“İslam Reformu Talepleri Sıkıntılı”
İslam Hukuku ve azınlık konteksinde İslam gibi konularda araştırma yapan İslam bilimci Sarah Albrecht ile azınlık fıkhı ve İslam’a dair reform talepleri hakkında konuştuk.
Dünya ne zaman ve neden dâr’ül İslam ve dâr’ül harb olarak ayrıldı?
Bu ayrım düşünüldüğü gibi Kur’an veya Sünnet kaynaklı değil. Bu düşünce hicri takvimin ilk yüzyıllarında İslam âlimleri tarafından geliştirilmiştir. Yani dünyanın birbirine düşman olan iki bölgeye ayrıldığı fikrinin teolojik bir dayanağı yoktur. Bu düşünce daha çok o dönemde Müslümanların hükümdarlığındaki genişleyen topraklar ile komşu krallıklar arasında hâkim olan açık ya da gizli bir savaşı yansıtmaktadır. Bu nedenle çekilen bu sınırı sabit veya değişemez olarak görmemek gerek. Gerçekte “İslam bölgesi” ve İslam’ın hâkim olmadığı bölgeleri ayıran çizgiler tarih boyunca defalarca yeniden çizilmiştir.
Daha ilk dönemlerde Müslüman hükümdarlar ve gayrimüslim hükümdarlar arasında ilk ateşkes anlaşması çerçevesinde yeni bir konsept daha ortaya çıkmıştır: Bu görüş, söz konusu düalist dünya görüşünü belli bir şekilde yıkan “anlaşma bölgesi” (dâr’ül ahd) yaklaşımıdır.
Daha sonraki yüzyıllarda ise, örneğin İslam dünyasının bazı kısımlarının sömürgeleşmesine veya 20. yüzyılda misafir işçilerin Batı Avrupa’ya göçüne cevaben âlimler İslam hukuku geleneğini güncel jeopolitik durumla uyumlu bir hâle getirmek için bu geleneksel konsepti yeniden tanımlamış ve yeni konseptlerle tamamlamıştır.
Bu konseptin geçerliliğini günümüze kadar korumasının sebebi nedir?
Bunun birçok sebebi var. Bu konsept ilk dönemlerden beri Müslümanlar ve gayrimüslimler arasındaki ilişkileri konu alan İslam hukuk tartışmalarında önemli bir rol oynadığı için bazıları tarafından İslam geleneğinin değişmez bir parçası olarak görülüyor. Bu konsept dâhilinde cevap aranan sorulardan bazıları şunlar: Gayrimüslim hükümdarlıklara karşı savaşmak ya da cihat etmek hangi durumlarda caizdir? Ateşkes anlaşmalarının sonuçları nelerdir? Müslümanlar nerede yaşamalıdır? Dâr’ül İslam dışında sürekli yaşamak caiz midir? Şeriat “İslam bölgesinde” geçerli olduğu gibi İslam’ın hâkim olmadığı bölgelerde de geçerli midir? Bu sorular geçerliliklerini kısmen günümüzde de koruyor, zira bazı Müslümanlar için bunlar sadece teorik sorular değil, oldukça merkezi önem taşıyan sorular. Bu sorular arasında “Müslüman olarak günümüzde nerede İslam’a uygun bir yaşam sürdürülebilir?” sorusu da var.
Daha ilginç olan bir soru ise şu: Daha sonradan Müslüman olan bir Alman’a, bir âlim veya “Şeyh Google” tarafından doğup büyüdüğü, dinini yaşadığı ve toplumunun bir parçası olduğu ülkenin “savaş toprakları” olduğu söylenirse bu kişi bu durumla nasıl başa çıkabilir?
Peki, Avrupa “savaş bölgesi” midir?
Bu sorunun cevabı soruyu kime sorduğunuza bağlı. Yusuf el-Karadavi gibi ünlü âlimlerin bazıları mevcut olan uluslararası sözleşmelere dayanarak Avrupa’nın Müslümanlara güvenli bir şekilde yaşama imkânı sunulmuş olan bir “anlaşma bölgesi” olduğu kararına varmıştır.
Diğer bazı âlimler ise günümüzde Avrupa’nın aslında “İslam toprakları” olduğu sonucuna varmıştır. Zira kısa bir süre önce vefat eden ünlü âlim Taha el Alvani, entelektüel Jasser Auda ve aktivist Faisal Abdul Rauf gibi bazı âlimler buna gerekçe olarak Müslümanların bu topraklarda yaşamlarını çok daha güvenli bir şekilde sürdürebildiklerini ve dinlerini birçok İslam ülkesinde mümkün olandan daha iyi bir şekilde yaşayabildiklerini göstermişlerdir.
Bazıları sadece yöneticileri Müslüman olan, halkın büyük bir çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu ve öyle ya da böyle İslam hukukunun geçerli olduğu ülkelerin dâr’ül İslam olarak kabul edilebileceği görüşünü savunurken, Auda gibi diğer bazı âlimler, makasid al-Şeriat’ın yani “dinî hükümlerin gayelerinin” mümkün olan en iyi şekilde yerine getirildiği, yani dinin, canın, aklın, ailenin, onurun ve mülkün korunduğu ülkelerin dâr’ül İslam kapsamına dâhil olduğu görüşündedir. Dolayısıyla Auda, Avrupa’nın kendisini “İslam devleti” olduğunu ilan eden bazı ülkelerden daha çok “İslami” olduğu sonucuna varmaktadır.
Öte yandan Avrupa’nın veya Batı’nın tümünün “savaş toprakları” ya da “inançsızlık toprakları” olduğunu iddia edenler de vardır. Bu düşünceyi örneğin bazı Suudi âlimler, özellikle de “cihatçı” gruplar savunmaktadır.
Bununla beraber birçok İslam âlimi ve aydınların yanı sıra bu görüşü şiddetle reddeden sıradan müminler de mevcut. Onların görüşüne göre Avrupa “savaş toprağı” olamaz, çünkü burada İslam’a karşı somut bir savaş söz konusu değil.
Bütün bunların yanı sıra günümüzde dünyanın 21. yüzyılda bu tür sınırlandırmalar için çok karmaşık olduğu gerekçesi ile dâr’ül İslam ve dar’ül harp gibi konseptleri esas itibarı ile reddeden görüşlerin olduğunu da unutmamalıyız.
Avrupa’daki Müslümanlar için bir “azınlık hukuku” önerisi mevcut. Bunun avantaj ve dezavantajları nelerdir?
“Azınlık hukuku” olarak tercüme edilen “Fıkh’ül-ekalliyât konsepti, aslında kelimenin gerçek anlamı ile “hukuk” kavramını değil, Arapça ve Türkçe’de kullanılan bir kavram olan fıkıh kavramının ifade ettiği gibi Batı’da yaşayan dindar bir azınlığı teşkil eden Müslümanlara yönelik İslami normları belirtmektedir. Yusuf el-Karadavi veya Abdullah bin Beyyah gibi bu düşüncenin öncüleri, bu yaklaşımlarının şeriatın Batı ülkelerinde yaşayan Müslümanlara uygun bir şekilde yorumlanmasını mümkün kıldığını düşünmektedir. Bu anlamda öncelikle İslam’ın hâkim olduğu ülkelerde yaşayan Müslümanların muhtemelen karşılaşmadığı konular ele alınmalıdır. Bu sayede Batı ülkelerinde yaşayan Müslümanların dinî vecibelerini yerine getirmeleri kolaylaştırılmalı ve onların dinî kimliği güçlendirilmelidir.
Bununla beraber bu konsepti eleştirenler konseptin anlamına ve amacına pek çok açıdan şüpheyle yaklaşmıştır. Bu kişiler bir yandan azınlıklar için söz konusu olan konuların gerçekten de bu derece farklılık gösterip göstermediği konusunda şüphe duymaktadırlar. Örneğin şeriata uygun banka kredisi konusu kesinlikle sadece Avrupa’daki Müslümanları ilgilendiren bir konu değildir, zira Fas gibi Müslüman ülkelerin birçoğunda da “İslami” bir banka sistemi mevcut değildir. Ayrıca el-Karadavi ve Fıkh’ül-ekalliyât yaklaşımının diğer temsilcilerinin Batı toplumlarında yaşamıyor olması ve bu sebeple buradaki yaşam şartları konusunda bilgi sahibi olmamaları da eleştirilmiştir.
Bunun yanı sıra oldukça ünlü bir eleştirmen olan Tarık Ramazan bu konsepti, Müslümanların benlik algısını zayıf ve güçsüz bir azınlık olarak olumsuz yönde pekiştirdiği ve bu sebeple özellikle genç Müslümanların üzerinde Avrupalı ve yaşadıkları ülkelerin aktif birer bireyi olarak kimlik kazanmaları yönünde yıkıcı bir etkisi olduğu gerekçesi ile eleştirmiştir.
İslam evrensel bir din. Azınlıklar için özel bir İslam hukuku düşüncesi bu olguyla çelişmiyor mu?
Bazı eleştirmenler tam da bu hususa değiniyor. Mesela Tarık Ramazan günümüzün küreselleşmiş dünyasında azınlıklar ve çoğunluklar, dâr’ül İslam ve dâr’ül harb gibi kategorilerin düşünülemeyeceğini, çünkü bu düşüncenin İslam’ın dünyanın her yerinde yaşanabilir olması gerektiği iddiası ile zıt düşeceğini ifade ediyor.
Azınlık fıkhı savunucuları ise bu eleştirileri reddediyor ve yaptıkları şeyin yeni bir fıkıh ortaya çıkarmak olmadığını, sadece şeriatın yer, zaman ve ilgili koşullar göz önünde bulundurularak yeniden yorumlanması gerektiği prensibine dayanarak hareket ettiklerini vurguluyorlar.
Âlimlerin Avrupa’daki Müslüman yaşamı sadece İslam hukuku penceresinden dikkate alması bir dezavantaj değil mi?
Eminim ki Müslümanlar bu soruyu bir İslam bilimci olan benden daha iyi cevaplandıracaktır. Ancak Müslüman âlimler ve entelektüeller arasında yürütülmekte olan güncel tartışmalara baktığımda ünlü âlimlerin yanı sıra Avrupa’daki yaşama ilişkin tüm konuları ciddi bir şekilde İslam hukuku ya da diğer bir deyişle normatif bir açıdan ele alan başka kişilerin de mevcut olduğunu görüyorum.
Örneğin Taha el-Alvani, Tarık Ramazan veya Jasser Auda uzun süredir ağırlıklı bir şekilde İslami açıdan daha büyük bir önem arz eden etik meselelerin ve toplumsal katılım, siyasi katılım ve benzeri konuların ele alınması gerektiğini savunuyorlar.
Sıklıkla İslam’ın reforme edilmesi gerektiği söyleniyor. Sıradan bir Müslüman vatandaş gayrimüslim bir bağlam içinde kendi yaşamını zaten sürdürmüyor mu? Bu tür reformlar gereksiz değil mi?
Hiç şüphesiz burada ve başka yerde yaşayan Müslümanlar, çoğunluğunu gayrimüslimlerin oluşturduğu bir toplumda, toplumla uyumlu bir şekilde inançlarını yaşamanın pratik yollarını bulmuş durumda. Bununla beraber tekrar tekrar yinelenen reform taleplerinde bazı noktaların ayrı olarak ele alınması gerektiğini düşünüyorum.
Bir yandan gayrimüslimlerin safından sıklıkla bu tür talepler dile getiriliyor. Bununla beraber bu talepler somut konular hakkında görüşme veya tartışma daveti şeklinde değil, daha çok bir çoğunluğun bir azınlığa yönelttiği toplu dayatmalar şeklinde ifade ediliyor. Bu taleplerin Müslümanlar tarafından paternalist bir yaklaşım olduğu gerekçesi ile kısmen reddedilmesi de pek şaşırtıcı olmasa gerek. Dine dair eleştirileri gayrimeşru ilan etmemek gerek, ama öbür yandan reform taleplerinin yöneltilme şekli ve ilintili koşulların genellikle sıkıntılı olduğunu da söylemek gerek.
Müslüman temsilcilerin Almanya’daki Katolik Kilisesi’nden “Hristiyanlık’ta kadın imajı”nı genel olarak reforme etmesini talep ettiğini düşünün.
Diğer taraftan Müslümanların birçoğunun kendi iradeleri ile reformlar talep ettiğini de unutmamak gerek. Örneğin cami cemiyetlerinde kendilerine daha fazla yer verilmesini veya eski cinsiyet şablonlarının değişmesini isteyen kadınlar ya da geleneksel düşünce kalıplarının yıkılmasını talep eden veya bunun için aktif olarak çalışan ve teolojik konular ile İslam hukukuna ilişkin soruları hayat gerçeklikleri çerçevesinde yeniden tartışan çok sayıda Müslüman var.
Avrupa’daki Müslümanların temel meseleleri neler? Bu meseleler gerçekten de halkın diğer kesimlerinin veya azınlıkların sorunlarından farklı mı?
Burada mutlaka bazı farklılıklar mevcut. Örneğin Müslümanların, özel olarak şeriatın Batı Avrupa’da yaşayan Müslümanlara yönelik olarak yorumlanması konusu ile ilgilenen bir âlimler komitesi olan Avrupa Fetva ve Araştırma Konseyi’ne yönelttiği sorulara bakıldığında bazı konuların daha sık gündeme getirildiğini görüyoruz. Bu konular arasında nikâh, boşanma, veraset gibi ailevi meselelere ilişkin sorular, geleneksel uygulamalar ve faiz konusuna ilişkin konular yer alıyor.
Fakat bunun yanı sıra kadının aile ve toplum içindeki yeri ve Müslümanların siyasi ve toplumsal katılımına ilişkin sorular da nispeten daha sık yöneltilen sorular arasında yer alıyor. Bunlar bir yandan spesifik olarak “Müslümanları ilgilendiren” konular, bir yandan da sizin de belirttiğiniz gibi diğer vatandaşları ve azınlık üyelerini de ilgilendiriyor. Zira burada üst düzeyde düşünüldüğünde din özgürlüğü ve kendini laik olarak tanımlayan bir toplumda yaşam ile dinî uygulamaların uyum içinde olması gibi hususları kapsayan evrensel bir mesele söz konusu.