Şiddetsizlik ve Erkeğin Kendine Sadakati
Ailede, bireyler arasında ve toplumdaki şiddeti konuşmak için, kişinin kendine, kendi ruhuna uyguladığı şiddete bakılması faydalıdır. Bu şiddetin farkına varmak, bilhassa erkekler için kendilerine miras kalmış bazı normları kenara bırakarak kendilerine sadık kalmayı seçmeleriyle başlıyor.
Gabor Maté[1], bir insanın iki temel ihtiyaçla dünyaya geldiğinden bahseder. Bunlardan biri bağlanma ihtiyacı, diğeri ise kendi olma (otantiklik) ihtiyacıdır. Büyüyen birey, yaşam boyu kurduğu ilişkilerde bu temel iki ihtiyaç arasında sarkaç gibi gidip gelirken, bazı durumlarda birinden vazgeçmek zorunda kalabilir. İrili ufaklı toplumsal yapılar içinde “kendi olmak”, başka deyişle kendi özgün değerlerine sadık olmak, duygu ve sezgilerine bağlı yaşamak, kendini kırılgan bir dürüstlükle ifade etmek, “hayır” demek vs. ilişkilerinde bağlanma tehdidi oluşturduğunda kişi duygusal bakımdan hayatta kalmak için başka bireyler, sınıflar, topluluklar, ideolojilerle bağlantıda kalmaya, onlara uyum sağlamaya, onlar tarafından kabul görmenin peşinde koşmaya yönelebilir. Bu, kişinin, içinde kabul, aidiyet ve güveni de barındıran bağlanma ihtiyacı için bulduğu, elinden gelen en iyi stratejidir. Kişi kabul görmek için diğerlerinin ihtiyaçlarını öncelemek gibi yollara saptığında ve kendi hakikatini yutma eğilimi gösterdiğinde, yol arkadaşım Vivet Alevi’nin[2] isabetle belirttiği gibi “kendine sadakat”ini de kaybetmeye başlar. Peki nedir bu “kendine sadakat”? Ve bütün bunların, aile içi şiddetle ne ilgisi olabilir? Bunun için, erkeklerin birbirleriyle pek de konuşmadığı bazı konulara girmeyi elzem görüyorum.
Bell hooks[3] kişinin kabul uğruna kendinden vazgeçişini ataerkil toplumlar için şöyle özetliyor: “Maske takmak, bir oğlan çocuğunun patriarkal erillik eğitiminde aldığı ilk derstir.” Maske takarak -mış gibi görünmek, güçlü gözükmek, olduğundan daha ışıltılı bir imaj çizmek bugünün “erkeklik” normları olarak hepimiz için önceden belirlenmiş durumda. Duyarlılığın, kendisiyle bağlantı kurmanın genelde devre dışı bırakıldığı ataerkil normlara uymayan oğlan çocuğu, daha erken yaşlarında anne ve babasından bu normlara uymazsa kabul olunmayacağı mesajını alır: “Zayıf olma. Kendini ezdirme. Bu kadar hassas olma.”
Bir kurbağaya, “Üzerindeki deri nemli ve pütürlü olmasın.” demek gibi olan bu baskı, önce ailede, sonra okulda pekiştirilerek erkeğe daha sert, daha güçlü, daha dayanıklı olmak gibi roller biçer ve içindeki gerçek dünyayı maskelerle örtmesini ister. hooks, patriarkal ideali gerçekleştirmek uğruna kendi özünden vazgeçmesi istenen insanların kendine ihaneti erkenden öğrendiğini ve bu ruh cinayetleri için ödüllendirildiklerini anlatır. Erkeğin “erkek gibi” olması istenirken, kendisiyle bağı kopar. Hepimize sorum da burada geliyor: Kendisiyle bağı kopan kişinin çocuğuyla, eşiyle, çevresiyle, dünyasıyla bağ kurması ne kadar mümkün?
Koltukta Uyuşmak, Yaşama Ne Kadar Hizmet Ediyor?
Bugünün erkeklerine dair bir tabloyu sizin için canlandırayım: Kırk yaşında bir baba düşünelim. Üç çocuğu olsun. Çocukları okuldan, o da işten eve geliyor. Karnı aç, zihni yorgun. Yemek hazır, yiyor. Çocuklarıyla ve eşiyle arasında tam bir bağ var mı, yok mu, kafasını pek kurcalamıyor. Onlarla hakiki bir ilişki içinde mi değil mi, bilmiyor. Oğlu ödeviyle ilgili bir şey sorduğunda üzerinde çoğunlukla bir bıkkınlık var ve konuşma ilerledikçe “Bunu nasıl bilmezsin?” diye kızıyor. Ya da yorgun, “Annene sor.” diyor. Eve gelince yaptığı tek şey, eline telefonu almak, kendisini koltuğa bırakmak. Biraz maçlar, gazete okumak, biraz sosyal medya, televizyon ve ardından uyku… Bu döngü ertesi gün, sonraki gün ve daha sonraki gün de tekrarlanıyor. Hafta sonları çocuklarla belki dışarı çıkıyor, alışveriş merkezine gidiyorlar. Ama arabada ufak bir konuda bile diğer aile üyeleriyle tartışıyor, onlara bağırıyor, onları azarlıyor. Eve geliyor, yemek yiyor, eline tekrar telefonu alıyor. Bu uyuşukluk, eğer bunun için bir şey yapmazsa ona mezara kadar eşlik edebilecek bir uyuşukluk. Hooks’un bahsettiği “ruh cinayeti” tam da böyle bir şey. Günlerce, haftalarca, aylarca tekrarlanan bu döngü, bir erkek olarak kendime sadık olabildiğim, benim hayatımda hüküm sürmesini istediğim değerlerle uyumlu bir hayat olabilir mi? Kendimle, çocuklarımla, eşimle bağ kurmadan, onların dünyalarında aslında ne olduğuyla hiç ilgilenmeden ve kendi değerlerimi hayatıma yaymadan sürdürdüğüm bir yaşam, kendime sadık olduğum bir yaşam mıdır?
Hepimizin yetiştiği bir ev, bir bahçe var. Bu bahçede bazı alışkanlıkları daha ufacık yaşta öğrendik. Erkekler olarak bize yüklenen bu mirası kırmak ve kendimize sadakati bulup çıkartmak için bazı sorular sormayı anlamlı buluyorum: Acaba ben bu sandalyede oturduğumda, çocuğumla hep aynı üstten tonda konuştuğumda, evde yemeği yiyip hemen odama çekildiğimde, uyanır uyanmaz üstümü giyinip kendime aynada çeki düzen verip hemen evden çıktığımda ve akşam evi derli toplu bulduğumda ve bütün bunların nasıl yapıldığına dair herhangi bir farkındalık geliştirmediğimde, içinde olduğum hayata ne denli özenli yaşıyorum?
Başarının, performansın, terfinin belirleyici olduğu bir bahçede yetişen erkek için “kendisi” olmak ve bu soruları sormak mümkün değil. Burada erkekler, kendileri farkında olmasa da büyük bir yalnızlık içindeler. Televizyon karşısında, kendisiyle bağlantısı kopuk bir hâlde uyuşmuş erkek, ruhuna karşı işlenen bu cinayetin acısını uyuşturmaya çalışıyor. Bu yalnızlığı görünce yine bir erkek olarak kalbim şefkatle doluyor. Her birimizin gözlerinin içine bakarak şunu sormak istiyorum: Yaşadığın bu yalnızlığı hissediyor musun? Hayatını daha anlamlı, daha canlı ve tam yaşamak kalbinin derinlerinde duyduğun bir özlem mi? Bana bu soruyu soran kimse olmadı. Bizi, yalnızlığımızı, çaresizliğimizi ancak biz anlayabilir; yapamayışlarımıza kabulü de ancak biz birbirimize verebiliriz.
Erkeklik anlayışı ile pekiştirilmiş tüm rolleri, performans kriterlerini ve ceketleri çıkartıp, referansı dışarıdaki bu beklentilere değil, kalbimizde olan özlemlere, değerlere verdiğimiz zaman çok güçlü bir niteliğin ortaya çıkmasına izin veriyoruz: kırılganlık ve şefkat! Bunlar hayatı zenginleştirebilecek iki büyük nitelik. Erkek doğamızın özünde bulunan, aslında hepimizin ne demek olduğunu kemiklerimizde bildiği şefkate, sadece kelime olarak değil, ruhumuzdaki özlemine dokunduğumuz zaman, oradan hayat doğuyor. Bize yüklenen performans baskısı altında o kadar ezilmiş ve kendimizi kendi doğamızdan, bedenimizden o kadar koparmışız ki, ergenliğinden yetişkinliğine kadar gözünden tek damla yaş akamayan erkekler var. Çünkü “Erkekler ağlamaz!” Erkeklerin kırılganlıklarını saklayıp, içlerindeki dünyanın üstüne beton dökmeleri, yutmaları, güçlü görünmeye çalışmaları… Bütün bunları bir kenara bırakıp kırılganlığı ortaya çıkarmak aslında güçsüzlük değil, tam tersine bir güç. İşte buralar, şiddetsizliğin de doğduğu topraklar.
Bir Erkek Neden Şiddetsizliği Seçer?
Erkeklerin, kendi eşleriyle ve çocuklarıyla ilişkilerinde, toplumun onlara verdiği güçlerden doğan muazzam imtiyazları var. Ataerkil güçle dolu olan bir erkek, en iyisi olduğunu düşündüğü şeye karar verebilme ve hayata geçirebilme imtiyazına sahip. Diğerlerine etkisini çok da düşünmeden. Yine şiddetsizliği öğrenmemiş bir erkek, sebep olduğu zararı, acıyı görmezden gelebilme imtiyazına da sahiptir. Çocuğuna bağırıp çağırdıktan sonra, çocuğunun içinde bir şeyler kopmuşken o, yüzünü çevirip hiçbir şey olmamış gibi Beşiktaş-Gençlerbirliği maçının özetine bakabilir; bu bir imtiyazdır. Bunu ancak, bu sistem içinde büyümüş bir baba yapabilir. Çalışan eşi eve geldikten sonra yemek yapıp sofra kurarken, erkek duşunu alıp uzanıp dinlenebilir. Bütün bu imtiyazları fark etmeye başlamak tam da “Bir dakika! Bu seçimler benim değerlerimle örtüşüyor mu?” sorusunu sormakla başlıyor. Bu soruyu küçük küçük, tekrar tekrar sorarak başlayan farkındalık, bu sistemin içinde erkeğin sebep olduğu şiddetin de gözden geçirilmesine olanak tanıyor.
Hepimiz bir imtiyazı bırakmanın bir rütbeyi bırakmak kadar zor olduğunu biliriz. Peki biz erkekler ve babalar olarak bu imtiyazları neden bırakmak isteyelim? Bunun benim için tek bir yanıtı var: Bize öğretilmeyen bir konuda, kendi içimize yolculuk yapmak ve kırılganlığı hissetmek konusunda kendimize izin vermek gibi politik ve hayati bir tavır almayı seçmek, böylelikle “tam ve bütün” yaşamayı da seçmek için. Önce hayalini kurduğumuz dünyayı tanımlamak, sonra da bu dünyanın koşullarını oluşturabilmek için kendimize ve çevremize liderlik etmenin gerçek güç olduğuna inanıyorum. Biz erkekler olarak, sistemin bizim omuzlarımıza yüklediği yüklerin altında nasıl bir ruh cinayetinin işlendiğini çok iyi biliyoruz. Kendi özümüzü, şefkat ve özen dolu doğamızı unuttuk. Şiddetsizlik, bu özü ve erkeğin saf doğasını yeniden hatırlama yolculuğu.
Hemen, Şimdi, Nasıl?
Burada ilk adım, basit olduğu kadar da kritik bir soruyu kendimize ve çevremizdekilere sorma alışkanlığı kazanmak. “Nasılsın?” Bu soruyu eşimize, çocuklarımıza, dostlarımıza sormaya başladığımızda, gerçekten nasıl olduklarını duymak için şefkatli doğamızın topraklarındaki merakla karşımızdakine baktığımızda, gözlerimiz açılmaya başlıyor. Bu gözleri dışarı çevirmeye ve hakikati duymaya dair bir iştah duyduğumuzda biz de gerçekten nasıl olduğumuzu hissedebilmeye başlıyoruz. İçimizdeki karanlıklar gün ışığına çıkıyor. “Kaygılıyım” diyebiliyoruz. “Yorgunum. Seni daha sonra dinlesem olur mu?” diyebiliyoruz. Ya da ödevinde zorlanan çocuğumuzu kucağımıza alıp, “Zor mu geldi? Sana nasıl destek olabilirim?” diye sorabiliyoruz. Bizler zorlandığımızda destek almayı öğrenmemiş olabiliriz. Kendi canımızı, çocuğumuzu bu mirastan özgürleştirmek bizim hem gücümüz hem de sorumluluğumuz diye düşünüyorum.
Bir sonraki soru, ihtiyaçlarımı görünür kılıyor: “Bu aile yaşamında ben neyi önemsiyorum?” Dürüstlüğü mü? Huzuru mu? Hakiki bağlantıyı mı? İşlerin kolaylıkla hallolmasını mı? Kaynakları verimli kullanabilmeyi mi? Birbirimizin alanlarına saygıyı mı? Temas ettiğim bu ihtiyaçları karşılamak üzere, eylemlerimi, sözlerimi nasıl seçebilirim? Kendimi ve benim için önemli olanları görünür kılarsam karşımdakinin bana gönülden katkı sunma ihtimalini arttırabilirim. Beni donduran ya da sertleştiren bir maske takmak yerine kalbimde olanı açtığımda kalbimde olan hayat da mümkün olmaya başlıyor. İyi haber: Bu soruların tüm maskeleri çatlatma, tüm betonları ufak ufak kırma gücü var. Var, çünkü nefes alıyoruz, hayat doluyuz.
Şimdi son soruya geldik: “Gönlünde yatan hayatı inşa etmek için senin ilk adımın ne olacak?” Bu sorunun cevabı bende değil; tam şu anda elini üzerine koyduğun kalbinin içinde. Bunun için harekete geçmek de kendine sadakati getirecek. Bu bilinmez yola çıkmaya cesaretin var mı?
Dipnotlar
[1] Vücudunuz Hayır Diyorsa kitabının yazarı, doktor.
[2]Şiddetsiz İletişim Merkezi (CNVC) Sertifikalı Şiddetsiz İletişim Eğitmeni.
[3]Amerikalı yazar, kadın hakları savunucusu, isminin baş harflerinin küçük yazılmasını tercih eder.