Siyaset İle İnsanlık Arasına Sıkışmış Mülteciyle İmtihanımız
Türkiye-Yunanistan sınırındaki mülteciler gündemimizden çıkalı çok oldu. Peki Yunanistan sınırında bekleyen binlerce mülteci bize ne anlatmıştı?
Suriye, Irak ve Afganistan’daki savaş coğrafyasında yaşayan insanların maruz kaldığı maddi ve manevi şiddet karşısında hepimizi üzüntü basıyor. Doğu Türkistan veya Myanmar’daki uygulamaları duydukça tüylerimiz ürperiyor. Nefret kıvılcımının Hindistan’da yeni Vatandaşlık Yasası kriziyle alevlenmesini, siyasi kriz nedeniyle Venezuela’da milyonlarca insanın evini terk etmiş olmasını şaşkınlıkla izliyoruz. Tüm bunları anlamakta, yorumlamakta zorlanıyoruz. Bir birey olarak yapabilecek bir şeyimiz olmadığından çaresizlik içinde yutkunuyoruz.
Suriye’deki iç savaşın başlamasından bu yana dünya gündeminin başlıca konuları arasında yer alan mülteciler söz konusu olduğunda da bu halleri fazlasıyla yaşıyoruz. Son olarak, bir devlet bir gecede on binlerce insanın kaderini şekillendirecek bir karar veriyor ve yine o devlete komşu bir başka devlet üye olduğu çatı kuruluşun desteğiyle aynı kişilerle ilgili karşı duruş sergiliyor. Bununla ilgili gelişmeleri ekranları başında haberlerden veya koltuğunda gazetelerden öğrenen bizlerse, siyaset ile insanlık arasında nasıl bir gerilimin yaşanabileceğine, daha doğrusu siyasetin kendi hesapları doğrultusunda mülteci insanı nasıl heba edebileceğine bir kez daha tanık oluyoruz.
Bir insan, on binlerce insanın hayatını riske atan bir kararı bir gecede nasıl alabilir? Bu tip kararların bir gecede verilmediğini, meselenin arka planında başka politik veya ekonomik sebepler olduğunu öne sürerek soruya itiraz edebiliriz. Hatta girişte dikkat çektiğimiz savaş ve zulümlerin sıradanlaştığını ve bu nedenle yaşananlara karşı hissiyatımızı kaybettiğimizi göz önünde bulundurduğumuzda yönelttiğimiz soru çok absürt bile kalabilir. Ancak herhangi bir devletle veya siyasi konumla ilişkilendirmeden, yani cumhurbaşkanı, başbakan, devlet başkanı veya dışişleri bakanı gibi herhangi bir siyasi makamdan bağımsız, tüm politik konumlardan arındırılmış yalın insanı dikkate alarak sorumuzu yönelttiğimizi düşündüğümüzde, durum farklı bir boyut kazanır. Bu perspektifle asıl meseleye tekrar dikkat çekebiliriz: Yalın ve doğal insan bir gecede on binlerce insanın hayatını riske atan bir kararı verebilir mi?
Politik İnsanın Çıkarcı Tavrı
Bu suale cevap mahiyetinde ilk olarak, herhangi bir siyasi yapının, insanı hayati riske atan bir kararı niçin ve hangi dürtülerle aldığı meselesi üzerinde durmak gerek. Siyaset, ticaret veya sanat gibi alanların kendine has mantığının olduğu bilinen bir gerçek. Bunlardan siyasal alan, yalın ve doğal insanın politik insana dönüştüğü bir mecra. Bu mecradaki kişi veya kurum, gelişmelerle ilgili güç ve menfaat ekseninde hesabını kitabını yapıyor ve buna göre hareket ediyor. İçinde bulunduğu politik süreçte “çıkarım ne olacak” diye düşünüyor. Çıkar eksenli yaklaşım çatışmalara, gerginliklere ve hatta savaşlara kadar götürebiliyor. Bu nedenle de devletler arası ilişkilerde ortaya çıkan çatışma ve savaşı izahatta iki akım birbiriyle yarışıyor. Bir yanda güç mefhumunu merkeze alan realistler, gücü ancak karşı gücün durdurabileceğini savunurken; aktörler arası işbirliğinin geliştirilmesinden yana tavır koyan idealistler ancak işbirliği yöntemiyle gerginliklerin önüne geçilebileceğini düşünüyorlar.
Siyasal alana yönelik bu betimlemenin ardından ikinci aşamada, herhangi bir siyasi görev veya konumda sorumluluk taşıyan politik insanı, doğallığını kaybetmiş, ülkesel veya kurumsal çıkarı doğrultusunda hareket eden bir kişi olarak tanımlayabiliriz. Bu vasıfta bir kişinin politik menfaatine göre insanı heba edebilecek bir kararı bir gecede verebilmesi gayet doğal bir durum olarak karşımıza çıkıyor. Nihayetinde meseleyle ilgili hesaplar yapılmış, artılar ve eksiler göz önünde bulundurulmuş, konjonktürün sunduğu kayıp ve kazanç dikkate alınmış ve karar verilmiştir. İdealistlerin savunduğu gibi geçmişte kilit aktörlerle işbirliği zemini oluşturulmuş, sorunun çözümü noktasında mutabakata varılmıştır. Ancak gelinen noktada anahtar rolündeki diğer aktörlerle işbirliği fayda sağlamamıştır. Bir de bunun üzerine başka acılar eklenince çözüm, bir gecede karar verilerek bulunmuştur. O an itibarıyla siyasal çıkar bunu gerektirdiği için. Alınan karardan doğrudan etkilenecek öteki komşu devlet de yine bu çıkar mantığı silsilesi içerisinde karşı tavır geliştirmiştir.
Mülteci İnsan İle İmtihan
Ortaya konulan icraatları üçüncü noktada mülteciler üzerinden irdeleyebilir, Suriye’deki iç savaş nedeniyle ülkesini terk eden kişiler söz konusu olduğunda alınan bu kararın başka hangi anlamlara geldiği sorusunu yöneltebiliriz. Nihayetinde “mültecilik” uluslararası siyasetin ve hukukun insanlık testinden geçtiği can damarlarından biri. Bu alanda verilen sınav, insan hakları dediğimiz mefhumla ilgili hangi tarafın edebiyat hangi tarafın da icraat yaptığını ortaya koyuyor. Öte yandan “mülteci meselesi” ile ilgili çerçeveye netlik kazandırmak için biraz da mülteci insanın ne olduğuna bakmak lazım. Ne olduğunu anlamak için de ne olmadığına göz atmak gerek. Mülteci her şeyden önce bir tehdit veya işgal gücü değildir. Mülteci, gözü başkasının ekmeğinde, aşında veya toprağında olan bir kişi de değildir. Mülteci, savaş gibi katlanılamaz nedenlerle yurdu, memleketi, işi ve hayat düzeni gasp edilmiş, onuru zedelenmiş bir insandır. Mülteci, başka coğrafyada yaşamaya mecbur kalarak yabancı insanlara muhtaç konuma düşmüş bir kişidir. Mülteci, hayata yeniden başlayan kişidir.
Dinler ve ideolojik öğretiler işte bu kişinin korunmasını emrediyor. Dinî ve ahlaki değerler arasında başka bir ülkeye iltica eden yani yardıma muhtaç insanı koruma ilkesi ilk sıralarda yer alıyor. Bununla birlikte uluslararası toplum yine bu kişiyi, devletlerin ve toplumların canavarlığa varabilecek eylemlerinden, dürtülerinden korumak için uluslararası mülteci hukuku diye bir bölüm geliştirmiş. 1951 BM Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin Cenevre Sözleşmesi bu alanda esası teşkil eden hukuki metni oluşturuyor. Bu metin, ülke çıkarına göre hareket edebilecek ve böylelikle ülkesine sığınan insanın onurunu zedeleyebilecek politik insanı sınırlandırmayı, görev ve sorumluluklarını hatırlatmayı hedefliyor.
Ancak tüm bu değer, öğreti ve normların fayda sağlamadığı durumlar da yaşanabiliyor. Özellikle de oturmuş ölçülerle, devlet adabıyla, kökleşmiş kural ve geleneklerle oynandığı dönemlerde bu tip vakalar görülebiliyor. Politik insan birlikte yaşam adına dokunulmaması gereken birçok değere dokunabiliyor, araçsallaştırabiliyor, siyasallaştırabiliyor. Böylelikle yukarıda bahsettiğimiz ölçüler bu zihniyet için bir anlam ifade etmeyebiliyor. Politik insanın nesnesi hâlini alan mülteciyse siyaset ile insanlık arasına sıkışmış bir varlık olarak karşımıza çıkıyor. Bir yanda dinî, ahlaki, ideolojik öğretilerin referansıyla hareket eden insanların dayanışmasını görüyor; diğer yanda da onu araçsallaştıran siyasetin baskısını yaşıyor.
Üç Tercih Arasında Doğal İnsan
Tüm bu yorumların ardından başlangıçtaki soruya tekrar dönebiliriz. Sunmaya çalıştığımız tablo karşısında yalın ve doğal insan nasıl bir tavır sergileyebilir? Bir gecede on binlerce insanın hayatını riske atan bir kararı veren siyasete karşı nasıl bir tutum sergileyebilir?
Aldığı eğitimin, sahip olduğu ahlaki anlayışın ve geride bıraktığı sosyalizasyon sürecinin şekillendirdiği karakterine göre büyük olasılıkla üç tavır sergileyebilecektir. Alınan kararı ya destekleyecektir ya eleştirecektir ya da umursamayacaktır. Kararı destekleyen bireyler için latent devletçi, hükûmetçi, milliyetçi, vatansever veya partici dürtüler, atılan bu adımın niçin doğru ve yerinde olduğunu o kişinin iç dünyasına fısıldayan saikler olacaktır. Tabii kendi tarafının kararının ne kadar doğru olduğunu savunurken aynı meselede karşı tutum sergileyen komşu ülkenin yaklaşımının ne kadar yanlış olduğunu da gündeme getirecektir. Bunu yaparken tuhaf bir ikilemin içerisinde olduğunun farkında değildir.
İkinci kategorideki eleştirel tavır içerisinde olan kişiler konjonktür ve gerekçe ne olursa olsun değer, ilke ve hukuk gibi normatif ölçülerin çiğnenmemesi gerektiğini öne sürerek değerci, evrenselci ve hukukçu öğretilerden beslendiklerini gösterirler. Dini, dili ve rengi ne olursa olsun eşrefi mahlukat olan insan söz konusu olduğunda bunların ne kadar önemli olduğu, bu nedenle de vicdan kaymasının yaşanmaması gerektiği görüşündedirler. Mülteciyi araçsallaştıran her devletin, vicdan terazisinde kaybettiğinin altını çizerler.
Üçüncü kategoriye giren umursamazlar içinse fark eden bir şey yoktur. Onlar kendi işinde gücündedirler. Hatta olayın mahiyetinden bile bihaberdirler. Her bir kişi, tüm bu kategorilerden hangisinde yer aldığını gelişmelerle ilgili tutumunda açıkça görecek ve inancı, dünya görüşü doğrultusunda vicdanına hesap verecektir.