Anatomi

Bir Tabu Kavram: Feminizm Nedir?

Kimi çevrelerde erkek düşmanlığıyla özdeşleştirilen, kimi zaman aykırı bir ideoloji gibi sunulan feminizm gerçekte neyi ifade ediyor? Bazı dinî söylemler tarafından toplum yapısıyla uyumsuz görülen feminizm kavramını “Anatomi” serimizde mercek altına aldık.

Bir Tabu Kavram: Feminizm Nedir?
Fotoğraf: Castleski - Shutterstock.

Britannica ansiklopedisinde feminizm şöyle tanımlanmaktadır: “Kadınlarla erkekler arasındaki toplumsal, siyasal ve ekonomik eşitsizliklerin ortadan kaldırılmasını amaçlayan bir özgürlük hareketidir.” Bu tanım, feminizmi yalnızca kadınların hak mücadelesi olarak değil, toplumdaki güç ilişkilerini daha adil hâle getirmeyi hedefleyen bir düşünce ve eylem hattı olarak ele alır. Feminist teori; cinsiyet rollerinin kültürel, tarihsel ve siyasal süreçler içinde nasıl üretildiğini inceler ve bu rollerin yalnızca kadınlar için değil, erkekler için de kısıtlayıcı olduğunu vurgular.

Feminist düşüncenin öncü isimlerinden Bell Hooks ise, Feminizm Herkes İçindir başlıklı kitabında feminizmi “cinsiyetçilik, cinsiyetçi sömürü ve baskıyla mücadele eden bir hareket” olarak tanımlar. Bu yaklaşım, feminizmin özünde erkek karşıtlığı değil, eşitsizliği doğuran sistemlerle mücadele olduğunu açıkça gösterir. Dolayısıyla hooks’a göre feminizm, erkeklerin toplumdaki gücünü “kesintiye uğratmayı” değil, bu gücün adil ve sorumluluk sahibi bir biçimde yeniden dağıtılmasını savunur.

Tarihsel Seyri ve Alt Kategorileriyle Feminizm

Feminizm, tarihsel olarak kadınların maruz kaldığı eşitsizlikleri görünür kılmak için doğmuş olsa da zaman içinde yalnızca kadınların değil, toplumun geneline yayılan güç ilişkilerini çözümlemeye çalışan geniş bir düşünsel çerçeveye dönüşmüştür. Bu dönüşüm, feminizmin her “dalga”sında yeni kavramların ortaya çıkmasıyla ilerler.

Feminizmin kökeni modernleşme ve aydınlanma dönemindeki eşitlik düşüncelerine dayanır. Mary Wollstonecraft’ın “A Vindication of the Rights of Woman (Kadin Haklarının Gerekçelendirilmesi)” (1792) adlı çalışması, kadının akıl sahibi bir birey olarak tam yurttaşlık hakkına sahip olması gerektiğini savunarak feminizmin birinci dalgasının entelektüel zeminini oluşturur. Bu dönemde şekillenen “liberal feminizm”, temel olarak hukuki eşitlik talep eder: Kadınların eğitim, mülkiyet, oy kullanma gibi haklarda erkeklerle aynı konuma gelmesini savunur. Liberal feminizm, bugün hâlâ birçok feminist tartışmada “eşitlik feminizmi”nin temelini oluşturur.

1960’lardan itibaren feminizm toplumsal yapıyı daha derinden sorgulamaya yöneldiğinde ikinci dalga doğar. Bu dalga, yalnızca yasaların değişmesinin yeterli olmadığını; kadınların maruz kaldığı baskının kültürel, ekonomik ve aile içi yapılarda üretildiğini vurgular. Simone de Beauvoir’ın “Kadın doğulmaz, kadın olunur” cümlesi, toplumsal cinsiyetin biyolojik değil, kültürel bir inşa olduğunu göstererek feminist hareketin teorik temelini genişletir.

İkinci dalga feminizm de kendi içerisinde belirli yaklaşımlarla birlikte çatallaşır. Bu bağlamda radikal feminizm, patriarkanın toplumun tüm kurumlarına nüfuz eden yapısal bir düzen olduğunu savunurken; Marksist/Sosyalist feminizm, kapitalizmin kadın emeğini görünmez kılarak ekonomik eşitsizliği derinleştirdiğini öne sürer. Bunun haricinde kültürel feminizm, kadınların ilişkisel, bakım odaklı veya iş birliğine dayalı özelliklerini olumlayarak bu değerlerin toplumda daha yüksek statüye sahip olması gerektiğini savunur.

Üçüncü ve Dördüncü Dalga Feminizmin Doğuşu

1990’larla birlikte feminizmin kendi içindeki kör noktalar tartışılmaya başlanır ve üçüncü dalga ortaya çıkar. Bu dalga, feminizmin uzun süre boyunca ağırlıklı olarak beyaz, heteroseksüel ve Batılı kadınların deneyimlerini merkez aldığını eleştirir. Kimberlé Crenshaw’ın geliştirdiği kesişimsellik (intersectionality) kavramı, kadınların baskı deneyimlerinin ırk, sınıf, din, göçmenlik durumu gibi çoklu kimliklerle birlikte şekillendiğini göstererek feminizmde yeni bir epistemolojik kırılma yaratır.

Bu dönemde postkolonyal feminizm (Chandra Mohanty, Gayatri Spivak), Batı merkezli feminizmin “üçüncü dünya kadınlarını” homojen ve kurtarılması gereken mağdurlar olarak temsil etmesini eleştirir. Queer feminizm (Judith Butler), toplumsal cinsiyetin performatif olduğunu ve iki cinsiyetli yapının kendisinin bir iktidar üretimi olduğunu savunur. Müslüman toplumlarda İslami/Müslüman feminizmi adı verilen yaklaşım, dinî metinlerin patriyarkal yorumlarının sorgulanması ve İslam’ın adalet ve eşitlik ilkeleriyle ilişkili yeni feminist okuma biçimleri önerir.

2010’lardan günümüze gelen dördüncü dalga ise dijital çağın dinamikleriyle şekillenir. Sosyal medya kampanyaları (#MeToo, #KadınCinayetleriPolitiktir), çevrimiçi taciz, dijital gözetim ve algoritmik önyargılar bu dönemin temel uğrak noktalarıdır. Dijital feminizm, interneti hem bir mücadele alanı hem de dayanışma ağı olarak kullanırken; pop-feminizm kavramı, feminizmin ticarileşmesi ve yüzeysel mesajlara indirgenmesi eleştirilerini gündeme taşır. Bu çağın en belirgin özelliği, feminizmin küresel ölçekte çok hızlı yayılması ve tartışmaların hem yerel hem ulusötesi biçimlerde gerçekleşebilmesidir.

Feminizmin bu çok katmanlı gelişim çizgisi, kavramın sabit bir ideoloji değil; toplumsal değişimlere uyum sağlayan, eleştirel ve çoğulcu bir düşünce birikimi olduğunu gösterir. Aynı zamanda her dalga, Müslüman toplumlar da dâhil olmak üzere farklı kültürlerde feminizmin nasıl algılandığını etkilemiş; kimi yerlerde direniş, kimi yerlerde yeni feminist damarların oluşmasına zemin hazırlamıştır.

İslami Feminizm/Müslüman Feminizmi ve Kadın Özneliğinin Yeniden İnşası

İslami feminizm, 20. yüzyılın sonlarından itibaren hem Müslüman kadınların aktivizmi hem de akademik çalışmalar içinde belirginleşen, fakat kökleri İslam’ın erken dönemine kadar uzanan bir yaklaşım olarak değerlendirilir. Bu düşünce çizgisinin temel iddiası şudur: Kadın ile erkek arasındaki eşitlik arayışı, İslam’ın adalet, merhamet ve özgürlük ilkeleriyle çelişmez; aksine bu ilkelerin yeniden hatırlanması ve ataerkil yorumlardan arındırılmasıyla güçlenir.

Bu nedenle İslami feminizm, modern bir ithal ideoloji olmaktan ziyade, İslam’ın özündeki ahlaki değerleri kadınların ve erkeklerin güncel toplumsal yaşantısına uyarlayan bir yeniden okuma geleneği olarak görülür.

Amina Wadud, Asma Barlas, Fatima Mernissi ve Leila Ahmed gibi düşünürler, İslam’ın patriyarkal bir din olmadığını; patriyarkanın dinin kendisinden değil, dinî metinlerin ataerkil toplumlardaki yorumlanma biçimlerinden doğduğunu savunur. Asma Barlas’a göre Kur’an, kadın ve erkek arasında hiyerarşi değil karşılıklılık temelli bir etik önerir ve eşitliği “tehdit” olarak değil, zulmün karşıtı olarak tanımlar. Wadud da tefsir geleneğinde kadın öznesinin silinmiş olmasına dikkat çekerek, Kur’an’ın kadınları fail, karar veren ve sorumluluk sahibi bireyler olarak ele aldığını vurgular.

Bu yaklaşım, İslam’ın erken dönemindeki kadın figürleri ve kurumlarla da desteklenir. Örneğin Fatima al-Fihri tarafından 859’da kurulan ve UNESCO tarafından dünyanın en eski üniversitesi olarak tanınan el-Karaviyyin Üniversitesinin hem kadın hem erkek öğrencilere eğitim vermesi, İslam toplumlarında kadınların bilgi üretiminin merkezinde olabildiğini gösteren güçlü bir örnektir. Bu tarihsel gerçeklik, modern feminizm ortaya çıkmadan yüzyıllar önce Müslüman kadınların kamusal alanda aktif özne konumunda olduğunu göstermesi bakımından önemlidir.

“İslami feminizm” olarak çerçevelendirilecek bu yaklaşıma göre kadınların eğitimi yalnızca toplumsal bir talep değil, aynı zamanda dinî bir sorumluluk olarak kabul edilir. Kadının miras, mülkiyet, ticaret, nikâh, boşanma ve şahitlik gibi haklarının Kur’an’da açık şekilde yer alması da bu yaklaşımın “İslam’ın özüne dönüş” iddiasını desteklediği olarak algılanır.

Bununla birlikte İslami feminizm, kadın-erkek ilişkisinde sorumluluğun tek taraflı olmadığını; Kur’an’ın ilişki etiğinin karşılıklılık, rıza, adalet, merhamet ve zarar vermeme ilkeleri üzerine kurulduğunu vurgular. Hz. Peygamber’in “Sizin en hayırlınız, ailesine en iyi davrananınızdır” (Tirmizi, Menâkıb 63) hadisi, bu yaklaşımın en güçlü dayanaklarından biridir. Bu açıdan İslami feminizm, erkeklerin patriyarkanın getirdiği öfke, baskı ve güç yükümlülüklerinden kurtulmasını da savunur; çünkü şiddet ve tahakküm yalnızca kadınlara değil, erkeklere de zarar veren bir kültürel sistemdir.

Bu yaklaşım, Müslüman toplumlarda yaygın fakat dinî temeli olmayan bazı uygulamaların neden İslam’a aykırı olduğunu da görünür kılar. Örneğin namus cinayetleri İslam’da değil, kabileci ataerkil geleneklerde köklenen bir pratiktir. Kur’an’da “namus temizleme” kavramı yoktur; aksine “Kim bir canı haksız yere öldürürse, bütün insanlığı öldürmüş gibidir” (Maide suresi, 32) ayeti, hiçbir törel gerekçenin cana kıymayı meşrulaştıramayacağını belirtir. Benzer şekilde zina meselesi Kur’an’da herhangi bir cinsiyete atıf olmaksızın tanımlanır ve ceza, sorumluluk ve ahlaki ihlal bakımından kadın ve erkek arasında ayrım yapılmaz (Nur suresi, 2). Ziya Mir-Hosseini bu açıdan, “namus kültürü”nün dinin değil patriyarkanın inşa ettiği bir kontrol mekanizması olduğunu öner sürer.

Bu çerçeve içinde İslami feminizm, modern feminizmle bazı noktalarda kesişir ve ahlak ve sorumluluğun cinsiyete göre değişmediğini, zulmün haram olduğunu, özgürlüğün başkasına zarar vermediği sürece insan onurunun bir parçası olduğunu belirtir. İslami feminizm Tevbe suresinin 71. ayetine atıfla kadın ve erkeği birbirinin dostu ve destekçisi olarak görür.

Dolayısıyla İslami feminizm, “Müslüman kadınları modernleştirme” ya da “Batı normlarına uydurma” projesi olmaktan çok farklı olarak; İslam’ın temel etik ilkelerini ataerkil kültürel uygulamalardan ayrıştırarak adil, özgür ve karşılıklı saygıya dayalı bir toplumsal cinsiyet düzeni önerir. Feminizmin Müslüman toplumlarda neden çoğu zaman yanlış anlaşıldığını görmek için bu çerçeve kritik bir önem taşır.

Feminizm Bazı Toplumlarda Neden Yanlış Anlaşılıyor?

Özellikle geleneksel ve tarihsel anlamda kadınları hiyerarşik olarak erkeklerin altında konumlandıran Asya topluluklarında, Müslüman toplumlarda ve Türkiye’de feminizm, sıklıkla kültürel değerlere tehdit olarak sunuluyor. Bunun en yaygın örneklerinden biri olarak “feminizm aileyi yıkar” söylemi öne sürülebilir. Bununla birlikte feminist teori, aileyi zayıflatmayı değil; aile içinde görünmezleşen bakım emeğini, duygusal yükleri ve güç dengesizliklerini görünür kılarak ilişkilerin daha adil bir zeminde kurulmasını amaçlamaktadır.

Benzer şekilde feminizmin “erkek düşmanlığı” olduğu yönündeki iddialar da teorinin temel literatürüyle çelişir. Feminist kuramcılar uzun süredir, patriarkanın erkekleri de belirli kalıplara sıkıştırdığını; duygusallığın bastırılması, aile sorumluluklarından uzak tutulma, sürekli “güçlü olma” ve toksik otorite beklentileri gibi yüklerin erkekler için de baskıcı olduğunu vurgular. Yani feminizm, erkeklerin gücünü elinden almak yerine, bu dar ve yıpratıcı erkeklik kalıplarını sorgulama iddiasına sahiptir.

Feminizmin Müslüman toplumlarda sık sık yanlış anlaşılmasının temelinde ise çoğu zaman feminist teorinin kendisinden çok, feminizmin kültürel, siyasal ve tarihsel bağlamlarda nasıl temsil edildiği yer alır. Bu yanlış anlamaların önemli bir kısmı, İslam’ın temel ilkeleri ile feminizmin savunduğu değerler arasındaki gerçek bir çelişkiden değil; patriyarkanın dinî söylem üzerinden pekiştirilmesinden, folk İslam’ın güçlü etkisinden, medyadaki çarpıtılmış temsillerden ve siyasal aktörlerin feminizmi araçsallaştırmasından besleniyor olabilir. Böylece feminizm, hak ve adalet talep eden bir toplumsal hareket olmaktan çıkıp, toplumdaki kültürel gerilimlerin tam ortasında yanlış kodlanan bir kavrama dönüşür.

Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi #0

*Tüm alanları doldurunuz

Son Yüklenenler