“İslam Reformu” Var Mı?
İslam’ın reforme edilmediği için “problem doğurduğu”nu iddia eden sesler kimi zaman yüksek sesle duyuluyorlar. İslam’ın kendisini reforme etmesi için önerilen model ise 16. yüzyıldaki Hristiyan reformu. Oysa Hristiyan ve İslam tarihi incelendiğinde bu önerilerin ne kadar sorunlu olduğu ortaya çıkıyor.
Muhafazakâr Selefi akımın fundamentalist İslam anlayışına karşı bir çözüm arayışı olarak “İslami reform” çağrısını sık sık duyuyoruz. Bu çağrıyı yapanların varsayımlarına göre İslam’da reform gerçekleştirilmediği için birçok sorun ortaya çıkıyor. “İslam reformu” için öngörülen model ise 16. yüzyılın Hristiyan reformu, Protestan reformcular Luther, Calvin ve onların takipçileri. Din ve tarih uzmanları bu kıyasların hem Hristiyanlığın hem de İslam’ın tarihi açısından sorunlu olduğunu vurguluyorlar.
Bu noktada benim iddiam İslam’ın farklı yönlerde birçok reforma uğradığı şeklinde. Protestan reformları gibi Vahhabilik, Kur’an ve Sünnete geri dönülmesini ısrarla savunmuş, türbe ziyaretleri gibi ritüelleri “batıl” ve sapkınlık saymış, Sufi mistisizmi ve ritüellerini, tarikat öğretilerini ve özellikle de Şiiliği reddetmiştir. Buna karşın modernist ve rasyonalist reformlar 19. ve 20. yüzyıllar boyunca Osmanlı, Arap ve İran topraklarındaki kamusal yaşamda, siyasette ve kültürde önemli bir aşama niteliği taşımaktaydı.
Hristiyan Reformu
Protestan reformu liberal/özgürlükçü bir girişim değildi; bilakis “fundamentalizm”di. “Reforme” edilmekte olan Hristiyanlık, Katolik otoritesi ve hiyerarşiye dayalı Katolik Kilisesi’nin Hristiyanlığı idi. İbadetler rahipler tarafından yönetilen törenler ile yapılıyordu, bu rahipler cemaatin uhrevi kurtuluşu üzerinde otoritelerini ilan ediyorlardı. Reform bu yetki iddialarına karşı çıkarak tüm bunların yerine “kutsal kelam”ın, yani İncil’in birebir aslına uygun olarak yorumlanmasını ve vaaz edilmesini savunuyordu. Artık salahiyet makamı (dinî otorite) ruhban sınıfı değil kutsal kelam idi. Tüm inananlar İncil’i okuyacak ve vicdanlarına göre İncil yolunu takip edeceklerdi. Mağfirete Kilisenin izniyle, bir rahip yardımıyla değil yalnızca ilahi inayet vesilesiyle erişilebilecekti. Böyle olunca Reform ile birlikte gösterişli ayin ve törenler, ikonlar ve kilise müzikleri sapkınlık sayıldı (Selefi İslam anlayışındaki benzerliklere dikkat!). Nitekim yerel dillerdeki kutsal kitapların bire bir okunmasına dayalı daha sade vaaz ve ibadet tarzları benimsendi.
Ernest Gellner Protestanlık ile geleneksel İslam arasındaki benzerlikleri ele almıştır. Gellner Akdeniz’in her iki kıyısındaki her iki dinde de birbirine denk simetrik din anlayışlarının bulunduğunu öne sürer. Bir yanda Hristiyan Avrupa’da muhalif Protestanların sade ve yalnızca kutsal kitaba dayalı inançlarının karşısında çan ve mumlarla bezeli, göze ve kulağa hitap eden, gösterişli ayinleri ile zengin kilise hiyerarşisi olan Kilise bulunmaktaydı. Diğer yanda ise tarikat ve Sufi görünümlü, göze ve kulağa hitap eden ibadet tarzıyla heterodoks ve mistik İslam anlayışı karşısında, Kur’an ayetlerini harfi harfine açıklayan, katı kuralcı ve gelenekçi Ortodoks bir İslam anlayışı bulunmaktaydı.
Çoğu İslam memleketi tarihlerinin büyük bir kısmı boyunca ve yakın geçmişe kadar pek çok Sufi tarikata ev sahipliği yapmıştır. Bu tarikatlar arasında elit ya da avam kesime hitap eden tarikatlar olduğu gibi, elit entelektüellerle birlikte sıradan halk ve askerlerin de mensup olduğu popüler tasavvuf kolları olagelmiştir. Kimi büyük tarikatlar özellikle Mısır ve Suriye’deki Memlük Hanedanlığı ve Osmanlı hâkimiyetindeki birçok farklı noktada güç elde etmiş ve iktidardaki askerî elitlerle olan bağlantılarından yararlanmıştır.
İktidar seçkinlerinin arasındaki tasavvuf silsilesinde geleneksel İslam’ın vasileri olan önde gelen çoğu âlim ve kadılar da bulunmaktaydı. Bu karmaşık ilişkiler, dinde sadeliği savunan âlimlerin suçlamalarına sık sık zemin hazırlıyordu. Bu âlimlerden en ünlüsü ya da en kötü şöhretlisi İbn Teymiyye (1263-1328) idi. İbn Teymiyye aynı zamanda Sufi öncüleri olan başlıca kadılarla ve diğer âlimlerle karşı karşıya gelmiş, musiki ve raks ayinleri gibi mistik icraatları bidat ve sapkınlık sayarak reddetmiştir. Aynı şekilde İbn Teymiyye popüler mistisizm ile sihir ve özellikle de türbe ziyaretleri gibi teamüllere savaş açmış, tevhide ters düştüğü için bunları şirk saymıştır. İslam tarihi boyunca tarikatçı, Sufi heterodoks ekoller İbn Teymiyye gibi birçok sözünü sakınmayan din adamı tarafından hedef alınmış, bu nedenle de hâkim güçler arasında denge politikası izleyerek kendilerini korumaya çalışmışlardır.
“Reform” Nedir?
Öyleyse bu çerçevede “reform” sözcüğü ne ifade etmektedir? Öncelikle reform aykırı ve yenilikçi sayılan düşünceye karşı kutsal metinlere bağlı olan geleneksel inanışın ortaya çıkışıdır. Diğer bir deyişle fundamentalizmdir; Protestan fundamentalizmine benzer olsa da farklı anlamlar taşımaktadır. Reformlar tek bir “ıslahat”tan değil, yinelenen pek çok döngüden oluşur. Günümüz İslam’ında Suudi Vahhabilik gibi Selefî akımlar bu köktenci akımlardandır. Ne var ki amaçlanan asla “ılımlı” ve liberal bir reform hareketi değildir. Vahhabilik ve Vahhabiliğin tesisi bir reform hareketi olarak ortaya çıkmış ve kimi bölgelerde ıslah hareketi olarak tanınmıştı. Vahhabi reformculuğu Suudi Arabistan’da devletin siyasi tahakküm baskısıyla Vahhabi doktrinlerini ve öğretilerini empoze etmek anlamına geliyordu. Burada Vahhabi reformcuları ile Luther ve Calvin gibi Protestan reformcuları arasında paralellik bulunmaktadır.
Buna karşın tarihte başlangıcı 19. asra dayanan farklı türde reformlar da vardı. Bunlar Osmanlı reformları, Arapların “Nahda”sı ve 1906 İran Anayasa Devrimi’dir. Doktrin ve kanunlarda yapılan bu yenilikler toplum, kültür ve siyasetteki değişimlerle İslam’ı daha uyumlu hâle getirmeyi hedefleyen siyasi ve kültürel modernitenin bir parçasıydı. Osmanlı Islahatlarında şeri kanunları da kapsayan hukuk, medeni hukuk olarak sınıflandırılmış ve devlet yasası hâline getirilmiştir. Yenilenmiş doktrinlerin en etkili olanları entelektüel yenilikçiler tarafından oluşturulmuştur. Bunların en önemlileri İttihad-ı İslamcı Cemaleddin el-Afgani (1838-1897) ile sonradan Mısır Baş Müftüsü olan öğrencisi Muhammed Abduh idi.
Bu yenilikçiler Avrupalı güçlerin İslam devletleri üzerindeki emperyalist tahakkümüyle karşı karşıya geldiler. Seküler milliyetçi muadilleri gibi çareyi Avrupa’ya gücünü veren yolu İslam devletlerinde uygulamakta buldular. Bu yol bilim ve akılcılık, ekonomik ve askerî reformlar ile devlet ve halkın rasyonel bir şekilde yeniden düzenlenmesi idi. Bu ıslahatçılara göre atılan bu reform adımları İslam’la örtüşüyordu. Bu adımlar yakın tarihteki (onların tabiriyle) “yozlaşmış” İslam’a değil, Hz. Muhammed ve ilk nesil Müslümanlar dönemindeki bozulmamış İslam’a uygundu. Bu ekolün takipçileri modern siyasi kavramları İslami kökenlerine göre yorumladılar: Hz. Peygamber şûrâyı emreder, müminler arasında toplum meselelerinde istişare ederdi; işte saf ve esas demokrasi buydu. Müslümanların halifesi meşruiyetini biat adı verilen ve şartlı rızanın başka bir unsuru olan toplum mensuplarının Halife’ye verdikleri sadakat sözünden almaktaydı. Maslahat terimi şeri hukukun kamu yararına göre yorumlanması anlamına geliyordu. Tüm bunlar siyasi modernitenin ideolojik mimarisini teşkil ediyordu. Hz. Muhammed ayrıca bilimsel bilginin ve akılcı teknolojinin benimsenmesini, geliştirilmesini meşrulaştıran bilim ve irfanı da savunmuştu. Bu esaslar millî Rönesans, medeniyet ve hakiki dinin ilkelerini oluşturuyordu. Bu ilkeler “gericiliğe”, tehalüfe ve yüzyıllar boyunca süren kötü yönetimin neden olduğu din ve kültürdeki yozlaşmaya karşı terakki (ilerleme) ilkeleri idi.
Peki, yenilikçilerin getirdikleri yenilikler nelerdi? Hristiyanlık Reformu dinî müesseseleri, Kiliseyi ıslah etmeyi ya da alternatif kiliseler kurmayı amaçlıyordu. Ancak İslamiyet’te ıslah edilecek kilise yoktu.
Modern reformculara göre özellikle hukuk ve eğitimde olmak üzere bazı alanlarda reformlar gerçekleştirilmeliydi. Muhafazakâr ulema ve müesseselerin itirazlarına rağmen, şeri hukuku modernleşmekte olan devletle uyumlu hâle getirip yasalaştıran hukukçu ve yenilikçi din adamları 19. asırda Osmanlı kanun reformlarının mimarları idi. Benzer hukuki reform dalgaları Mısır ve Arap dünyasının diğer bölümlerinde devam etti. Bu reformlar başta Mısır Baş Müftüsü Muhammed Abduh olmak üzere reformcu din âlimleri tarafından tasdik ediliyordu. Aynı zamanda din eğitimi haricinde okullar ve yüksek öğrenim dinî kurumların kontrolünden çıkartılarak kısmen seküler hâle getirildi. Abduh’un ana projesi nüfuzunu ve otoritesini kullanarak en büyük Sünni üniversite olan Ezher’de reformlar yapmak idi. Ne var ki büyük direnişle karşılaştı ve başarılı olamadı. Nitekim Ezher Üniversitesi ancak 1950’lerde Nasır’ın baskıcı döneminde devletin sıkı denetimi altına girdiğinde reformlara tabi tutulacak, ilahiyat fakülteleri olan modern bir üniversite hâline gelecekti.
Abduh’a göre Hz. Muhammed peygamberdi, siyasetçi değildi; dolayısıyla Müslümanlar kendilerine en uygun yönetim ve kanunları seçebilmeliydi.
Modernist reformların en büyük etkisi kamusal alandaki söylem ve fikir ayrılıklarında görülüyordu. Gazetecilik, siyasi çekişmeler, kültür ve eğitim, toplumsal ve hukuki reformlar gibi çok farklı alanlarda birçok farklı görüş mevcuttu. Bu sorunların birçoğu İngilizlerin Mısır’ı işgal etmesi, Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılması ve sonrasındaki hilafet belirsizliği gibi sorunlara eklemlendi. Reformcu çabalarda amaç İslam’ın, doktrin ve kanunların modern devlet, eğitim ve kültürle uyumlu hâle getirilmesiydi. Böylelikle modernitenin seküler etkileri azaltılabilecekti.
Anti-emperyalist mücadeleyle ilişkin olarak reformcu atılımlar Müslüman ulusları modernite, bilim, rasyonel yönetim ve silah gücüyle donatarak reforme edilmiş İslam’ı millî Rönesans’a giden yol olarak sunmuştur. Bu nedenle Abduh’un reformcu ekolü, dinin seküler bir hamleyle kamusal alandan özel alana itilmesine uzak olduğu kadar, Müslüman milletlerin Avrupa karşısındaki zayıflıklarının nedeninin İslam’ın doğru yolundan, ahlaki değerlerinden ve İslam’ın geçmişteki görkemli dönemlerinde saltanatını sürmüş faziletli ataların izinden ayrılmak olduğunu iddia eden muhafazakâr ve fundamentalist anlayışa da uzaktır.
Öyleyse görüyoruz ki İslam’da reformlar açısından eksiklik yoktur. Aksine İslam tarihinde hem Sünni hem de Şii pek çok yenilikçi akım olagelmiştir. Her akımın farklı etkileri olmuştur. Vahhabi/Selefi reformları aşırı tutucu ve katı niteliktedir. Dinî ritüelleri ve ahlaki disiplinleri uygulamakla görevli Müslüman hükümdara itaat edilmesini emrederler. Bu bağlamda Vahhabi/Selefi reformlarının Almanya ve İsviçre’deki Lüteriyen prenslikleri, İngiltere ve İskoçya’nın Püritenleri dâhil olmak üzere kurduğu bazı yönetimlerle benzerlikleri vardır. Fakat bu eğilimler Avrupa’da çok daha farklı bir tarihsel gidişata yönelmiştir.
19. ve 20. asrın modernist reformları ulus-devlet ve kurumlarıyla uyumluydu. Bu reformlar başlangıçtaki (orijinal) İslam’ın bilim, rasyonellik ve anayasal düzen ile uyumluluğunun teolojik ve tarihsel nedenlerini geliştirdiler. Bu ideolojik formülasyonlar hâlâ kamusal söylem niteliği taşımakla birlikte, hem din ile siyasetin birbirinden ayrılmasını savunan seküler görüş hem de (sonradan kurulan) Müslüman Kardeşler, Adalet ve Kalkınma Partisi gibi İslam’ın demokrasiyle uyumlu olduğunu savunan İslami partiler tarafından daha da geliştirilmiştir, en azından teorik olarak.
Open Democracy’in dostane katkıları için teşekkürler! Yazının İngilizce versiyonunun kısaltılmamış hâline şuradan ulaşabilirsiniz: https://www.opendemocracy.net/arab-awakening/sami-zubaida/islamic-reformation