Risk Toplumu, Artan Güvensizlik ve Kozmopolitan Çıkış
Kovid-19 birkaç ay gibi kısa bir süre içerisinde dünyadaki bütün toplumlar için ortak bir risk hâline geldi. Korona salgını, içinde yaşadığımız “risk toplumları”na yeniden ışık tutuyor.
Risk, günümüzün anahtar kelimelerinden biri ve belki de en önemlisi. Özellikle ulusal ya da uluslararası boyutta tecrübe ettiğimiz siyasetten ekonomiye, çevreden sağlığa birçok kriz, istesek de istemesek de risk alarak yaşamak zorunda olduğumuzu bize hissettiriyor. Ulusal ve uluslararası seviyedeki kurumsal mekanizmaların durduramadığı, alınan tedbirlerin yetersiz kaldığı, giderek yaygınlaşan karantina uygulamalarıyla Kovid-19, diğer adıyla koronavirüs küresel salgını, risk toplumuna dair tartışmaları ve risk toplumunun gerçekliğini modern insana, bizlere tekrar hatırlatıyor.
Risk toplumu, bundan beş yıl önce hayatını kaybeden Alman sosyolog Ulrich Beck’in modern toplumun kökenlerine, nasıl bir ilerleme modeli önerdiğine ve onun gelişme dinamiklerinin sorgulanması gerektiğine dair ortaya atmış olduğu çığır açan bir tez ve kendisinden sonra bu tartışmayı devam ettirmek isteyenlere de bir miras esasen. Risk toplumu teziyle Beck, Aydınlanmadan günümüze modernliğin akılcılık, rasyonellik, bilimsel bilgi etrafında kurguladığı dünyanın hangi ölçüde başarıya ulaştığını sorguluyor. Ancak risk toplumunu anlamak, öncelikle modernliği ve modern toplumun temel dinamiklerini anlamaktan geçiyor.
Modernlik ve Yan Etkileri
Modernlik, Aydınlanma dönemiyle felsefi temelleri atılan, ulus-devlet siyaseti üzerinde şekillenen ve ekonomik gelişme modeli olarak kapitalizmi esas alan bir toplumsal, siyasal ve ekonomik yaşam projesi ya da ideali. İnsanın bilimsel bilgi ile doğa üzerinde tam bir kontrol sağlayabileceği ve bu kontrolün insanlığa ya da bu iddiayı sahiplenenlere daha iyi, daha refah, daha denetimli, daha güvenli bir yaşam sunabileceği temel kabulüne dayanıyor. Modern toplum da ekonomi, çevre, sağlık, güvenlik gibi birçok alanda uzmanlaşmış kurumsal mekanizmalara sahip olan, rasyonel, akılcı ve bilimsel bilgi eksenli kararlar alan bir sistem anlamına geliyor. Zira modern toplumu kendinden önceki toplumlardan ayıran en önemli özellik de bu kurumsal mekanizmalar ve uzmanlaşma.
Modern toplum ya da siyasi karşılığı olarak ulus-devletin sorunlara disipline edici ve kontrol odaklı bir yaklaşımı söz konusu. Dolayısıyla ulus-devlet sağlık sistemleri, ceza adalet politikaları, güvenlik güçleri, ekonomik ve sosyal düzenleyici kurumlarıyla vatandaşlarını kendi sınırları içerisinde koruma sözü veriyor. Daha fazla üretim, daha fazla gelir, tam istihdam, sanayileşme ve teknolojik ilerleme en öncelikli amaçları arasında. Ancak özellikle Soğuk Savaş’ın bitişiyle bugün gelinen noktada modern ulus-devlet, vaat ettiği kontrol ve denetimi ne yazık ki sağlayamıyor.
Sanayi Devriminin ikinci aşamasıyla birlikte hız kazanan uzmanlaşma ve sanayileşme modeli, bugüne değin modern toplumların ekonomik refah seviyesini, kentleşmeyi, iletişim olanaklarını önemli ölçüde arttırdı; ancak farkında olmadan modern bireyi gittikçe büyüyen riskler ve belirsizlikler karşında da yalnız bıraktı. Küresel ısınma, çevresel felaketler, iklim krizi, gen teknolojilerindeki ve sağlık sektöründeki kontrolsüz testler, verim arttırıcı ilaçlama sonucu tarım alanlarının kullanılmaz hâle gelmesi, süper antibiyotiklere olan ihtiyacın artması ve nükleer teknolojilerin yaygınlaşması gibi birçok sorun bundan iki yüzyıl öncesinin sanayi öncesi döneminde ne tahmin edilebiliyor ne de bilinebiliyordu.
2019 dünya ortalama sıcaklığının en yüksek olduğu yıl oldu ve en sıcak 20 yılın 19’u 2001 sonrasında yaşandı. Bu da gösteriyor ki siyaseten kim karşı çıkarsa çıksın küresel ısınma kendi karşıtlarını da etkileyecek gerçek bir kriz. Küresel ısınmanın getirdiği iklim krizi, bir taraftan kurak bölgeleri daha da kuraklaştırırken yağış alan bölgelerde daha fazla yağışa sebep oluyor. Seller artıyor. Tarımsal verim düşüyor, hammadde sorunu ortaya çıkıyor, sorumsuz kentleşme ve betonlaşmayla beraber yer altı suları azalıyor, su sorunu baş gösteriyor. Hepsi birbiriyle bağlantılı olan bu krizlerin merkezinde de insan, daha özelde ise modern insan ve modern toplumun gelişme dinamikleri yatıyor.
Modernliğin bir başarısı olarak addedilebilecek teknolojik ilerleme ve sanayileşmenin üretim ve ekonomik gelir eksenindeki modern topluma sunduğu “başarıların” artık gerçek bir “başarı” olmadığının, aksine krizlerin sebebi olduğunun farkına varıyoruz. Beck bu açıdan modern insanın kendisinin ürettiği bu riskleri modernliğin yan etkisi olarak görüyor. Modernliğin getirdiği bu “yan etkileri” felaketlerle ya da endişelerle tecrübe etmeye başladığımız noktada ise modern toplumdan risk toplumuna geçmiş oluyoruz. Dolayısıyla risk toplumu, modernliğe, modern ilerleme ve gelişme dinamiklerine, geniş anlamıyla modern sisteme içkin bir durum ve bizzat modernliğin içinden çıkıyor.
Risk Tuzağı ve Artan Güvensizlik Hissi
Risk toplumuyla dört bir yandan felaketlerin üst üste geldiği, tehlikelerle dolu bir dünya tanımlaması yapmak da doğru değil. İnsanoğlu modern öncesi dönemlerde de birçok tehlike ve sorunla baş etmek zorunda kaldı. Daha önce de salgın hastalıklar, depremler, felaketler söz konusuydu. Kitlesel ölümler yine yaşanıyordu. Ancak bugünkü dünyamızı ve modern düşünce yapısını farklı kılan, olaylar ya da sorunların sorumluluğunun kadere ve kaderciliğe atfedilememesinde yatıyor.
Modernlikte kader inancının yerini bilimsel-rasyonellik ve akılcılık almış durumda, dolayısıyla sorunların kontrol edilemediğinin hissedildiği noktada risk hesaplamaları devreye giriyor. Yapılan risk hesaplamaları ile henüz gerçekleşmemiş olaylar bile gerçek olacakmış gibi değerlendirilerek önlemler alınmaya çalışılıyor, politikalar üretiliyor. Ancak bir sonraki aşamada da başka riskler için başka tedbirler alınması gerekiyor. “Risk tuzağı” olarak adlandırılan bu durumda, söz konusu kötü durum senaryosu gerçekleşse de gerçekleşmese de biz risk hesaplamalarına göre yaşıyor ve riski, farkında olmadan da olsa, hayatımızın merkezine koymuş oluyoruz. Eylemlerimiz riskleri önlemek üzerine kuruluyor. Dolayısıyla bu doğrultuda işleyen rasyonel bir sistemin böylesi sonuçlara sebep olmasının normal olduğunu da kabul etmek gerek. Modern toplumun risk toplumuna dönüşme süreci diğer bir açıdan da bu eksende yaşanıyor.
Bu dönüşüm sürecinde elbette güvenlik hissi de zedeleniyor. Artık modernliğin siyasi sac ayağında yer alan ulus-devlet, modern insan için güvenli bir liman olamıyor; sınırlarımızı küresel ısınmanın, çevresel felaketlerin, iklim krizinin, salgınların etkilerinden koruyamıyoruz. Ayrıca risk addedilen durumların gerçek olmasıyla ortaya çıkan felaketlerin etkileri nesilleri aşabiliyor. Örneğin; Çernobil’de, ardından Fukuşima’da yaşanan nükleer faciaların gerçek bedelini sadece felaketi yaşayan nesil değil sonraki nesiller de ödemek zorunda. Zira nükleer felaketlerin ortaya çıkardığı radyoaktif serpintiler, rüzgarlar ve okyanus sularıyla dünyaya hızla yayılabiliyor.
Benzer şekilde, tarımda verim arttırıcı ilaçların kullanılmasının olağan hâle gelmesinin, GDO’lu ürünlerin yaygınlaşmasının ve yakın gelecekte kurulması planlanan sentetik et üretim fabrikalarının bize ve bizden sonraki nesillere ne gibi etkileri olabileceğini ne yazık ki bilemiyoruz. İşte bu ve bunun gibi birçok alanda tecrübe ettiğimiz belirsizlik ve öngörememezlik, risk düşüncesini, “ya şöyle olursa” sorularını hayatımızın merkezine oturtarak korkularımızı ve devamında güvensizlik hissimizi besliyor.
Bu güvensizlik hissinin ulus-devlet siyaseti ve güvenlik politikalarıyla da ciddi bir ilişkisi var. Modern birey gibi kontrol ve denetimi kaybettiğini düşünen modern ulus-devlet de bu belirsizlik ortamından faydalanabiliyor. Daha fazla denetim ve kontrol vaadiyle güvenlik politikaları radikalleştiriliyor. Ancak bu radikalleşme, topluma da farklı kutuplaşma alanları ve yeni karşıtlıklar olarak yansıyor. Özellikle 11 Eylül sonrasında terör tanımının esnetilerek uygulanmasıyla beraber güvenlik politikalarının risk ekseninden meşrulaştırılması, bugün Hindistan’da, Myanmar’da, Çin’de Müslümanlara, başka coğrafyalarda ise başka etnik veya dinî gruplara karşı uygulanan toplumsal linçleri, ayrımcılıkları “normalleştiriyor”.
Kozmopolitan Çıkış
Risk toplumunda karşı karşıya kaldığımız riskler, farkında olmasak da ulus, devlet, toplum ya da birey ayrımı yapmaksızın hepimiz üzerinde oldukça eşitleyici ve birleştirici bir etkiye sahip. Beck, II. Dünya Savaşı’nda bile açlık çekmeyen birçok insan olduğunu, ancak karşı karşıya kaldığımız riskler karşısında hiçbir birey ya da toplumun böyle şanslı olamayacağını ifade ediyor. Çünkü riskler hiyerarşik değil, bir anlamda demokratik yayılıyor. Sermaye gibi eşitsiz dağı(tı)lmıyor topluma.
Herkesin risklerle eşit şartlarda baş edebilme imkânı söz konusu olmasa da riskin varlığı açısından herkes oldukça eşit. Bu anlamda riskler, toplumsal kutuplaşmaları, karşıtlıkları unutturabiliyor ve karşıtları aynı masa etrafında birleştirebiliyor. Hangi alanda yaşanırsa yaşansın, dünyanın herhangi bir köşesinde gerçekleşen felaketler, ayrımcılıklar, adaletsizlikler sadece o sorunlarla doğrudan yüzleşenlerin değil hepimizin bir problemi aslında ve biz bunu istesek de istemesek de bir noktada kabul etmek zorunda kalacağız. Bu açıdan kozmopolitan vizyona sahip bir politika ve bakış açısı, herkesin yaşayabileceği bir dünya adına elzem görünüyor. “Kozmopolitan çıkış” için ilk adımınsa toplumları yönlendiren elit ve yöneticiler tarafından atılması gerektiği unutulmamalı.