Bir İstatistik Problemi Olarak Almanya’da “Göç Kökeni” Kavramı
Almanya’da bir “göç kökeni”ne sahip olmak demek, aynı zamanda kamuoyu tartışmalarında sıkça anılmak demek. 15 yıl boyunca ülke gündemini meşgul eden “göç kökenli” kesim, son birkaç yıldır bir istatistik problemine dönüşmüş durumda. Ülkede göç kökeni, göçmenler ve onların çocuklarına dair istatistik tartışmasının ayak izini sürelim.

Almanya’nın, ismini büyük ihtimalle on yıllar boyu hatırlayacağı, ülkeyi 16 yıl türlü badirelerin içerisinden geçirerek yöneten Şansölyesi Angela Merkel, 2021 yılında görev süresinin son aşamasındayken yeni bir tartışmayı da Alman toplumuna hediye etti.
2015 yılında, Alman toplumunun sağ tandanslı kolektif hafızasında bir “istila” olarak görülecek sığınmacı meselesini dönemin şansölyesi Merkel, “Bunu başarabiliriz!” (Wir schaffen das!) çıkışıyla karşılamıştı. Böylece zaten 60’lı yıllarda ülkeye gelen misafir işçiler ve onların torunları vesilesiyle ülkenin hararetle tartıştığı “göç ve göçmenler”, Alman kamuoyu tartışmalarının merkezine bu kez de “Suriyeli sığınmacılar” üst başlığıyla yerleşmişti.
Göç ve göçmenlere dair tartışma Almanya’daki siyasi atmosferi o kadar etkiliyordu ki, 24 Eylül 2017 tarihindeki Federal Meclis Seçimlerine Merkel liderliğinde giren Hristiyan Demokrat Birlik (CDU/CSU), sandıktan birinci parti olarak çıkmasına rağmen yüzde 8,6’lık oy kaybıyla tarihindeki en kötü oy oranını aldı. Aynı seçimde aşırı sağcı Almanya için Alternatif Partisi (AfD) ise yüzde 12,6 oy oranıyla kısa tarihinde devasa bir başarı elde ederek ilk kez girdiği Federal Meclis’in en güçlü üçüncü partisi konumuna yükseldi.
Seçimden bir ay sonra CDU/CSU ile SPD arasında büyük koalisyon kurulurken, yani 19. Yasama dönemi başlarken imzalanan koalisyon sözleşmesinde, Almanya’da “göçmenler ve entegrasyon” ile ilgili bir uzmanlar komisyonunun kurulması da yer alıyordu. Sözleşmeye göre “Federal hükûmet, bir uzmanlar komisyonu kuracak, bu komisyon entegrasyon kapasitesinin çerçeve koşullarıyla ilgilenecek ve buna ilişkin bir raporu Alman Federal Meclisine sunacak”tı.
Heidelberg Manifestosundan Uzmanlar Komisyonuna
2018 yılında, Şansölye Merkel ile Federal İçişleri Bakanı Horst Seehofer (CSU) arasında “Masterplan Migration” başlıklı tartışma patlak verip, Almanya sınırlarında bazı göçmenlerin ülkeye hiç sokulmayıp doğrudan sınır dışı edilmesi söz konusu olduktan sonra Alman kamuoyu tartışmalarında baş sıradaki yerini koruyan “göçmen meselesi” bir kez daha alevlendi.
Ardından da federal hükûmet Ocak 2019’da 25 kişiyi Almanya’daki göçmenlerin entegrasyon becerisine dair koşulları araştırmak amacıyla koalisyon sözleşmesinde vadedilen “Uzmanlar Komisyonu” (Fachkommission Integrationsfähigkeit) üyesi olmaları için davet etti. İlk kez 20 Şubat 2019’da bir araya gelen komisyon, raporunu 20 Ocak 2021 tarihinde “Göç Toplumunu Birlikte İnşa Etmek” başlığıyla Merkel’e teslim etti. Sağlıktan meslek eğitimlerinin tanınmasına, medyadan suç verilerine kadar 280 sayfalık geniş kapsama sahip olan bu rapor, siyasete de somut tavsiyelerde bulunuyordu.
4 Mart 1982’de Heidelberg Manifestosu ile “milyonlarca yabancı ve ailesinin göçü ile Alman halkının kökünün oyulması, dilimizin, kültürümüzün ve adetlerimizin yabancılaşması”na karşı çıkan profesörlerden, Almanya’ya göç konusunda çoğulcu toplum yanlısı tavsiyelerde bulunan bir Uzmanlar Komisyonunun kurulmasına uzanan süreçte Almanya elbette oldukça yol kat etmişti. Zira bu komisyonun raporunda, Almanya’nın, ABD’den sonra küresel ölçekte en fazla göç alan ikinci ülke olduğu, dolayısıyla da “de facto” bir göç ülkesi olduğu kabulü yer alıyordu. Bu kabul kendisini şu ifadelerle gösteriyordu: “Göç, Alman toplumunun ayrılmaz bir parçasıdır. Göç Alman toplumunu geçmişte, bugün ve gelecekte şekillendirecektir.”
“Göç Kökeni Kavramı Artık Çağdaş Değil”
Uzmanlar Komisyonu’nun raporunda en dikkat çeken tavsiyelerden bir tanesi, o zamana kadar Almanya’daki göç kökenlilerin sayısını ve bu kesim etrafındaki çeşitli toplumsal parametreleri ölçmek için kullanılan “göç kökeni” kavramına dairdi. Raporda bu durum “yürürlükte olan kavramlar sorgulanmalıdır” başlığıyla şöyle anlatılıyordu:
“Kamuoyundaki tartışmalarda dilin daha hassas kullanılması, özellikle kutuplaşma ve siyasallaşmaya karşı önlem almak açısından önemlidir. (…) Bir göçmen toplumun aktif olarak şekillendirilmesi, bu nedenle terimlerin ve kavramların kullanımıyla ilgili tartışmayı da içerir, çünkü bu her zaman (örtük) mesajlar da iletir. Bu bilinçle, komisyon, resmî istatistikler çerçevesinde ‘göç kökeni’ (Migrationshintergrund) kavramının daha net ve aynı zamanda önceki tanımlardan daha dar biçimde tanımlanmasını önermektedir. Ayrıca, artık ‘göç kökenli kişiler’ (Personen mit Migrationshintergrund) yerine ‘göç edenler ve onların (doğrudan) soyundan gelenler’ (Eingewanderte und ihren (direkten) Nachkommen) ifadesinin kullanılmasını önermektedir. Uzmanlar komisyonu, bu kavramın da sorunlar barındırdığında hemfikirdir. Ancak hem bilimsel hem gündelik hem de politik beklentileri karşılayacak evrensel bir terim çözümü, komisyon üyelerinin görüşüne göre mümkün değildir.”
Nitekim raporun yayınlanmasından sonra dönemin Entegrasyondan Sorumlu Devlet Bakanı Annette Widmann-Mauz şöyle diyecekti:
“Uzmanlar Komisyonunun raporunun da açıkça ortaya koyduğu gibi, kavramın yürürlüğe girmesinden 15 yıl sonra, ‘göç kökeni’ artık çağdaş değil; toplumumuzun çeşitliliğini yansıtmıyor. Kavramı nasıl değiştirebileceğimizi tartışmaya ihtiyaç var. Aynı zamanda gelecekte de entegrasyondaki gelişmeleri ve zorlukları istatistiksel olarak ölçülebilir kılmamız gerekiyor.”
“Göç Kökeni” Kavramının Kısa Tarihi
Bu ifadelerle birlikte, o zamana kadar Almanya’daki nüfus sayımlarında (Mikrozensus) bir istatistik konsepti olarak kullanılan “göç kökeni” kelimesi de tartışmaya açılmış oldu. Bu kavram sosyal bilimsel araştırmalarda, siyasi tartışmalarda ya da medyada sıkça kullanılıyordu. Almanya’daki “göç kökenli” insanların okul başarısı, kriminal istatistiklerdeki yerleri, konut durumları ya da diğer her türlü istatistiki veri, bu kavram üzerinden ölçülüp kayıt altına alınıyordu.
Uzmanlar Komisyonu, dışlayıcı olmayan, açık ve anlaşılır, herhangi bir hukuki statüye atıfta bulunmayan ama aynı zamanda mevcut göç, entegrasyon ve sosyal istatistiklerde de kullanılabilecek bir kavramın “göç kökenli” kavramını ikame etmesi gerektiğini söylüyordu. Böyle bir kavramı bulmak ise oldukça zordu.
Almanya’da on yıllar boyunca resmî istatistiklerde “yabancı halk” (ausländische Bevölkerung) kavramı kullanılmıştı. Bu kavram, Almanya’da yaşayan, fakat Alman vatandaşlığına sahip olmayan insanları kapsıyor, fakat kendisi Almanya’ya göç eden ve sonradan Alman vatandaşlığına geçen kimseleri kapsamıyordu. Ayrıca “yabancı” etiketiyle kişinin hukuki statüsüne atıfta bulunuyor, göç tecrübesi ve kimliğine dair herhangi bir veri sunmuyordu.
90’lı yıllara geldiğimizde, Almanya’daki resmî istatistiklerde “yabancı” kavramının kullanılması, göç ve entegrasyon süreçlerinin anlaşılmasına daha az hizmet etmeye başladı. Almanya’da hukuki statüsü “yabancı” olmamasına rağmen ailesinde göç tecrübesi olan insanların sayısı giderek arttı. En son 1 Ocak 2000’de vatandaşlıkta köke dayalı kabul prensibinin (ius sanguinis), doğum yeri prensibiyle (ius soli) genişletilmesiyle birlikte Vatandaşlık Yasası da reforme edildi ve yabancıların Almanya’da doğan çocuklarının otomatik olarak Alman vatandaşlığına geçmesine yol açarak istatistiklerde yeni bir terminolojiye olan ihtiyacı arttırdı.
Bunun üzerine Federal İstatistik Dairesi, 2005 yılındaki nüfus sayımında “göç kökeni” (Migrationshintergrund) konseptini yürürlüğe soktu. Her sene Almanya’daki her hanenin yüzde birinde gerçekleştirilen bu nüfus sayımından Almanya’daki nüfus hakkında temsilî çıkarımlar yapılabiliyordu. Bu nüfus sayımında kişilere kendilerinin ve ebeveynlerinin doğum yerleri ile ilgili sorular soruluyor, bu şekilde bir “göç kökeni”ne sahip olup olmadıkları tespit ediliyordu. Kullanılan konsept, bu kavramın bilimsel araştırmalarda ve kamuoyundaki tartışmalarda da yerleşmesine yol açtı. Kavram kendi içinde ikiye ayrıldı: “Göç kökenine sahip olup bir göç tecrübesine sahip olan insanlar” (birinci nesil göçmenler) ve “göç kökenine sahip olup kendisi göç etmemiş olanlar” (birinci neslin çocukları). Herhangi bir göç kökenine sahip olmayan insanlar ise, Almanya’nın yerleşik Almanları olarak görüldü.
Nüfus sayımında eğer bir kişinin kendisi ya da en az bir ebeveyni, Alman vatandaşlığını doğuştan elde etmediyse “göç kökenli” (Personen mit Migrationshintergrund) kategorisine giriyordu. Bu durumda, sonradan Alman vatandaşı olsa bile kişinin eğer ebeveynlerinde ya da kendisinde bir göç tecrübesi varsa, bu kişinin “göç kökenli” olduğu kabul ediliyordu.
Bu konsept, Almanya’da göçün toplumda ne kadar büyük bir öneme sahip olduğunun ortaya çıkmasına yol açtı. Zira istatistiklerde “göç kökenli” nüfus oldukça büyük bir yer kaplıyordu. Almanya’da bilindiğinin aksine birçok insanın ailesinde göç tecrübesinin olduğu ortaya çıkınca, göçün Almanya’yı nasıl şekillendirdiğine dair bilinç de güçlendi. Uzmanlar Komisyonuna göre sadece 2018 yılında 5 yaş altındaki çocukların yüzde 40’ı bir göç kökenine sahipti. Bazı büyük şehirlerde ise bu oran yüzde 50’ye kadar ulaşıyordu.
“Göç Kökeni” Kavramının Yerine Yeni Kavram İhtiyacı
“Göç kökenli” kavramı, yalnızca Almanya’ya has bir kavramdı ve diğer ülkelerdeki resmî istatistiklerde -birkaç istisna dışında- kullanılmıyordu. 2019 yılına gelindiğinde Almanya’da 21 milyon “göç kökenli” insan vardı. Aynı yıllarda “göç kökenli” kavramının, “etnik bir yükü olmayan Alman olma hâlini” zorlaştırdığı öne sürülüyor, istatistiklerde “göç kökenliler” genelde işsizlik, eğitimsizlik, sosyoekonomik durum gibi parametrelerde işin hep problemli yüzdelerine sahip olan kesim olarak görülüyordu.
Uzmanlar Komisyonunun teklifi de böyle bir zamanda geldi. Komisyon, Almanya’daki nüfus sayımlarında artık sadece kendisi ya da ebeveynleri Almanya’ya 1950 sonrası göç edenlerin kayıt altına alınmasını öneriyordu.
Komisyonun önerisi kabul gördü. Federal İstatistik Dairesi, Uzmanlar Komisyonunun önerisi üzerine, mevcut istatistiklerine ek olarak, “göç geçmişi” (Einwanderungsgeschichte) konseptini ekledi. Bu konsepte göre bir kişinin kendisi ya da iki ebeveyni 1950 yılından beri Almanya’nın bugünkü toprak sınırlarına göç etmişse “göç geçmişine sahip” olarak nitelendiriliyordu. Yani göç eden birinci ve ikinci nesil bu kategorinin altında yer alıyordu. Üçüncü ve diğer nesiller ise bu yeni konseptte “göçmenlerin nesilleri” olarak yer almıyordu.
Özetle, “göç kökeni” (Migrationshintergrund), vatandaşlığa sahip olarak doğuma odaklanırken (kişinin kendisi ya da ebeveynlerinden en az birisinin Alman vatandaşlığı ile doğmamış olması), “göç geçmişi” (Einwanderungsgeschichte) konsepti ise göç tecrübesinin kendisine (kişinin ya kendisinin ya da ebeveynlerinin ikisinin 1950’den sonra Almanya’ya göç etmiş olması) odaklanıyordu.
Federal İstatistik Dairesi, “göç kökenli halk”ı ölçmeye devam edeceğini, fakat “göç geçmişi olanlar”ı da ölçmeye başlayacağını duyurdu. Bu mantıklı da bir karardı, zira “göçmen kökeni”, bir kere insana bulaştığında nesiller boyu devam eden bir etiket gibi taşındığı sürece, Almanya bir “göçmen kökenliler ülkesi” olacak, istatistiklerde bu sayı giderek artarken, göç kökeni olmayan Almanların sayısı ise giderek azalacak, bu da “göçmenler Almanya’yı ele geçiriyor” söylemine istatistiki anlamda bir tasdike dönüşecekti. Öte yandan annesi 1970’lerde Almanya’ya göç etmiş bir mühendis, Almanya’da doğmuş ve çalışıyor olsa da devlet tarafından hayatı boyunca “göç kökeni” ile anılıp etiketlenecekti.
Bu tanım değişikliği istatistiklerde ciddi bir oynamaya yol açtı: 2018 yılında Almanya’da 20,8 milyon kişi “göç kökenine” sahipken, yeni tanıma göre “göçmen ve onların (doğrudan) çocukları” kategorisiyle 18,1 milyon kişi tespit edildi. Böylece 2,7 milyon kişi herhangi bir göç tecrübesiyle ilişkilendirilmeden “Alman”lığa terfi ettirilmiş oldu.
Bir Miras Olarak Göç Kökeni
Göç kökenlilik ve istatistiki tartışma burada da sona ermedi. Almanya’da göç alanındaki araştırmalara yön veren duayen akademisyenlerin yer aldığı Göç Konseyi (Rat für Migration) 2022 yılında bu konuya dair bir müzakere başlattı. Bu müzakere, “Göç Kökeni Yerine, Göç Edenleri Kayda Almak” başlığını taşıyordu. Tartışmaya dair açılış katkısı ise Dr. Anne-Kathrin Will tarafından kaleme alınmıştı. Will, 2019 ila 2022 yılları arasında “Göç Kökeni – Bir Bilimsel Kategorinin Toplumsal Realitesi ve Oluşumu” başlıklı araştırma projesiyle istatistik dairelerinde “göç kökenli insan”ın ne demek olduğuna dair araştırmalar yapmış, alanın öncü isimlerinden birisiydi.
Will, istatistiklerdeki konseptlerin değişmesinin tek başına bir çözüm olamayacağını söylüyor, içerik olarak herhangi bir değişikliğin olmaması durumunda yeni kavramların da negatif anlamlarla yükleneceği konusunda uyarıyordu. Yine “göç kökeni” kavramının göç teorileri açısından uygun olmayan bir toplu kategori olduğunu belirterek şunu öneriyordu: “Bunun yerine, nüfus istatistiklerinde yalnızca insanların vatandaşlıkları ve geliş yıllarından bağımsız olarak bugünkü federal topraklara göç edip etmedikleri kaydedilmelidir. Çocuklar, ebeveynlerinin göçüne göre sınıflandırılmamalıdır.”
Will ayrıca, Almanya’da yaşayan bir kişinin “göç kökenli olup olmadığı”nın araştırılması yerine, kişinin kendisine dair tasavvurlarının ve kendisini ne oranda yabancı hissettiğinin (ya da ona yabancı hissettirildiğinin) araştırılmasını da öneriyordu. Will’e göre Alman toplumu, “göç sonrası”, yani “post-migrantisch” bir toplumdu ve böyle bir toplumda göçün ve göçmenliğin çocuklara miras gibi aktarıldığını kayda geçiren istatistikler, “Almanlığı” da beyaz-Avrupalı, soyismi “Müller” ya da “Schulz” olan insanlara layık gören anlayışı pekiştiriyordu.
Almanya’ya sonradan gelmiş insanların ve ailelerinin kategorizasyonu yalnızca istatistiki bir tartışma değil, aynı zamanda onlara yönelik kabulün devlet eliyle hem ifadesi hem de yeniden üretimi. Zira göçün bir “miras” gibi nesilden nesle aktarıldığı ve Almanya’ya aidiyetin bu “göç mirası”na bağlandığı bir bağlamda, yeni gelenlerin Almanya’ya eklemlenmesi ve kendilerini burada evlerinde hissetmeleri de giderek zorlaşıyor.
Elbette Almanya’da doğan bir çocuğun kültürel ve sosyal sermayesi, yurt dışında doğup Almanya’ya sonradan gelmiş bir çocuktan çok daha farklı. Burada doğup “buralı” görülen çocukların istatistiklerde hâlâ bir “problem kümesi” olarak kayda geçirilmesi ise, toplumsal eşitliğe hizmet etmekten çok, dışlayıcı aidiyet sınırlarını yeniden üretiyor. Bu nedenle, istatistiklerin ve kavramsal çerçevelerin yeniden düşünülmesi, yalnızca sayısal doğruluk için değil, aynı zamanda herkesin eşit yurttaşlık hakkını ve aidiyetini güçlendirmek için de bir zorunluluk.