"Kimlik sorunu"

Korona Salgını Müslümanları Kapsayan Bir Avrupalı Kimliği Oluşturur Mu?

Kovid-19 salgını, küresel ekonomi ve sosyal yapıyı bütünüyle değiştirecek gibi görünüyor. Peki salgın, Avrupa’da Müslümanlara yönelik daha kapsayıcı bir toplumsal kimliğin oluşmasına zemin hazırlar mı? Salgının kimlik tartışmalarına etkisini Dr. Yaşar Aydın yazdı.

Savaşlar gibi salgınların da bireysel ve kolektif kimlikleri derinden etkilediği, onları şekillendirdiği biliniyor. İkisinin de ortak noktası insanları radikal bir biçimde alışılmışın dışına çıkarması, bir felaket havasına yol açması, hatta çoğu kez felaketle sonuçlanmasıdır. Kolektif kimlik bağlamında Türkiye’den bir örnek verecek olursak: Türk kimliğinin kitlelerce benimsenmesi ve değişik, birbirine çok uzak coğrafyalardan farklı etnik grupların bir millet mefhumu etrafında toplanması, ortak bir potada eriyip, ortak bir kimlik bilincine ulaşması, kısaca bir millet olmasında üç büyük savaşın, yani üç büyük felaketin etkisi yadsınamaz: 93 Harbi (1877–78 Osmanlı-Rus Savaşı), Balkan Harbi (1912–13) ve Birinci Dünya Savaşı. Bu üç savaş da geniş toprak kayıpları, katliam, sürgün, salgın hastalıklar ve nüfusta ciddi kırılmalara yol açmıştır. Yani hem devlet hem de toplum açısından bir felaketle sonuçlanmıştır. Bu felaketler zincirinin son halkası ifadesini Mehmet Akif’in “Bir hilal uğruna Ya Rab ne güneşler batıyor” dizesinde bulmuştur. Kurtuluş Savaşı (1919–1923) ise ortak bir millet düşüncesi etrafında birleşen farklı etnik grupların; Türkü, Kürdü, Lazı, Çerkezi, Gürcüsü, Boşnağı ve Arnavutu ile vermiş oldukları bir bağımsızlık mücadelesidir. 

Kovid-19 Salgını ve Kimlik

Bugün tarihte eşine fazla rastlanmayan bir küresel salgın tehdidi ile karşı karşıyayız. Ekonomik ve sosyal yapılarda ciddi değişimlere yol açacağını tahmin ettiğimiz bu küresel meydan okuma, toplumda korkuyu tetikliyor, felaket kaygılarına yol açıyor. Şimdiden kestiremediğimiz ise bu küresel salgının kimlik tartışmalarına etkisinin hangi yönde olacağı. Gelişmeler Almanya’da Müslümanlara yönelik daha kapsayıcı bir toplumsal kimliğin oluşmasına zemin hazırlar mı? Kesin bir şey söylemek için henüz çok erken, ancak bu yönde bazı emareler de mevcut.

Almanya’da İslam ve Müslümanlar en geç 11 Eylül 2001’deki terör saldırıları sonrasında bir biçimde toplumun gündemine oturdular. Müslümanlar ile çoğunluğu ayrıştıran meselelerin başında ise başörtüsü ve cami inşası gibi konular geliyor. Köln’deki cami yapımı başta aşırı sağ ve popülistler olmakla birlikte liberal-sol kesimden de birçok çevrenin muhalefeti ile karşılanmıştı. Kovid-19 salgını sonrasında ise örneğin Almanya’da ilk kez Duisburg’ta on iki senedir hizmet veren Merkez Camii’nden ezan okundu. Bunu Hannover’deki camiler izledi. Normal koşullarda Almanya’da aşırı sağcı ve İslam karşıtı çevreleri ve Almanya İçin Alternatif (AfD) partisini ayağa kaldıracak olan bu ezanlara herhangi bir tepki şu ana kadar kaydedilmiş değil. Bu ve benzeri örnekler, Almanya ciddi bir salgınla savaşırken, “kimlik” tartışmalarının da dönüşüme uğrama ihtimaline, kolektif kimliğin ve tahayyül edilen ulusal “biz” mefhumunun daha kapsayıcı bir hâl alabileceğine de işaret ediyor.

Biz, Öteki ve Ötesi

Sosyoloji ve felsefe, kimlik oluşumu ile ilgili iki ana yönteme işaret ediyor. Birincisi, kolektif kimliğin uzun süreli bir tartışma, müzakere ve ortaklıkların bilince çıkarılma sürecinde inşa edilmesi. Buna evrimsel normatif model diyelim. İkincisi ise kimliğin bir öteki karşıtlığı üzerinden inşası (realist model). Aralarında ciddi farklılıklar bulunan ve yekdiğerini “öteki” hatta “düşman” olarak algılayan iki kişi düşünün. Bu iki “düşman kardeşin” karşısına üçüncü birinin çıkması ile bunların birbirlerine karşı duydukları karşıtlık ve yabancılık zayıflamakta, ortak noktalar öne çıkmaktadır. Böylece ortak bir kimlik ve “biz” düşüncesinin inşası kolaylaşmaktadır.

Örneğin 1950 ve 1960’lı yıllarda Almanlar için “öteki” İtalyanlardı, sonra Yunanlar, daha sonra ise Türkler İtalyanların yerini aldı. Yunanlara duyulan yabancılık İtalyanlara duyulan yabancılığı hafifletmiş, Türklere duyulan yabancılık ise Yunanlara duyulan yabancılığı azaltmıştır. 1990’lı yıllarda yapılan bir araştırmada deneklere “yabancı” kelimesi size neyi ve kimleri çağrıştırıyor sorusu sorulduğunda, verilen cevapların üçte biri ilticacılar ve Türkler şeklinde olmuştu. İtalyanlar veya İspanyollar diyenlerin oranı ise yüzde 2’yi geçmiyordu.

Kimlik oluşumu ile ilgili bir başka olgu ise kimlik oluşum sürecinde hep bir başkasına – ötekisine – ihtiyaç duyulduğudur. Kimlik oluşumunda ben ve öteki, biz ve onlar şeklinde bir sınır çizilmektedir. Kişinin “ben” diyebilmesi için “sen” diyebilmesi gerekiyor. Bunu Alman sosyal felsefeci Ludwig Feuerbach şöyle ifade etmiştir: “Sen’in olmadığı yerde, ben de olamaz” (Alm. “Wo kein Du, ist kein Ich”). Nasıl ki gündüz kavramının bir anlamının olabilmesi için gece kavramı gerekliyse, Alman ya da Türk olmanın anlamlı olması için de Alman veya Türk olmayanların olması gerekiyor.

Sosyolojik sistem teorisi, bütün insanlığı ve yerküreyi kapsayacak bir kimliğin olamayacağını söylerken bunu dünyanın karşısında ve dışında bizimle iletişimde olan başka bir şeyin olmadığına dayandırıyordu. Tek tek insanların ve toplumların bir ötekisi veya öteki olarak kurguladıkları birileri var, ancak üzerinde yaşadığımız yerkürenin “ötekisi” ne? Parçası olduğumuz insanlığın “ötekisi” kim?

Bir Öteki Olarak Kovid-19 Salgını

Kovid-19 güncel durumda sınırlı bir “öteki” olabilir. Öyle görülüyor ki Kovid-19 virüsü bütün insanları belki eşit biçimde olmasa da etkisi altına alacak. Dolayısıyla bu insanların karşılarına koyduğu bir “öteki” olabilir. Bu durum evrensel bir duruşu tetikleyerek, ulusal, dinsel ve kültürel ayrışmaları zayıflatabilir, küresel meydan okumalar karşısında ancak ortaklaşa çözümler bulunabileceği bilincini oluşturabilir. Son dönemlerde unutulan dünya toplumu, küresel vicdan ve küresel dayanışma gibi fikir ve kavramlar tekrar önem kazanabilir. Bu bağlamda, Müslümanlar – Kovid-19 salgınından eşit derecede etkilenen insanlar olarak – Almanya’da tasavvur edilen ulusal “biz”in sınırları içerisinde kendilerine yer bulabilirler.

Ancak gelişmelerin bu yönde olacağına dair bir kaçınılmazlık olmadığı gibi, bunun tersi bir gelişme, yani toplumsal parçalanma ve çatışmalar da olasılık dahilinde. Nasıl mı? Bir hastane düşünün, acil müdahale edilmesi gereken üç Kovid-19 virüsü hastası var, ancak solunum cihazı sayısı ise iki. Bu durumda doktorların bir tercih yapması gerekecek. Örneğin Fransa’da birçok hastanede böyle bir durumun olduğu söyleniyor. Solunum cihazı verilmeyen bu kişinin, Müslüman ve Türk olduğunu farz edelim. Bu kişinin hayatını kaybettiğini düşünün. (Burada İngiltere’de benzer bir durumun yaşandığını da not edelim). Doktorların tercihinin tıbbi kriterlere göre şekillendiğine, ölen hastanın ailesini ve o topluluğa ait insanları nasıl ikna edebilirsiniz? Doktorların diğer iki kişiyi etnik, kültürel ya da siyasal saiklerle tercih etmediklerini nerden bileceğiz? 

Kaldı ki Almanya toplumu tüm açık ve demokratik toplum özelliklerine sahip ve yasaların üstünlüğü prensibinin güçlü olmasına rağmen, yapısal ırkçılığı aşmış değil. Artı sağlık çalışanlarının ve doktorların ırkçılığa karşı bağışık olduğu söylenebilir mi? İnsanların korku ve endişe içinde olduğu dönemlerde ve bir seçim yapmak zorunda oldukları durumlarda kendilerine en yakın hissettikleri kişileri tercih ettikleri, etnik, dinsel ve kültürel kriterlere göre karar verdiklerine dair birçok bulguya sahibiz. Dolayısıyla Kovid-19 salgınının daha derin bir krize evrilmesi etik bir ikilem yaratarak ırkçılığı ve toplumsal çatışmayı derinleştirebilir.

Beklenen Tehlike: Aşırı Sağ

Toplumsal bütünlük ve barış için bir başka tehlike ise Almanya’da son yıllarda hayli güçlenmiş olan aşırı sağ düşünce ve çevrelerden gelebilir. Kovid-19 salgını aşırı sağcıların geniş toplum kesimlerini etkileyebilecek alternatif bir söylem geliştirmelerini kolaylaştırabilir. Örneğin aşırı sağın öteden beri “ulus” ve “milleti” canlı bir organizma olarak düşündüğünü, bu organizmayı (Alm. “Volkskörper”) yabancı unsur ve olumsuz etkilere (göç, saldırı ve salgınlar) karşı koruma fikrini işlediğini hatırlayalım. Dışarıya karşı milliyetçi bir içe kapanmayı, iktisadi korumacılığı ve etnik ayrışmayı merkezine koyan bir karşı söylemle ortaya çıktıklarında, kaygı ve korkunun hâkim olduğu toplumda kendilerine ciddi bir taban oluşturabilirler.

İleride Kovid-19 salgını önlemlerinin yol açtığı krizin maliyetini kimin üstleneceğinin tartışması yapılacaktır. Artan eşitsizliği ve külfetin eşit olmayan dağılımını perdelemek için çareyi milliyetçi ve ırkçı bir söylemde bulabilir bir kesim, ki bu da aşırı sağ aktörler için bir başka fırsat olabilir. Krizin derinleşmesi otorite zaafına yol açabilir, bundan ise sağcı çevreler cesaret bularak geçtiğimiz aylarda Halle ve Hanau’da olduğu gibi terör eylemlerine girişebilirler. 

Özetle, Kovid-19 salgını Almanya’da hem Müslümanlara yönelik daha kapsayıcı bir toplumsal kimliğin oluşmasına zemin hazırlayabilir, hem de toplumsal çatışma ve kutuplaşmanın derinleşmesine, Müslümanların daha çok dışlanmalarına ve ötekileştirilmelerine yol açabilir. Hangisinin gerçekleşeceğinin ise siyasal karar vericilerin kriz yönetimine, demokratik güçlerin etkinliğine ve biraz da tesadüf ve şansa bağlı olacağını söylemek en gerçekçi öngörü olsa gerek.

Yaşar Aydın

Göç araştırmaları ve Türkiye uzmanı olan Dr. Yaşar Aydın Protestan Yüksekokulu’nda görev yapmaktadır.

Yazarın diğer yazıları
Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Son Yüklenenler