'dosya: Kovid-19 ve Risk Toplumları'

“Din Sıkıştığımızda Müracaat Ettiğimiz Bir Antidepresan Değil”

Kovid-19 pandemisi sadece tıbbi açıdan bir sorun değil, aynı zamanda ahlak, iman, varlık gibi metafizik konuların da yeniden düşünülmesini sağlayan bir salgın. Prof. Dr. Ekrem Demirli ile Kovid-19 gölgesinde metafizik konuştuk.

1 Nisan 2020 admin

Kovid-19 salgınıyla karşı karşıyayız. İçine düştüğümüz durumda bir metafizik salgına da ihtiyacımız var mı sizce?

“Metafizik salgın” biraz abartılı bir ifade, çünkü metafizik özü itibarıyla elitist ve genelde azınlığı ilgilendiren bir şey. Metafiziğin ortaya koyduğu düşünceler; yazarlar ya da edebiyatçıların eliyle geniş kitlelere ulaşır. Buna salgın diyemeyiz belki, ama benzer bir yayılım söz konusu. 

Bugün dünyada metafizik büyük ölçüde anlamını kaybetmiş durumda. Ben bugün özellikle dinî düşünce içerisinde belirli kavram ve konuların pandemi düzeyinde değil belki ama her zeminde makul ve meşru bir şekilde konuşulması gerektiğini düşünüyorum. 

Nedir bu kavramlar?

Birincisi, varlığı açıklama ve anlama çabamız ve merakımız! Bir kere bizde bu merak ve çaba yoksa metafizik yapamayız, dinle irtibatımız da zayıflar. İkincisi, kendi kişisel varoluşumuzun da içerisinde olduğu bütün varlığı anlama merakı. Bunu kadim gelenekte daha çok mebde-mead şeklinde ifade ediyorlar. Mebde başlangıç, mead de bütün bu olan bitenin gideceği yer. Dinî düşünce bu meraka bir cevap olarak Allah’ı bize söylüyor ve “Mebdemiz de, meadımız da Allah’adır” diyor. Üçüncüsü ise buna bağlı olarak evrensel bir ahlak ve evrensel ahlak ilkeleri konusunda birbirimizi anlamaya dönük bir çaba içerisinde olmak.

Bu üç konuda ciddi sorunlarımız var. Evrenin tümünü merak etmekle ilgili ciddi bir meselemiz olduğu gibi, bu meraktan sonra Allah’ı bir cevap olarak kabul etmeye dair de ciddi bir sorunumuz var. Son olarak da buna bağlı olarak bir ahlak ve yaşam bilgeliği üretmede sıkıntımız var. Sizin ifade ettiğiniz şekilde bir “salgın” olmasa bile, bu üç temel meselenin, yani insanın merakı, bir cevap olarak Allah ve üçüncüsü de buna bağlı olarak ahlakın evrensel kurallarının Berlin’de, İstanbul’da, Londra’da, Pekin’de, dünyanın başka yerlerinde yaşaması gerektiğini düşünüyorum. 

Bahsettiğiniz bu üç mesele günlük hayatımızda nereye tekabül ediyor?

Ben cevaplarımızın dini yok sayarak temellendirilemeyeceğini düşünüyorum. Fakat dinler de mevcut yapıları ve dilleriyle bu cevabı üretemiyorlar. İslam fıkıh üzerinden, o fıkhı kabul edenler üzerinden bir söylem geliştiriyor. Hristiyanlık kendine göre bir söylem geliştiriyor ve onun içerisinde şeriat tam yara almadığı için evrensel konuşuyor gibi gözüküyor. Bizim bugün tartıştığımız konular, elli sene önce bilinmeyen konulardı. En büyük düşünürler bile bunların hiçbirini bilmiyordu. Bence 21. yüzyıldaki en ciddi meselemiz bu. Dinin bu meselelere bunu bilerek bakması lazım. Modern dünya ve 21. yüzyıl dinsiz düşünülemez; fakat din de bugüne temas etmeyen söylemleri ile bu sorunlarla baş edemez. 

Demin saydığım üç sacayağı üzerine kurulacak metafizik bugüne, yarına, varlığın anlamına ve bu evrene dair bir şeyler söyleyebilir. “Öteki benim neyim olur ve benim tabiatla ilişkim nasıl” sorularını cevaplandırabilir. Seküler düşünce bu cevapları dinî geleneklerin dışına çıkarak vermeye çalıştı, ama ben bu cevabı verebildiği kanaatinde değilim. Ancak din insana hayatın anlamı, doğayla ilişkisi, varoluşun anlamı ve benim tekil insanla ilişkim konusunda bir cevap getirebilir. 

Bugün yeryüzünde büyük bir panik yaşıyoruz. İspanya’da huzur evlerinde ölüme terk edilmiş yaşlıların olduğunu okuyoruz. Dinî düşünce biraz daha güçlü olsaydı, gene korku olurdu ama bu denli büyük bir panik olmayabilirdi. 

Şimdi hepimizin geldiği noktaya bakalım. Koronavirüs hakkında “Bunu birisi üretmiş olabilir mi?” gibi düşünenler var. Yeryüzünde dinî düşünceden beslenmiş büyük vicdanlar, büyük yazarlar, düşünürler olsaydı ve biz onlar üzerinde ittifak edebilseydik, birbirimize güvenebileceğimiz, daha güvenli bir dünyada yaşayabilirdik. Aynı inançta olmamız gerekmiyor, ama birbirimize daha fazla güvenebilirdik. 

Tam da burada dinî düşünce ve inanışın sadece kriz zamanlarında bir teselli kaynağı olarak görülmesi tehlikesi baş göstermiyor mu?

Doğru, ben de bu yüzden dini bu noktadan konuşmayı doğru bulmuyorum. 150-200 senedir dine dair en büyük eleştirilerden bir tanesi, insanın korktuğunda, açıklayamadığı hadiseler karşısında Tanrı’ya sığınması veya Tanrı dediğimiz şeyin burada ortaya çıktığı düşüncesi. Tanrı’yı “korktuğunda başvuracak bir şey” olarak görmek iyi bir dinî savunma biçimi değil. Ama bununla birlikte normal insan, korkuları, endişeleri, tereddütleri ile var ve din o insanda böyle tezahür edebiliyor. 

Bence dini anlayabilmek için hiç korkumuz olmadığı bir anda düşünmemiz lazım. Başımıza bir meteor düşmeyecek, bir nükleer silah patlamayacak, bir grip salgını olmayacak ve biz kendimize şu soruyu soracağız: Böyle durumlarda bana bir metafizik lazım mı, değil mi? Bana din lazım mı, değil mi? Buddha’nın aydınlanma hikayesi vardır. Saraydan çıkar, kötülükle karşılaşır ve bir aydınlanmaya doğru gider. Bence hiç çıkmasına gerek yok. O sarayın içerisinde kaldığı sürece, yani hiçbir sıkıntı yokken Tanrı hayatımıza temas ediyor mu, etmiyor mu? Dini konuşmamız gereken nokta burasıdır. Ortada hiçbir sorun yokken Tanrı bize ne kadar lazım ise, ortada çok sorun varken de o kadar lazım olduğunu düşünürsek dini anlamaya başlayabiliriz. Aksi halde, “bir salgın oldu Tanrı’ya sığınalım”, dediğimizde mevzunun içerisinden çıkamayız. 

Hz. Musa’nın bir adamın ölümüne vesile olduktan sonra bulunduğu şehirden kaçmasını normalde “korkup kaçmak” olarak yorumlayabiliriz. İbn Arabi çok derin bir tahlil yapar ve der ki, “Onu korku kaçırmadı, hayata olan sevgisi kaçırdı.” Yani negatif kavramlarla değil, pozitif kavramlarla yorumlar. 21. yüzyılda Müslüman entelektüeller insanın dinle, Tanrı’yla, metafizikle ilişkisini pozitif değerler üzerinden düşünmek zorunda. Biz eğer “Sıkıntıya girdik, şimdi Tanrı’yı hatırlama zamanı” dersek, o zaman birkaç ay sonra salgın biter ve birkaç ay sonra “Tanrı kimdir?” veya “Din nedir?” sorusuna “Sıkıştığımızda müracaat ettiğimiz bir tür antidepresan” cevabını veririz. Bu nedenle kriz zamanında metafizik yaparken normal zaman metafiziği yapmamız lazım. Bir patoloji olarak değil, bir kaçış, bir sığınma olarak değil; aklı başında, serin ve soğukkanlı bir şekilde dini konuşmamız lazım. Aksi Marksist literatürdeki “Din kitlelerin afyonudur” ibaresini doğrular. 

Bugüne ve şimdiye dönelim. Kovid-19 pandemisi karşısında İslam düşüncesi insana ne söylüyor?  

Modern dünya bir koşturmaca dünyası. Burada gördük ki aslında, hızla bir şeye yetişirken bir insan olarak kendimizi düşünmeyi ihmal ediyoruz. O nedenle Peygamber Efendimizin ölümden “ağızların tadını kaçıran” bir şey olarak söz etmesini önemsiyorum. Bu hadis-i şerif aslında hayatın akışının dışına çıkarak durmayı ifade ediyor. Ölümü hatırlamak bu demek. Hayatın akışının, hayatın yoğunluğunun dışına çıkarak düşünmek.

Tasavvuf geleneğinde rabıta-i mevt diye bir kavram var. Bu kavram metafizik yoksunlukla basit bir uygulamaya dönüştü bugün. Rabıta-i mevt aslında hayatı ölüme bağlayarak düşünmek, hayatı ölüm aynasında düşünmek demek. Çünkü tek başına hayat diye bir şey yok. İnsan tabiatına aykırı bu. Biz sadece gözümüzün gördüğü yere “gerçek” diyeceksek düşünme yeteneğimizden bahsedemeyiz. Sadece tek bir hayat yaşadığımızı düşüneceksek ve sadece buraya hayat diyeceksek, bunun içerisinde ölüm yoksa bu hayat olamaz. Dolayısıyla yaşadığımız bu anları yine tasavvuf tabirleri ile izah edecek olursak, zahir ve batını ile birlikte, görünür ve görünmez ile birlikte, hayatı yöneten bir ölüm gerçeği ile düşünmemiz lazım; dinî düşünceyi krizlere dayandırmadan!

Şu anda yeryüzünde, Çin’de, İtalya’da, İspanya’da, Amerika’da insanlar salgın hastalık nedeniyle ölüyor. İslam, insanın hayat hakkını evrensel olarak savunan en güçlü gelenektir. İstisna koymadan, “bizimkiler daha önceliklidir” demeden, istisnasız, insan olmak bakımından her bir insanın yaşama hakkını aziz bilmeyi savunan en güçlü gelenektir İslam. Özellikle şu anda Müslümanların bunu düşünmeye çok ihtiyacı var. 

İslam’da hayata saygı duyulduğu ya da İslam’ın çevreyle saygılı bir münasebeti şart koştuğu gibi düşünceler, işin biraz teorisinde kalmıyor mu? Özellikle bugün iklim değişikliğine karşı hareketlerin öncelikle seküler kuruluşlar tarafından hayata geçirildiği düşünüldüğünde, sanki Müslümanlar olarak işin teorisine sarılıyoruz, ama bugün sarsıcı bir eylem ortaya koyamıyoruz gibi…

Hepimizin yaşadığı sıkıntı bu. Fakat şöyle bir durum var. Müslüman toplum belki İslami düşünceye dayanan bir dünya tasavvuru ortaya koymak ve örneğin iklim değişikliği konusunda eyleme geçmek konusunda çok gerilerde. Ama bu tarz bir angajmanı Çin’den, Hindistan’dan, Japonya’dan da göremiyoruz, çok büyük gelenekleri olmasına rağmen. Dünyanın sorunlarının Avrupa merkezli üretildiğini ve çözümlerin de yine eurosentrist biçimde ortaya konulduğunu görmek lazım. Bugün çevre hareketinden insanlara argümanları sorulduğunda “Çünkü bu dünya tükeniyor ve yaşamak için bu dünyaya, oksijene ihtiyacımız var” diyorlar. Bu gelenek ağacı yeryüzünün bir sakini olarak kabul etmiyor. Onun yaşam hakkını ancak kendisine katkı sağladığı için kabul ediyor; insan merkezci bir dünyanın dışına çıkamıyor. Öte yanda ne oksijeni, ne iklim değişikliğini bilmeyen Yunus Emre’nin çiçekle konuştuğunu, ağaçlara şiir yazdığını görüyoruz. Tarihte bu bir kere olmuş. Bir kez daha olabilir.

Bugünün Müslümanları olarak bahane üretmeden dünyayla ilgili, kendini “yeryüzülü” kabul eden bir aklımızın olmadığını tespit etmemiz ve harekete geçmemiz lazım. Müslüman dünyadan bütün dünyanın saygınlığını kazanabilen kurumlar, sanatçılar, farklı alanlardaki başarı hikayeleri çıkması lazım. Yitirdiğimiz saygınlığı tekrar, belki daha büyük ölçüde kazanmamız lazım. Bunun için de ithamı bırakmamız lazım, dünyanın sürekli bize komplo kurduğunu, bizi sürekli ezdiğini düşünmekten vazgeçmemiz lazım. Herkes her yerde elini taşın altına koyacak, daha üretken daha çalışkan ve daha “yeryüzülü” olacak. Bence işin kilit noktası burası: Biz evrensel dili yitireli çok oldu. Biz kendimizi yeryüzünün biçareleri veya “lanetlileri” olarak görmekten vazgeçmeliyiz. Biz dünyalıyız, dilimiz evrensel, dünyaya bakışımız da evrenseldir. Müslüman olmak bunu iktiza ediyor.

admin

Lisans eğitimini Münster Üniversitesinde Sosyoloji ve Siyaset Bilimi bölümlerinde çift anadal olarak tamamlayan Kandemir, Duisburg-Essen Üniversitesinde sosyoloji yüksek lisans eğitimini sürdürmektedir. Ağırlıklı çalışma alanları göç sosyolojisi ve ulusaşırı Türk toplulukları olan Kandemir Perspektif dergisi editörüdür.

Yazarın diğer yazıları
Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Son Yüklenenler