“Ne Kadar Az Bilirsek Korkumuz O Kadar Büyür”
Sosyolog ve sosyal psikolog olan Prof. OrtwIn Renn, aynı zamanda Almanya’da en tanınmış risk araştırmacılarından biri. Renn ile Kovid-19’un doğurduğu riski ve toplumların salgınlar karşısındaki tepkilerini konuştuk.
Genel bir soruyla başlayalım: Neden ve niçin korkuyoruz?
Özellikle kapsamı ve gerçekleşme olasılığı bizim için belirsiz olan tehditlerden korkuyoruz. Ne kadar az bilirsek korkumuz da o kadar büyüyor. Karanlık bir ormanda tek başınıza olduğunuzu ve şüpheli sesler duyduğunuzu hayal edin. Taş kesilirsiniz, kan basıncınız yükselir, gerginliğiniz ve korkunuz artar. Günümüzde ormanda ne vahşi bir hayvan ne de size saldırmak isteyecek tehlikeli birilerinin olmadığını bilseniz bile korkunuzu def edemezsiniz. Tanımlanamayan sesler ve azalmış görüş kapasitesi tedirginliğe ve korku seviyesinin hızlıca yükselmesine sebep olur.
“Risk” nedir ve risk algımız nasıl işler?
Risk, tehditlerin gerçekleşme olasılığı ile karakterize ettiğimiz zihinsel bir tasarıdır. Bilim insanları bunu istatistikler ve modellemelerle başarır, diğer herkes ise riskleri kendi deneyimlerine ve risk özelliklerinin, risk kaynaklarının veya riskin etki sahibi olduğu durumların sinyal değerlerine göre değerlendirir. Mesela enfekte olan kişiler arasındaki ölüm oranı bir risk özelliğidir, risk kaynağı ise virüsün kökenidir (Çin ya da Avrupa) ve durum özelliklerine örnek olarak da riske gönüllü olarak mı girildiği yoksa buna dıştan mı zorlanıldığı gösterilebilir.
Sosyal medyada her gün şiddet, sınır dışı edilme ve ölüm vakaları görüyorduk. Son zamanlarda Kovid-19 haberleri ağırlıkta. Bu haberler bizi nasıl etkiliyor?
Bunlar hakkında ne kadar çok haber yapılırsa insanlar bu risklerin daha sık yaşandığına o kadar çok inanıyor. Bu noktada zihinsel bir kestirmeden söz edilir. Zihinsel olarak hemen ve sezgisel biçimde mevcudiyeti aşikar olan her şeyin gerçekte olduğundan daha sık meydana geldiği düşünülür. Örneğin gazetede devamlı olarak soygun ya da kaza haberleri okuyan biri, bu tür olayların daha sık olarak meydana geldiği algısına kapılır. Bu durum özellikle büyük bir patlama veya saldırı gibi daha nadir ama oldukça dramatik olaylar için de geçerli. Tüm medyada bunlardan geniş çapta bahsedildiği için çoğu insan bu tür olayların sıklığını olduğundan fazla olarak algılar. Bu sebeple medyada böyle bir olaya ilişkin haber yapılırken bu olayın ne kadar benzersiz olduğu da mutlaka habere eklenmelidir. Bazen benzer bir olayın geçmişte ne zaman görüldüğünü eklemek de faydalı olabilir. Bu sayede ilgili olayın ne kadar ihtimal dışı olduğu insanların gözleri önüne serilmiş olur.
Siz modern toplumların daha az riskli bir yaşam kurduğunu savunuyorsunuz. Kovid-19’dan hayatını kaybeden on binlerce insanın ardından hâlâ daha az riskle karşı karşıya olduğumuzu söyleyebilir misiniz?
Genel olarak evet, bunu söyleyebilirim. Dünyanın neredeyse tüm ülkelerinde hayat beklentisi artıyor. Koronavirüs de istatistiksel olarak bunda herhangi bir değişikliğe sebep olmayacak. Gerçi pandemi gibi kolektif riskler toplumların tamamını aniden durdurabilir veya iklim değişikliğinde olduğu gibi yaşam koşullarını aşırı boyutlarda kötüleştirebilir. Bunun yanı sıra koronavirüste “yayılma noktası” olarak adlandırılan, diğer bir ifadeyle virüsün özellikle yoğun olarak yayıldığı bölgeler var. O bölgelerde koşullar, ülkenin diğer kısımlarına kıyasla bariz derecede daha kötü. Ama modern insan, bugün daha fazla riskle karşı karşıya değil.
Peki Kovid-19’un yol açtığı panik nereden geliyor ve bu haklı bir panik mi?
Almanya’da nüfusun yüzde 80’inin bu krize ciddi bir paniğe kapılmadan ve soğukkanlı kalarak tepki verdiğini görüyoruz. Ancak panik ve kısmen de agresif davranan küçük bir kesim, kamuoyunun görüşünü belirliyor. Stokçuluk yaparak veya saldırarak başkalarına tepki veren insanların çoğu tehdit oluşturan durumlarda karşı saldırıya geçen savaşçı tipli insanlar. Virüse doğrudan saldıramadıkları için yedek objeler arıyorlar. Bunlar yabancılar, siyasetçiler, doktorlar veya kişiyi stokçuluk yaparken rahatsız eden diğer tüketiciler olabiliyor. Aşırı sağcı görüşe mensup menfaatçiler elbette bu durumu mültecileri ya da yabancıları suçlu göstermek için kullanabiliyor. Virüsü Almanya’ya getirenin bu kesim olduğu algısı oluşturuluyor. Ancak gerçek şu ki bulaşmalarının birçoğu, büyük bir kısmı yurt dışında enfekte olmuş olan Alman vatandaşlardan kaynaklanmış durumda.
Güncel sağlık riskinin yanı sıra bir de Müslümanlara karşı artan ırkçı motivasyona sahip saldırılar var, Kovid-19 gölgesinde unutulan Hanau saldırısı gibi. Müslümanlar açısından ırkçı bir saldırıya uğrama riskini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Korona krizi kapsamında ağırlıklı olarak Çinliler saldırının hedefinde olsa da başka konularda Müslümanlar sıklıkla yedek objeler hâline geliyorlar. Çünkü “gerçek” suçlulara ulaşılamadığında bu öfkenin bir şekilde bir yere boşaltılması gerekiyor. Müslümanlara karşı yapılan saldırılar genellikle yabancı olana, farklı olana duyulan korkunun bir ifadesi oluyor. Bu duygu sıklıkla, kişi kendi yaşam biçimine veya kendi değerlerine karşı bir tehdit hissettiğinde ortaya çıkıyor. Müslümanların çoğu şiddete ve ayrımcılığa kaçma davranışı göstererek tepki veriyor, kendi aile veya kültür çevrelerine doğru geri çekiliyorlar. Sıklıkla içlerine kapanıyorlar. Tabii ki bu durum Müslümanların içinde yaşadıkları topluma entegre olmaları için pek de teşvik edici olmuyor.
Korona’nın yaşlı insanların sayısını azaltmak için kullanılan bir strateji olduğuna dair komplo teorileri var. Verilerle uyuşmayan bu “gerçek ötesi” davranış biçimi risk algımızı nasıl etkiliyor?
Gerçekten de sosyal medyada koronavirüsün başlangıcıyla ilgili oldukça ilginç hikayeler dolaşıyor. Bu noktada hayvandan insana geçişi gösteren zincir oldukça iyi ve açık şekilde ortaya konulmuş durumda. Buna rağmen gizli istihbarat servisi tarafından yayıldığına dair komplo teorileri veya ilaç sanayisi tarafından çoktan bir panzehir bulunmasına rağmen daha çok kazanç elde etmek için aşısı piyasaya sürülmeyen bir hastalık gibi başkalarına kabahat bulmaya yönelik teoriler mevcut. Bu teorilerin tamamı saçma olsa da insanlar bunlara inanmaya daha meyilliler, çünkü bilimin sunduğu ve algılaması daha zor olan açıklamalar, kişinin internetten eriştiği, kendine göre makul ve ön yargılarını destekleyen açıklamaya göre daha az ilgi çekici. Zaten “gerçek ötesi”nin (“post truth”) anlamı da insanların gerçek kanıtlar ve düpedüz yalanlar arasında artık ayrım yapamaz hâle gelmesidir. Eğer ki bir de bilim ve siyaset kurumlarına inançları azsa veya hiç yoksa internetten kendilerine ilk mantıklı gelen açıklamayı seçerler. Bunlar da genellikle kişinin kendisinin reddettiği ve kötü eylemlerde bulunabileceğine inandığı gruplar tarafından ortaya atılan gizli komplo teorileridir. Ancak güncel korona krizinde Alman nüfusunun büyük bir kısmının bilgi almak için ağırlıklı olarak bilimsel kurumlara yöneldiğini görüyoruz. İşini ciddiyetle yapan basın da bu şekilde yapıyor. Bununla beraber sosyal medyadaki yalan haberlere inanan veya bunlara aldanan kişiler de her zaman var. Burada tavsiye edilebilecek olan şey, bağımsız ve alanında yetkin kaynaklara yönelmek olacaktır. Almanya’da bu özelliklerdeki kurum Robert-Koch Enstitüsüdür.