'DOSYA: "Makbul Mültecinin Peşinde'

Irk, Siyaset ve İnsanlığa Dair Mülteci Fotoğraflarının Anlattıkları

Medyada sıklıkla karşımıza çıkan dünyanın farklı yerlerinden gelen mülteci ve göçmenlere ait fotoğrafların kompozisyon ve seçimi, beyaz adamın daha insani ve daha medeni olduğunu savunan ırkçı söylemi yeniden üretmeye devam ediyor.

Fotoğraf: Yanosh Nemesh/ shutterstock.com

2015 ve 2016 yıllarındaki sözde “göçmen krizi” sırasında ve sonrasında, savaşlar, darbeler ve zulümlerle harap edilen Afganistan, Suriye ve Irak’ın yanı sıra Afrika ülkelerinden gelen mültecilerin medyaya yansıyan fotoğrafları o kadar çok ve akılda kalıcıydı ki unutulmaları neredeyse imkânsızdı. Balkan güzergâhındaki o bitmek bilmeyen mülteci kafilelerini, Akdeniz’de insanlarla tıka basa dolu şişme botları ya da mülteci kamplarında veya dinlenme alanlarındaki insanların çektiği acıları gösteren kareleri herkes hatırlıyor.

Ancak bu fotoğraflara daha yakından bakıldığında, hepsinde kendini tekrar eden bir motif olduğu görülüyordu. Bunlardan en çok bilinen bin 500 fotoğrafı incelemek için 2015, 2017 ve 2019 yıllarını seçtim. Google görsellerde “mülteci” kelimesini İngilizce ve ayrıca ana dilim İtalyancadaki karşılığı olan “clandestini” şeklinde arattığımda çeşitli başlıklarda toplanabilecek konu başlıkları gördüm: hareket halindeki insanlar, mülteci kampları, ağzına kadar insan dolu tekneler ve kurtarma operasyonları. Dayanma güçleri, çaresizlikleri ve umutlarıyla empati kurulabilen, kalabalıkların yanı sıra bilhassa çocuklar ve kadınlardan oluşan grupların ve bireylerin yaşamlarının detaylı görüntüleriydi bunlar. Bu resimlerin çoğunda görülen insanlık, insanların hareket hâlinde olma durumunu bir hayatta kalma çabası ve eylemi olarak ön plana çıkaran “mülteci” kelimesiyle uyumluydu.

Arama motorundaki anahtar kelimeyi değiştirir değiştirmez fotoğraflar da değişti. “Göçmenler” ve bilhassa “yasadışı göçmenler” (İtl. “clandestini”) kelimelerini yazdığımda tekneler, limanlar ve bekleyen veya protesto eden erkeklerle dolup taşan kabul merkezlerine ait standart görüntüler çıktı ekranıma. Yüzleri olmayan bu kalabalıklar ve onların bedenleri, amansız bir “gel-git” gibi toplanmış bize doğru geliyordu. Fotoğraflar kenarlarına kadar öyle doluydu ki, sanki dizginlenemeyen kalabalığı güçlükle zapt edebiliyormuş gibi duruyorlardı. Protesto görüntülerinde öfkeli erkekler pankartlar taşıyor, hatta sopa ve çekiçleri kameraya doğru silah gibi sallayarak izleyiciyi tehdit ediyorlardı. Ekonomik ve demografik sıkıntılardan, sağlık ve güvenlik sorunlarından bahseden başlıklar ve bu tehlikeli kitlenin akınına dair ikonografik anlatı bu görüntülerle verilerek destekleniyordu. Başlıklarda kullanılan “yasa dışı” anahtar kelimesi ile suçlu damgası yiyen, “göçmenler” etiketi altında yer alan bu ve benzeri görseller, Avrupa’da göçün bir suç olarak algılandığı gerçeğini doğrular nitelikteydi.

Bununla birlikte, bu durum başka ama pek dile getirilmeyen bir hikâye de anlatıyordu. Siyah renk yelpazesinin fotoğraflar arasında rastgele dağıtılmadığı hemen belli oluyordu. “Mülteciler” aramasında çıkan sonuçlar, ezici bir çoğunlukla “açık tenli” olarak adlandırılan insanları içerirken (garip bir etiket, değil mi?) “göçmenler” ve en son da “clandestini” aramalarında yüzler giderek siyahlaşıyordu. Başka bir deyişle, açık tenli Suriyeliler, ama aynı zamanda Orta Doğulular ve nadiren Güney Asyalılar genellikle daha küçük gruplar hâlinde yakın çekimle, insani duygularını ifade eden ve aile ortamlarında tasvir edilen zararsız “mülteciler” olarak kabul ediliyordu. Öte yanda, ağırlıklı olarak kalabalık ve tehditkâr erkek bedeniyle ilişkilendirilen, uzak mesafeden çekilmiş ve hayvanlarla ortak noktamız olan öfke duygusundan başka bir duygu göstermeyen siyah yüzler görülüyordu.

Temsillerdeki bu farklılık, artık biyolojik aktarıma dayalı hiyerarşisi ile ırkçılığın utanç verici tarihini geride bırakmış olan “ırk sonrası” bir toplumda yaşadığımız fikrine sessizce meydan okuyor, 18. yüzyılın ırk hakkındaki fikirlerinin nasıl hâlâ canlı olduğunu gösteriyordu. Irk kategorisinin resmî olarak neredeyse yasaklanmasına rağmen bu görüntüler bu yasağı delerek, ırkçılığın efsanesini, yani beyaz olmanın daha üstün, daha insani olduğu fikrini devam ettiren alışılmış uygulamaları gösteriyordu. Bu yaklaşım ise en azından bu tür görselleri kullanan haber siteleri için geçerli olsa da maalesef sadece onlarla sınırlı değil.

Sahte Mülteciler – Gerçek Mülteciler

Ama sonra Avrupa’nın kalbinde bir savaş patlak verdi. Deneyimimizi bir daha tekrarlamayalım mı? Bu defa da Batı medyasının kendi medeniyet dünyasına ait gördüğü mültecileri nasıl temsil ettiğine bakabiliriz. Beyazlar, kahverengi ve siyah tenlilerin birkaç yıl önce resmedildiği gibi mi tasvir ediliyorlar? Acaba bir anahtar kelimeden diğerine geçerken resimlerin kompozisyonunda da bir değişiklik olacak mı?

Ancak bu imkânsız bir çaba, zira oyunun kuralları artık değişti. 2015 yılında Suriyeli, Afgan, Iraklı ve diğer milletlerden bir milyon insan Avrupa’ya sığınmak için Akdeniz’i geçti ve bu bir “göçmen krizi” olarak adlandırıldı. 24 Şubat’tan bu yana ilk haftalarda yine bir milyon insan sınırı geçti ve bu yılda bir kez değil, her hafta gerçekleşiyor, ama neredeyse hiç kimse bu durumu bir “kriz” olarak adlandırmıyor gibi. Ayrıca, artık “yasa dışı” diye bir şey de yok. Birkaç ay önce Belarus sınırına dikenli tel ve duvarlar örüp Irak, Afganistan, Yemen ve benzeri yerlerdeki savaşlardan kaçan “yasa dışı” insanları şiddetle kovalayan Polonya, şimdi bir yandan Ukraynalı mültecilere kucak açarken, diğer yandan da Ukrayna’da yaşayan Afrika, Asya ve Orta Doğu kökenli insanların geçişlerine izin vermeyerek ayrımcılık yapıyor ve şiddet uyguluyor.

Avrupa Birliği Konseyi, tarihinde ilk kez, Ukraynalılara geçici koruma uygulamayı kabul etti. Bu kararla birlikte Ukraynalılar resmî sığınma talebinde bulunmak zorunda kalmadan istedikleri yerde çalışabilecek, seyahat edebilecek ve okuyabilecekler. Bu kararı alkışlamamız gerek, ancak gerekçesi ürkütücü geliyor. Konsey bu kararı, “bu sebepsiz savaşın kurbanı olan nüfuslara ilişkin görevini yerine getirmek için” aldı. Ancak bu gerekçelendirme Batı ve müttefikleri tarafından yürütülen savaşları “haklı” olarak gören bir akıl yürütmenin ürünü. Özetle, bu defa savaş bir “uluslararası devriye operasyonu” olarak değil, gerçekten bir savaş olarak kabul ediliyor; bu nedenle de Avrupa’nın her yerindeki bakanların ve milletvekillerinin sürekli tekrarladığı gibi şimdi ortada “sahte mülteciler” değil “gerçek mülteciler” var. Bundan dolayı da “göçmenler” ya da “yasa dışı kişiler” şeklinde aratıp çıkan görselleri incelemenin bir faydası yok, çünkü elimizde sadece mülteciler var ve bir kimse başka bir isimle adlandırılıyorsa o kişi şaşmaz bir biçimde Küresel Güney’den geliyor demektir.

Ama en azından “Ukraynalı mülteciler” anahtar kelimesine bir bakalım. Çoğunluğu kadın ve çocuklardan oluşan ve ülkelerinin dışına çıkmak zorunda kalmış beş milyondan fazla kişi söz konusu olsa da fotoğraflarda çerçeveyi dolduran insan kalabalıklarını görmüyoruz. Bunun yerine, 2015-2019’daki “mültecilerin” fotoğraflarından bile daha sık olarak küçük gruplar var sadece. Kameranın mesafesi ıstırap, acı veya keder gibi özellikle insani duyguların temsiline izin verecek kadar yakın genellikle. Bu hâliyle de bize, hareket hâlindeki kahverengi ve siyah insanların uzak açıdan çekilen çok sayıdaki fotoğrafının verdiği kayıtsız acıma hissini unutturuyor. Bu fotoğraflarda izleyeni tehdit eden havaya kaldırılmış eller ve kollar değil, kucaklaşan çiftlerle kollarında çocuklarıyla birçok ebeveyn ve gönüllüyü görüyoruz. Ayrıca bu fotoğraflarda yukarıdan aşağıya yönelen bir kamera açısı son derece nadirdir ve bu hiyerarşik bakışın yerine daha eşitlikçi bir önden çekim vardır.

“İltica Jeopolitiği”

Bu insani portrelere elbette sevinmeliyiz, ama bu temsil şekli sadece beyaz Avrupalılarla sınırlı olmasaydı daha çok sevinirdik. Öte yandan, bu zıtlıkta ırktan daha fazlası mevcut. Soğuk Savaş sırasında Batı Avrupa ülkeleri, Doğu Avrupa’dan gelen mültecileri beyaz oldukları için değil, ülkelerinden kaçışlarıyla totaliter rejimler karşısında Batı Avrupa demokrasilerinin üstünlüğünü gösteren somut deliller oldukları düşüncesiyle coşkuyla karşılıyorlardı. Başka bir deyişle mülteciler antikomünist propagandada sergilenecek birer ganimet olarak telakki ediliyordu. Ancak, Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonra, mülteciler artık arzu edilir bir şey olmaktan çıktı ve Avrupa sığınma politikaları giderek daha kısıtlayıcı ve yaftalayıcı bir hâl aldı. Şimdi yeniden, düşman vahşetinin canlı kanıtı olan faydalı mültecilerimiz var; Batı’nın sürdürdüğü savaşların utanç verici kalıntıları değil. Blanca Garces bu çifte standartlı yaklaşımı gayet etkili bir şekilde “iltica jeopolitiği” olarak tanımlıyor.

Bunun yakın dönemdeki en güçlü örneği ise Birleşik Krallık’ta yaşandı. Ukraynalılara barınma teklifinden bir ay sonra, Başbakan Boris Johnson, ülkeye yasa dışı yollardan gelen herkesin 6 bin 400 kilometre uzaktaki Ruanda’ya gönderilebileceğini açıkladı. İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün bildirdiğine göre gıda kumanyalarındaki kesintiyi protesto ettikleri için güvenlik güçlerinin en az 12 mülteciyi öldürdüğü Ruanda’ya.

Ağırlıklı olarak Batı’nın doğrudan veya vekilleri vasıtasıyla dâhil olduğu savaşlardan kaçan mülteciler, korkunç insan hakları siciline sahip ülkelere geri gönderilirken, Rusya gibi “parya devletlerin” kurbanları şimdilik memnuniyetle karşılanıyor. Eğer yaklaşım buysa ve bunu kanıtlayan sayısız olay birikmeye devam ediyorsa, sığınma ikonografisinin net bir işlevi var demektir. Bu sadece ırksallaştırılmış jeopolitiği halka açık ve anlaşılır hâle getirmenin bir yoludur.

Dr. Marcello Maneri

Milano, Bicocca Üniversitesi’nde medya, kültür ve sosyoloji dersleri veren Dr. Maneri’nin araştırmaları ırkçılık sosyolojisi, medya ve seçkinlerin göç, suç ve güvenlik konusundaki söylemleri üzerine odaklanmaktadır. Dr. Maneri aynı zamanda Avrupa medyasında göç anlatılarının üretim ve dolaşımını inceleyen bir araştırma grubuna liderlik ediyor.
Yazarın diğer yazıları
Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Son Yüklenenler