlerinin anlaşılmamasından oluşan tepkinin de sebebi budur.

“Aydınlanmacı fundamentalizm” hakkında ne düşünüyorsunuz?

Tanıştığım birçok fundamentalist Aydınlanma taraftarıydı. Aydınlanmacı fundamentalistlerdeki sorun, modernitenin sömürgecilik kılıfıyla birlikte geldiğini fark edememeleridir. Aydınlanmacı fundamentalistler kendilerini evrenselciler olarak kabul ederler, ama onlara göre evrensel değerler yalnızca Avrupalılar’dan gelebilir. Gerçekten evrenselci olsaydınız, insanoğlunun iyi değer yargıları üretebilme, iyi toplumlar oluşturabilme kapasitesi olduğuna inanırdınız; bu değer yargılarının yalnızca bir yere ait olmadığını bilirdiniz. Aydınlanmacı fundamentalistler başkalarının daha iyi bir dünya hayalini gerçekleştirme kapasitesini inkâr ederler.

Mısır’daki son İngiliz valisi Lord Cromer, Mısır’da çarşafa ve peçeye savaş açıp Müslüman kadınları özgürleştirmek istemiştir. Ne var ki görevinin bitmesinden bir yıl sonra İngiltere’ye döndüğünde kadınların oy kullanmalarına karşı çıkan bir topluluğun başkanlığını yürütmüştür. Başka bir örnek olarak Alexis de Tocqueville’yi ele alalım. Tocqueville, Amerika’ya gider ve ünlü kitabında dinin Amerikan sivil toplumunun nitelik olarak zenginleşmesine nasıl yardımcı olduğunu yazar. İki yıl sonra Cezayir’e giden Tocqueville, orada insanların dinden acilen kurtulmaları gerektiğini anlatır. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün: Hindistan’da ikamet edip özgürlük hakkında yazan John Stuart Mill, İngilizler için özgürlüğün olması gerektiğinden ancak Hintlilerin buna hazır olmadıklarından dem vurur.

Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Diğer Gündem Yazıları

Son Yüklenenler