Orta Doğu

M. Akif Koç: “Suriye İçin Yeni Fırsatlar Doğsa da İstikrar Hâlâ Uzak”

Suriye’de rejim değişikliğinin birinci yılı yaklaşırken, ülkenin yönetim mimarisinin nasıl şekilleneceği ve istikrarın kim tarafından hangi koşullarda kurulacağı belirsizliğini koruyor. Bölgedeki karmaşık tabloyu M. Akif Koç'a sorduk.

M. Akif Koç: “Suriye İçin Yeni Fırsatlar Doğsa da İstikrar Hâlâ Uzak”

Suriye’de rejim değişikliğinin birinci yılı yaklaşırken, bu süreç ülke açısından nasıl değerlendirilebilir? Özellikle diplomatik ve askeri alanda hangi gelişmeler belirleyici oldu, hangi kırılma anları yeni dönemin şekillenmesinde kritik rol oynadı? Genel bir çerçeve sunacak olursanız, Suriye’nin geride kalan bir yıllık hikâyesini nasıl okursunuz?

Suriye’deki rejim değişikliği, yalnızca ülkenin iç dinamikleriyle açıklanamayacak kadar geniş bir bölgesel dönüşümün parçası. Orta Doğu’da Irak’ın 2003’teki işgali, Libya ve Mısır’daki lider değişimleri; Soğuk Savaş’tan miras kalan otoriter yapıların tasfiye sürecinin erken kırılma anlarıydı. Bu bağlamda, 2011’de iç savaşla başlayan ama 14 yıl boyunca ayakta kalmayı başaran Beşşar Esed rejiminin günler içinde çökmesi, bu büyük jeopolitik eğilimin sonucu olarak okunmalı.

Rejimin son ana kadar dayanmasına rağmen birkaç gün içinde çözülmesini; ABD, Türkiye, İsrail ve Körfez’deki aktörlerin -Suudi Arabistan, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi- eş güdümlü tutumlarının olgunlaştırdığı bir ortak operasyonla ilişkilendiriyorum. Savaş sonrası yapılan açıklamalar da farklı merkezlerin koordineli hareket ettiğine işaret ediyor.

Ancak “yeni Suriye”nin istikrarlı, tek parça bir yapıya dönüşüp dönüşemeyeceği büyük bir soru. Ülke sadece Şam’dan ibaret değil; kuzeyde Kürtlerin bulunduğu coğrafya hâlen ABD’nin himayesinde, güneyde ise yıllardır Golan Tepeleri üzerinden süren İsrail işgali genişleyerek devam ediyor. Süveyda ve çevresindeki Dürzi topluluklar üzerinden İsrail’in etki alanını büyütmesi; Aleviler, Dürziler ve Kürtlerin aynı anda yeni rejimi farklı açılardan sınaması, ülkeyi kırılgan bir istikrarsızlık sarmalına sokuyor.

Diplomasi tarafında ise Donald Trump döneminin üst düzey temsilcileri olan Steve Witkoff ve Tom Barrack; Türkiye, Lübnan, Azerbaycan ve Gazze gibi çok geniş bir sahada son derece aktif. Bu, Suriye’nin geleceğinin sadece Suriyelilerin inisiyatifine bırakılmayacağını düşündürüyor. ABD’nin sahadaki ağırlığı somut, ancak bundan sonra ne ölçüde ve hangi önceliklerle müdahil olacağı zamanla netleşecek.

Özetle, bu bir yıl; Suriye’ye hem yeni fırsatlar sundu hem de çok taraflı, kırılgan meydan okumalarla yüzleştirdi. Bu sınamaların ülkeyi kapsayıcı bir uzlaşıya mı yoksa daha derin bir kırılganlığa mı iteceğini ise önümüzdeki dönem gösterecek.

“Eş-Şara’nın Beyaz Saray Ziyareti Olumlu Görüntü Verse de Henüz Somut Dönüşüm Yok”

Peki, bu bağlamda Ahmed Eş-Şara’nın Amerika’ya gitmesi ve Başkan Trump’la Beyaz Saray’da görüşmesi ne anlama geliyor?

Mayıs ayında Riyad’da Ahmed Eş-Şara’nın Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman aracılığıyla Başkan Trump’la bir araya gelmesi, aslında Washington ziyaretinin önünü açan ilk kritik adımdı. O görüşmeden sonra Eş-Şara’nın ABD’ye gitmesi bekleniyordu: Yaz aylarında Rusya’ya yaptığı temasın ardından, Eylül’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu kapsamında New York’ta görüşmeler yürüttü ve Kasım başında Beyaz Saray ziyareti gerçekleşti.

Ziyaretin protokol biçimi (Eş-Şara’nın Beyaz Saray’a arka kapıdan alınması ve resmî diplomatik teamüllerin uygulanmaması) bana göre ABD’nin Suriye’ye ve mevcut siyasi geçiş sürecine atfettiği sınırlı değerin bir göstergesiydi. Aynı görüntüyü, örneğin Trump’ın Muhammed bin Selman’la yaptığı görüşmelerde görmüyoruz; o buluşmalar protokol açısından daha “eşitler arası” yürütülüyor: Yan yana oturma, soru alma ve kamera önünde ortak poz verme gibi sembolik ama anlamlı diplomasi unsurları devreye girmişti.

Bu nedenle ben, Türkiye’de kamuoyuna aktarılan “başarı” çerçevesinin, sahadaki reel durumu tam yansıttığı kanaatinde değilim. Rejimin çöküşünden beri Suriye’nin karşı karşıya olduğu askerî, etnik ve mezhepsel kırılganlıklar (kuzeyde Kürtlerin, güneyde Dürzilerin, kıyı hattında ise Alevilerin etkin olduğu güç ve nüfuz alanları) olduğu gibi sürüyor. Ayrıca İsrail’in Golan’dan komşu bölgelere doğru genişleyen etki sahası, Suriye’nin iç siyasi denklemini ve yeni rejimin manevra alanını giderek daha fazla sınırlandırıyor. Bu noktada, Beyaz Saray temasının bu eğilimleri frenleyici somut bir sonuç üretip üretmediği konusunda ciddi şüphelerim var.

Tüm bunların yanında ülkenin ekonomik durumu da siyasetin geleceğini doğrudan belirliyor. Irak’ın 2003 işgali sonrası toparlanma sürecinin yıllar sürmesine rağmen, geniş petrol kaynakları sayesinde mümkün olabildiğini hatırlatmak isterim. “Olanı paylaşmak kolaydır, olmayanı paylaşmak zordur.” sözü burada belirleyici: Irak’ta var olan zenginlik farklı etnik ve mezhepsel grupları çıkarlar ekseninde bir arada tutmaya yardımcı olmuştu. Suriye’de ise ne güçlü bir ticaret hacmi, ne gelişmiş sanayi-tarım altyapısı var; petrol kaynakları ise son derece sınırlı ve ülke ekonomisi dış destekle sürdürülebilecek bir eşikten çok uzak. Bu da, kapsayıcı bir uzlaşıyı sadece diplomatik temasların ötesinde, ekonomik ayağıyla da çok kırılgan hale getiriyor.

Bugün 20 milyona yaklaşan nüfusu, altyapı yetersizliği ve ekonomik iflasın eşiğinde olma hâliyle Suriye, bir siyasi yeniden kuruluş olduğu kadar zorlu bir ekonomik yeniden inşa sürecine de ihtiyaç duyuyor. Bu nedenle Beyaz Saray ziyareti, çizilen “pembe tablonun” aksine; sahada henüz somut bir siyasi veya ekonomik dönüşüm tetiklemiş değil. Elbette bu tür diplomatik görüşmelerin sonuçları birkaç hafta içinde netleşmez -bu doğru- ancak ben şu ana kadar olumlu yönde güçlü bir sinyal de görmüyorum. Süreci asıl sınayacak olan, önümüzdeki dönemde iç uzlaşı ve ekonomik sürdürülebilirlik kapasitesi olacak.

“Esed’in Moskova’da Olması Rusya-Suriye İlişkilerini Daha Hassas Hâle Getiriyor”

Esed rejiminin en güçlü destekçilerinden biri olan Rusya, rejimin çöküşüne kadar sahada belirleyici bir aktördü. Peki bugün itibarıyla, Kremlin’in yeni Suriye yönetimiyle ilişkileri nasıl bir seyir izliyor? Bu değişim, iki taraf açısından hangi fırsatları veya sınırlamaları beraberinde getiriyor?

Rusya, Suriye’de son ana kadar Esed rejiminin en güçlü destekçilerinden biriydi. Ancak yerleşik algının aksine, Kremlin siyasetini ideolojik katılıktan ziyade pragmatizm üzerine kuran esnek bir aktör. Bu esneklik, Sovyetler döneminde de farklı coğrafyalarda çıkar odaklı biçimde uyarlanıyordu. Örneğin post-Sovyet coğrafyada Kazakistan’a ve Azerbaycan’a yönelen politikaları birbirinden farklılaşabiliyor; bu da, sert bir ideolojik bagajdan ziyade, bağlamına göre değişen bir pragmatizmin işlediğini gösteriyor.

Ortadoğu’da ise Rusya’nın klasik “sert güç” manivelaları görece sınırlı. Bölgede güçlü bir Amerikan hegemonyası ve İsrail, Türkiye ile çeşitli Arap ülkeleri gibi etkili rakipler bulunuyor. Bu nedenle Moskova’nın bölgede saf ideolojik pozisyonlar yerine, esnek ve fırsat kollayıcı bir siyaset izlemesi daha olası. Kremlin için Şam’daki yönetici profilinin sakallı ya da sakalsız olması gibi sembolik unsurlar değil, güç dengeleri ve stratejik çıkarlar belirleyici olur.

Bununla birlikte, Suriye-Rusya ilişkileri hiçbir zaman tekil bir ikili eksenle açıklanamaz. Sahada ABD, İsrail, Türkiye ve Arap ülkeleri gibi aktörlerin birbirleriyle kesişen, kimi zaman çatışan çıkarları, Moskova’nın hareket alanını doğrudan etkiliyor. Son dönemde İsrail’de bazı çevrelerin, özellikle Suriye’nin güneyinde – İsrail’e komşu nüfuz hattında – Rusya’nın yeniden güçlenmesine sıcak baktığına, hatta olası bir Rus askeri üssüne yeşil ışık yaktıklarına dair tartışmalar İsrail basınına yansıyor. Türkiye ve ABD’nin bu bölgede uzun vadeli ve yoğun bir askeri angajmana istekli olmayacağı beklentisi, Kremlin açısından kaçırılmak istenmeyen bir fırsat penceresi de yaratabilir. Dolayısıyla gelecekte böylesi bir güç konfigürasyonu ortaya çıkarsa, bu şaşırtıcı olmaz.

Bu pragmatik esnekliğin jeopolitik karşılıkları yeni değil. 2021’de Taliban, Afganistan’da iktidarı ele geçirdikten sonra ilk diplomatik kabullerin Moskova ve Pekin’de gerçekleşmesi, İran’ın da sürece dahil olması; büyük güçlerin bu tür geçişleri “ideolojik uyum” yerine “çıkar temelli tanıma” lensiyle okuduğunu gösteriyor. Rusya’dan Suriye’de de benzer bir pragmatik yaklaşım bekliyorum.

Ancak denklemin bir başka boyutu var: Devrik liderin Moskova’da, Rusya’nın gözetiminde yaşıyor olması, ilişkilerde ister istemez bir sınır ve hassasiyet katmanı ekliyor. Bu durum, Kremlin’in Şam’la kuracağı yeni temasları tümden engellemese de, Moskova’nın söylem ve manevra alanında ölçülü bir mesafe ve diplomatik özen üretmesini gerektirecektir.

Özetle, Rusya’nın Suriye’deki duruşu pragmatik kalacak; ancak bu pragmatizm, bölgedeki diğer güçlerin çıkarlarıyla sürekli sınanan, aynı zamanda Esed’in varlığıyla kısmen sınırlanan bir jeopolitik çerçevede şekillenecek.

“Golan Meselesi Çözülmedikçe Suriye İçin İsrail’le Normalleşme Bir Öncelik Değil”

Bugün itibarıyla İsrail’in Suriye topraklarına yönelik askerî operasyonları ve özellikle Golan Tepeleri’ndeki fiili kontrol, Suriye’nin egemenliği ve gelecekteki bölgesel düzenin inşası açısından ne ifade ediyor? Mevcut durum sizce ne kadar sürdürülebilir; askeri üstünlüğe dayalı bu strateji, hem İsrail hem de Ortadoğu’daki genel güç dengeleri bakımından hangi sınırlarla karşılaşabilir?

İsrail’in bugün Suriye topraklarında yürüttüğü operasyonlar ve özellikle Golan’daki fiilî durum, Suriye’nin egemenliğinin ciddi ölçüde aşınması anlamına geliyor. İsrail’in bölgede uzun süredir benimsediği temel doktrin şu: Çevresinde ideolojik veya mezhepsel rengi ne olursa olsun güçlü bir kara devleti istemiyor. Mısır, Ürdün, Lübnan, Suriye ve hatta Saddam dönemi Irak’ı bu çerçevenin içine giriyor.

Bu yüzden Mısır’ı 1978 Camp David Anlaşması’yla kendi çizgisine çekti; Ürdün’le 1990’larda normalleşme sağlandı. Lübnan’da zaten topraklarında tam anlamıyla egemenlik sahibi güçlü bir devlet yapısı yok; Hizbullah, Lübnan devletinden daha etkili bir aktör hâline gelmişti ve İsrail son bir yılda onu da ciddi biçimde zayıflattı. Suriye’de rejimin düşüşü de bu denklemin bir parçasıydı. Rejimin çökmesinden sonra İsrail, Suriye’de iki büyük dalga hâlinde yüzlerce hedefi vurdu; hava savunma sistemlerini, deniz gücünü ve karadaki ağır silahların önemli bir kısmını imha ederek Suriye’yi askeri anlamda son derece kırılgan hâle getirdi. Dolayısıyla Suriye’nin egemenliği şu anda hem hukuki hem de fiilî anlamda ciddi bir erozyon yaşıyor.

İkinci boyut İran’ı sınırlama hedefi. İsrail, Gazze’de Hamas ve İslami Cihad gruplarını, Lübnan’da Hizbullah’ı ve Suriye’de Beşşar Esed rejimini zayıflatarak aslında 2003-2023 arasında bölgeye damgasını vuran İran etkisini büyük ölçüde kırdı. İran’ı doğrudan vurduğu 12 günlük savaşın ardından, Şam’daki yeni yönetimle de “İran’ın buraya tekrar dönemeyeceği” yönünde zımni bir uzlaşı olduğu anlaşılıyor. Ahmed Eş-Şara’nın açıklamaları da sık sık bu mesajı veriyor. Ancak bu durum şunu da doğuruyor: İran’ın çekildiği alanları bugün daha ağır bir hegemonya mantığıyla İsrail dolduruyor; kısmen de Türkiye. Yani “İran gitti, her şey düzeldi” diye okunabilecek bir tablo yok, sadece hegemonya aktörleri değişmiş durumda. Bu da Suriye’nin kendi egemenliğini yeniden inşa etmesini daha da zorlaştırıyor.

Bu modelin ne kadar sürdürülebilir olduğuna gelince, İsrail açısından üç temel faktörden söz etmek mümkün. Birincisi, 1948’den önce İngiltere’nin, 1948’den sonra Amerika Birleşik Devletleri’nin neredeyse koşulsuz desteği. Silah envanteriniz tükenmeden yerine yenilerinin gelmesi, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde veto hakkı olan bir ülkenin sürekli arkanızda durması, askeri ve siyasi olarak sürdürülebilirlik için büyük bir avantaj.

İkincisi ise demografi: İsrail’in nüfusu 9–10 milyon civarında, bunun yaklaşık 1,5 milyonu İsrail vatandaşı Araplar. Batı Şeria ve Gazze’deki Filistinlileri bunun dışında tutuyorum. Böyle bir nüfus ölçeğiyle bölgesel hegemonya kurmaya çalıştığınızda bunu sadece teknoloji ve askeri kapasiteyle yapabilirsiniz; Çin gibi büyük nüfuslu ülkelerin “hegemonya kapasitesi” ile İsrail’inki aynı değil. İnsan gücü, üretim kapasitesi ve demografik ağırlık açısından İsrail’in yapısal bir eksiği var.

Üçüncü unsur da meşruiyet ve algı meselesi. Mısır’da, Ürdün’de rejimler düzeyinde İsrail’le bir “modus vivendi” (geçici durum mutabakatı) kurulmuş olsa da, halkların gözünde ciddi ve giderek artan bir öfke var. Gazze’deki soykırımın ardından bu nefret katlanmış durumda. Hegemonya kurmak için sadece korku değil, en azından belli ölçüde kabul veya sempati de üretmeniz gerekir; İsrail’in bölgedeki toplumlar nezdinde böyle bir yumuşak gücü yok.

Dolayısıyla, İsrail’in sert güç ve işgal mantığına dayalı bölgesel düzen tasarımının hem Suriye bağlamında hem de genel olarak Orta Doğu’da bir sınırı var. Bugün gelinen noktada o sınırlara yaklaşmış durumda. Bundan sonra daha da ileri gidebilir, fakat bunun uzun vadede sürdürülebilir olup olmayacağı hem ABD’deki politik iklimdeki olası değişimlere, hem bölge ülkelerindeki rejim dönüşümlerine, hem de İran gibi aktörlerin yeniden sahaya dönme kapasitesine bağlı. Özellikle Suriye özelinde, bu kadar agresif ve işgalci bir çizginin kalıcı bir “yeni düzen” üretmesi zor görünüyor; daha çok kırılgan, çatışmalı ve sürekli kriz üreten bir yapı ortaya çıkarıyor.

Son bir yılda, Suriye’nin İbrahim Anlaşmaları’na katılma ihtimali tartışıldı; Ahmed Eş-Şara ise doğrudan katılımı reddedip farklı bir modelin mümkün olabileceğini söyledi. Bu bağlamda, Şam’ın İsrail’le görece ılımlı ve görüşmeye açık tutumu ile İsrail’in Süveyda’daki Dürzi aşiretler üzerinden geliştirdiği yerel nüfuz girişimleri birlikte düşünüldüğünde, sizce İsrail-Suriye ilişkileri hangi eksende ilerler? Bu süreç kalıcı bir diplomatik zemine mi dönüşür, yoksa güvenlik ve egemenlik hattında sınanan sınırlı bir temas çerçevesinde mi kalır?

Ahmed Eş-Şara’nın iktidara gelmesinden beri Suriye’nin İbrahim Anlaşmaları’na katılıp katılmayacağı tartışılıyor. Eş-Şara’nın bu sürece doğrudan dahil olmayacaklarını söylemesi, Suriye’nin teknik ve jeopolitik konumuyla ilgili: İsrail’le dondurulmuş ama çözülmemiş bir savaş hattı ve Golan Tepeleri gibi aktif toprak ihtilafları varken, “genel bir normalleşme” çerçevesine dahil olmak Şam açısından birincil öncelik değil.

İbrahim Anlaşmaları’nın mantığı da İsrail’in değişen bölge doktrinini yansıtıyordu. Soğuk Savaş boyunca Tel Aviv’in stratejisi, Arap olmayan güçlerle -özellikle Türkiye, Azerbaycan ve Kürt aktörler gibi- yakın ilişkiler kurarak çevresinde manevra alanını genişletmekti ve bu, 1980’lere kadar büyük ölçüde başarılıydı. Fakat 2000’lerle birlikte tablo değişti: 1979’daki İran Devrimi, 2002 sonrası Türkiye siyaseti ve son 20 yıldaki Irak Kürtleri’yle Türkiye arasında derinleşen siyasi-ekonomik yakınlık, “Arap olmayanlarla denge kurma” siyasetinin sınırlarını gösterdi. Bunun üzerine İsrail, doğrudan çatışmadığı veya sınır ihtilafı taşımadığı ılımlı Arap ülkeleriyle normalleşmeye yöneldi. Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Umman, Fas ve Sudan gibi ülkelerle kurulan bu iş birliği zemini şaşırtıcı değil: Aralarında toprak, sınır veya tarihsel savaş yükü yok; tehdit algıları da çoğu kez örtüşüyor.

Suriye ise farklı bir vaka. 1967’den bu yana İsrail’le teknik olarak “ateşkesle dondurulmuş bir savaş hâli” içindeydiler; 1974’te yapılan Kuvvetlerin Ayrılması Anlaşması ise bu savaşın bittiğini değil, çatışma hattının genişlemeyeceğini garantileyen güvenlikçi bir çerçeve sundu. Bugün Eş-Şara yönetiminin asıl hedefi de bu: İsrail’in güneyde Kuneytra ve Süveyda gibi bölgelere doğru genişleyen askerî varlığını frenleyip, en azından 1974 mutabakatının sağladığı sınır ihlali engelleme mekanizmasını yeniden işletmek.

Bir diğer önemli gösterge şu: Bugünün Şam yönetimi, aktif İsrail karşıtı ittifak hattında değil. İdeolojik kökenleri daha selefi ve İran karşıtlığı ön planda olan bir siyasi çizgi izliyorlar. Körfez ülkeleri, özellikle de Suudi Arabistan, Katar ve BAE gibi güçlerin ABD ile İsrail’le kurduğu stratejik uyum, Şam’ın İsrail karşıtı eksende konumlanmasını zaten gerçekçi kılmıyor.

Diplomaside güvenlik parametreleri bir gün bir ölçüde düzelirse, orta vadede yeni bir müzakere ve ilişki zemini teoride konuşulabilir olur. Fakat bugünkü şartlarda -İsrail’in yalnızca sert güç üzerinden nüfuz kuran yayılmacı çizgisi, Suriye’nin askeri ve ekonomik kırılganlığı, ayrıca toplumlar nezdindeki meşruiyet krizleri bir aradayken- gerçek ve kalıcı bir İsrail-Suriye normalleşmesinin ortaya çıkma ihtimali düşük. Sert güce dayalı ilişkiler, özellikle Suriye gibi dengesiz bir geçiş coğrafyasında uzun vadeli siyasal istikrar üretebilecek bir alan açmıyor. Kısacası, mevcut güvenlik ve güç asimetrisi içinde İsrail ile Suriye arasında “tam bir normalleşme” değil, olsa olsa sınırlı, kırılgan ve sürekli sınanan bir müzakere hattı gelişebilir – kalıcı bir bölgesel düzen tasavvuru içinse koşullar henüz elverişli değil.

“SDG’nin Ayrılıkçı Söylemi Geri Çekilse de Tam Entegrasyon Reddediliyor”

Suriye’deki son bir yılda, dış gündemin yanı sıra asıl belirleyici alanlardan biri ülkenin iç güç dengeleri oldu. Peki bugün itibarıyla Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ile Şam arasındaki ilişkiyi nasıl tanımlarsınız?

SDG meselesine şöyle bakmak lazım: Bugün “Suriye Demokratik Güçleri” dendiğinde, dışarıdan bakanın zihninde sanki bütünüyle Şam’a karşı konumlanmış, yekpare ve homojen bir yapı varmış gibi bir imaj oluşuyor. Oysa tablo daha karmaşık. SDG’nin savaşan unsurlarının yarıdan fazlası Araplardan oluşuyor; Rakka, Deyrizor ve kırsaldaki aşiretlerden gelen çok sayıda savaşçı var. Fakat bu yapının motor gücü, karar alma çekirdeği ve siyasal yönünü tayin eden unsur Araplar değil; Kürtler ve YPG (Halk Koruma Birlikleri) kadroları. Dolayısıyla Şam’la ilişkileri konuşurken esas başlığın “SDG ve Şam ilişkisi”nden ziyade “YPG ile yeni Şam yönetimi arasında nasıl bir formül bulunabilir?” olduğunu teslim etmek gerekiyor.

Arap unsuru açısından bakıldığında, Şam’la uzlaşma zemini aslında çok daha geniş. Ahmed eş-Şara’nın da geçmişten beri Rakka, Deyrizor ve çevresindeki Arap aşiretleriyle yakın ilişkileri olan, “aşiret diplomasisini” bilen bir siyasetçi olduğunu biliyoruz. Bu yüzden SDG içindeki Arap bileşenlerle Şam arasında, prensip itibarıyla aşılmaz bir duvar yok. Asıl kritik dosya, Baas Partisi döneminde sistematik baskı görmüş, ülkenin yüzde 10-15’ini oluşturan ve belli bölgelerde yoğunlaşmış Kürt nüfusun -YPG üzerinden şekillenen- taleplerinin nasıl yönetileceği.

YPG/SDG 2011’de iç savaş başladığından beri, özellikle ülkenin kuzeydoğusunda kendi sahalarını fiilen kontrol ediyorlar. Hassake, Kamışlı, Halep’in bazı mahalleleri, Rakka ve Deyrizor’un belli bölgeleri, Türkiye ve Irak sınırına yakın kuşaklar… Buralarda 14 yıldır bir yönetim pratiği oluşmuş durumda. Bu yönetim çok mu iyi, çok mu kapsayıcıydı, herkes için adaletli miydi? Hayır, bunlar ayrı tartışmalar. İç savaşta hiçbir aktör “lekesiz” kalmaz; devlet de kirlenir, örgütler de, yerel liderler de. YPG’nin kendi iç tasfiyeleri, sürgün ettiği Kürtler, maruz bıraktığı şiddet vakaları da var. Ama geldiğimiz noktada çıplak gerçek şu: YPG/SDG 14 yıldır sahayı kontrol ediyor ve bunu da büyük ölçüde Amerika ve Rusya’nın sağladığı askerî-siyasi desteği temel alan bir zemin üzerinde yapıyor.

Bu denklemin iki boyutu var. Birincisi, Türkiye etkisini sınırlama başlığında, Kürt güçleri birçok uluslararası aktör için elverişli bir araç oldu. İsrail de, Amerika da, Rusya da, İran da -farklı motivasyonlarla- Türkiye’nin Suriye’deki nüfuzunu güneyde dengelemekten rahatsız değil. İkincisi, IŞİD ve El-Kaide türevi yapılara karşı verilen savaşta Kürt güçleri sahada gerçekten ağır bedel ödedi. Amerika havadan bombaladı, Kürtler karada savaştı; Irak’ta Haşdi Şabi ve Peşmerge, Suriye’de SDG bu yükü taşıdı. IŞİD’i askeri anlamda yenilgiye uğrattılar ve bunun karşılığında da fiilî bir saha kontrolünü sürdürmelerine göz yumuldu. Amerika Irak’ı işgal ettiği dönemdeki gibi çeyrek milyon asker yığmayacaksa, bu işi sahadaki yerel ortaklarla yapmak zorunda. Bu yüzden, Kürtlerin “Amerika’ya kendini sattığı” gibi sloganvari okumaları çok yüzeysel buluyorum. Bu, realist bir güç hesabı; 1916 Arap isyanını nasıl realist bir çerçevede değerlendirmek gerekiyorsa, bugünü de öyle okumak lazım.

Bu noktada YPG’nin Şam’a tümüyle entegre olmak istememesi son derece anlaşılır. Elinde askerî güç var, 14 yıllık bir yönetim tecrübesi var ve uluslararası destek kanalları var. Sahip olduğu bu avantajları bir gecede bırakıp, “Silahlarınızı teslim edin, Şam’a gelin, gerisini biz hallederiz.” denildiğinde buna razı olmaları beklenemez. Bunun için üç temel dayanakları var: arkalarında belli düzeyde uluslararası destek, sahada somut bir askeri kapasite ve belirli ölçüde sınır bağlantıları. Kuzey Irak’taki Barzani yönetimiyle ilişkiler bu nedenle önemli; Türkiye faktörü ise bu denklemin en sert sınırlayıcı unsuru.

Bu çerçevede Mart 2025’te Mazlum Abdi ile Ahmed Eş-Şara’nın Şam yakınlarındaki bir askerî üste, Amerikalıların da arabulucu olduğu bir ortamda yaptıkları görüşme kritik bir eşik oldu. O görüşmeden sonra Kürt tarafının ayrılıkçı söylemini geri çektiğini, en azından “ayrılma” hedefini dondurup, “Suriye sınırları içinde ama farklı bir statü” arayışına yöneldiğini görüyoruz. Yani bugün konuşulan, klasik anlamda bir bölünme değil; üniter devlet ile tam bağımsızlık arasında, çok geniş bir yelpazedeki ara formüller.

Bu ara formüller neler olabilir? Konfederasyon, federasyon, idari özerklik, asimetrik özerklik… Bunların her birinin onlarca versiyonu var. Mesela, belediye hizmetlerinde özerk olup dış politikayı Şam’a bırakmak; yerel polis gücünü tutup ağır silahlı ordu bulundurmamak; bölgesel bir meclis kurup, ulusal parlamentoya temsil göndermek; doğal kaynakların işletilmesinde ortak denetim mekanizmaları oluşturmak… Yani mesele “ya tam bağımsızlık ya kayıtsız şartsız entegrasyon” ikilemine sıkıştırılamayacak kadar teknik ve çok katmanlı.

Burada dışarıdan -özellikle Türkiye’den- gelen “Şöyle olsun, böyle olsun” tarzı ahkâm kesmelerin de çok sağlıklı olmadığını düşünüyorum. 15 yıl iç savaş yaşamış, toplumsal dokusu darmadağın olmuş bir ülkenin iç dengelerine dışarıdan sloganlarla müdahil olmanın hem etik hem de stratejik sorunları var. Nihayetinde bu, Suriye içindeki Sünni Arap çoğunluk ile Kürtlerin, Alevilerin ve diğer unsurların kendi aralarında sürdürülebilir bir yol bulmak zorunda olduğu bir mesele. Türkiye’nin rolü, bu yolun tıkanmasına yol açmak değil, mümkünse açılmasına yardımcı olmak olmalı.

Unutmayalım ki Türkiye, Suudi Arabistan, Amerika, İsrail gibi aktörler geçmişte Irak’ta ve Suriye’de yürüyen iç savaş süreçlerinde çoğu zaman katalizör rolü oynayarak çatışmaları daha da derinleştirdiler. Bugünden sonrası için yapılması gereken, en azından bu hataları tekrar etmemek. SDG/YPG’nin 15 yıl boyunca kontrol ettiği bir bölgeye “Silah bırakın, dağılın, Şam ne derse onu kabul edin” demek gerçekçi değil. Realist bir güç paradigmasıyla bakıp, “Elinde güç var, arkanda Amerika ve başka aktörler var; o halde bu gücü Suriye’nin bütünlüğünü koruyacak ama Kürtlerin de güvenlik ve temsil taleplerini karşılayacak bir modele nasıl çevirebiliriz?” sorusuna odaklanmak gerekiyor.

Bu denklemde Türkiye’nin iç Kürt meselesiyle, Suriye’nin kuzeydoğusundaki Kürt dosyası da artık birbirinden tamamen ayrıştırılabilecek başlıklar değil. 15 yıldır bu iki alan giderek daha fazla iç içe geçti. Türkiye’de atılacak olumlu bir adım, Suriye’deki Kürt dosyasını yumuşatabilir; Suriye’de yaşanacak sert bir çatışma dalgası, Türkiye içini de doğrudan etkileyebilir. Bu yüzden Türkiye’nin büyük devlet refleksiyle, sadece iç politika diliyle değil, bölgesel jeopolitiği gözeten daha ince bir mühendislikle hareket etmesi lazım. Bu irade var mı, doğrusu emin değilim, çok da iyimser değilim; ama en azından teorik olarak yapılması gereken budur.

Özetle, bugün SDG ile Şam arasında, “kopuş”tan ziyade zorlu bir pazarlık ve formül arayışı süreci var. Ayrılıkçılığın geri çekildiği, ama tam entegrasyonun da kabul edilmediği, geniş bir gri alan üzerinde konuşuluyor. Bu gri alanın nasıl doldurulacağı, Suriye’nin geleceği kadar Türkiye’nin güvenliği ve bölgesel dengeler açısından da belirleyici olacak.

“Afganistan Örneği, Dış Yardımla Ayakta Durmanın Kırılganlığını Gösteriyor”

Suriye’de kalıcı istikrarın ekonomik toparlanmaya bağlı olduğu açık. Bu bağlamda, ülkeye yönelik yaptırımların kısmen ya da tamamen kaldırılması hangi siyasi ve hukuki koşullara göre mümkün olabilir? Uluslararası aktörlerin referans aldığı temel eşikler nelerdir ve bu sürece dair şu aşamada gerçekçi bir takvim öngörmek sizce mümkün mü?

Gerçekçi bir takvim olduğunu söylemek zor; çünkü Suriye’de yaptırımların kalkmasını belirleyecek süreç, yalnızca hukuki eşiklerin sağlanmasından ibaret değil, ekonominin içerden sürdürülebilecek bir üretim tabanına kavuşup kavuşamayacağıyla da doğrudan ilgili. İç savaş sonrası dönemde, rejimin çöküşünün hızlı gerçekleşmesi Rusya ve ABD için jeopolitik olarak yönetilebilir bir geçiş yaratsa da, bu geçiş yeni siyasi mimarinin istikrarlı olacağı anlamına gelmiyor; çünkü ülkede güçlü bir sanayi altyapısı, geniş bir ticaret hacmi veya doğal kaynaklara dayalı bir ekonomik performans yok.

Bu noktada Afganistan’ın 2001-2021 arasındaki dış yardımlarla sürdürülmeye çalışılan ama kendi üretim kapasitesine kavuşamayan kırılgan modelini hatırlatmak gerekiyor; zira donör konferansları üzerinden akan mali destek, sahadaki otoriteyi ve ekonomik sürdürülebilirliği tek başına kuramadı, sonunda Taliban birkaç gün içinde Kabil’e yürüdü ve yönetimi devraldı. Bugün Suriye’de tıpatıp aynı bir senaryo sahada yok, fakat iç uzlaşı derin bir ekonomik toparlanmayla desteklenmediği sürece, taşrada IŞİD benzeri yapıların güç kazanması ya da merkezi otorite zayıflıkları üzerinden yeni bir istikrarsızlık dalgasının doğma riski her zaman masada kalır.

Özellikle petrol rezervleri açısından ülke, komşusu Irak’ın sahip olduğu ölçeğin yanına yaklaşabilecek bir cazibe gücü de sunmuyor, çünkü Irak 270 milyar varile yaklaşan dev bir rezervle klasik bir paylaşım ekonomisini mümkün kılarken, Suriye’nin 2,5 milyar varillik rezervi bölgesel denklemde bu seviyenin yüzde biri bile değil. Bu yüzden savaş enkazını dahi onaracak mali güç sınırlı ve toplumsal dengeleri barışın ötesinde ayakta tutacak bir ekonomik havza henüz oluşmuş değil, ayrıca İsrail-İran-Türkiye gibi aktörlerin nüfuz rekabeti, sahadaki askeri ve siyasi statülerin yalnızca Suriyelilerin iradesine bırakılmayacağını gösteriyor; dolayısıyla olası bir normalleşmenin veya yaptırımların hafiflemesinin, sadece dış diplomasiyle değil, içte asgari ekonomik sürdürülebilirliğin kurulmasıyla eş zamanlı ilerleyebilecek karmaşık bir güç denklemi üzerinden değerlendirilmesi gerekiyor.

Bu nedenle ben, yaptırımların yakın dönemde toptan kalkacağına değil, kademeli ve çeperleri sürekli sınanan bir takvim belirsizliği içinde hafifletilebileceğine ihtimal veriyorum ama bu hafifleme dahi ülkeyi orta vadede iç savaş riskinden veya jeopolitik sınanmalardan tümüyle azade kılmayacak; çünkü sahada kabul edilen sert güç göstergeleriyle açılan manevra alanı, uygun ekonomik-askeri-güvenlik zemini kurulamadığında, barışın birkaç gün içinde kaybedilebileceği bir eşik kırılganlığı taşıyor ve bu yüzden Suriye’nin geleceğinde asıl testin, ekonomik toparlanmanın cazibe üretecek bir üretim performansına dönüşüp dönüşemeyeceği olacağını düşünüyorum.

Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi #0

*Tüm alanları doldurunuz

Son Yüklenenler