Dosya: "Toplumsal Bir Sorun: Aile İçi Şiddet"

Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Ev İçi Şiddeti Önlemek İçin Bir Gereklilik Mi?

Son yıllarda ev içi şiddet tartışmalarında “toplumsal cinsiyet eşitliği” bir çözüm olarak sunulmuştur. Peki, toplumsal cinsiyet eşitliği nedir ve ev içi şiddete karşı bir çözüm olabilir mi?

Fotoğraf: Shutterstock.com

Yazımızın başlığı bir sorudan oluşmaktadır. Bu soruya isabetli bir cevap verebilmek için önce ev içi şiddet olgusunun tezahürleri ve kaynakları üzerinde durmak, sonra da bu olguyla mücadele için hangi önlemlerin alınması gerektiğini tartışmamız gerekiyor. Bu çerçevede “toplumsal cinsiyet eşitliğinin bir cevap olup olmayacağı da ele alınacaktır. Doğal olarak kavramın sosyolojik olarak ne anlama geldiği ve bu meyanda yanlış anlamaların da aydınlığa kavuşturulması gerekmektedir.

İngilizcede “domestic violence” ve Almancada “häusliche Gewalt” olarak ifade edilen olgu Türkçeye bazen “aile içi şiddet”, bazen de “ev içi şiddet” olarak tercüme edilmektedir. Kavramsal bir hassasiyete sahip olan insanlar, aile içi şiddet demek yerine ev içi şiddet demeyi tercih ediyorlar. Çünkü bir arada oturan ve birbirine şiddet uygulayan insanlar her zaman aile üyeleri olmadıkları gibi, aile denen yuvada şiddete de yer olmamalıdır. Aile, kendi temel niteliklerini kaybettiği zaman şiddet ortaya çıkmaktadır. Aile ile toplum arasındaki farkı belirtmek için Aliya İzzetbegoviç şu ifadeyi kullanmaktadır: “Toplumda çıkarlar, ailede değerler geçerlidir.” Eğer aile üyeleri kendi aralarında fedakârlık yapmaktan vazgeçmiş ve sadece kendi bireysel çıkarları için mücadele ediyorlarsa, o zaman aile topluma dönüşmüş demektir.

“Kol Kırılır, Yen İçinde Kalır”

Ev içi şiddet evrensel bir olgudur, tüm ülkelerde ve toplum kesimlerinde karşımıza çıkmaktadır. Bununla birlikte ev içi şiddetin biçimleri ve oranları farklılaşabilir. Hatta ev içi şiddetin konuşulma ve kamuya yansıtılma biçimleri de farklı olabilir. Bazı toplumlarda ev içi şiddetin gizlenip dışarıya çıkması engellendiği gibi, bazı toplumlarda da bu konu rahatça konuşulabilmektedir. Doğal olarak şiddetin gizlendiği durumlarda bu olgunun boyutlarını ve oranlarını anlamak mümkün olmadığı gibi bununla mücadele etmek de pek kolay görünmemektedir.

Gerek Türkiye’de gerekse Avrupa’daki Türkiyeli göçmen ve azınlık gruplar arasında ev içi şiddet uzun zaman gizlenmiş ve kamusal olarak konuşulmamıştır. Avrupa genelinde bu olay seksenli yıllardan itibaren konuşulurken, Türkiyeliler ancak doksanlı ve iki binli yıllarda konuyu tartışmaya açabilmişlerdir. Çünkü içinde farklı etnik gruplar olsa da Türkiye kültüründe aile ortamından kaynaklanan cinsel sorunlar kadar şiddet içeren olaylar da mahrem kabul edilmekte ve bir atasözümüzde dile getirildiği üzere “Kol kırılır, yen içinde kalır” denmektedir. Doğrusunu söylemek gerekirse, mahremiyet kültürü ev içi şiddetle mücadeleyi zorlaştırmaktadır.

Sadece Kadınlar Mı Mağdur?

Hem Avrupa’da hem de Türkiye’de ev içi şiddetin faili kadınlardan çok erkeklerdir. Bu anlamda şiddetin toplumsal cinsiyetle alakalı bir boyutu olduğu kuşkusuzdur. Kadınlara yönelik araştırmaların niteliğinden dolayı, ev içi şiddeti sadece kadınlarla veya eşlerin birbirlerine karşı işledikleri şiddetle sınırlandırmak doğru değildir. Kadınlardan sonra ev içi şiddetin ikinci kurbanı çocuklardır. Çocuklar bazen ebeveynleri bazen de bakıcıları tarafından şiddete maruz kalmaktadırlar. Çocuklara yönelik şiddet ya fiziksel ya da duygusal bakımdan ihmal etmek şeklindedir. Çocuklarda cinsel istismara daha az rastlanmaktadır. Şiddete uğrayan kadınların çoğu, şiddet sırasında çocukların da evde bu olaya şahitlik ettiklerini ve böylece onların da psikolojik olarak şiddeti hissettiklerini belirtmektedir.

Yapılan araştırmalarda eksik kalan nokta, şiddetin sebeplerinin sorulmamış olmasıdır. Oysa bu nokta şiddetle mücadelede çok önemli bir boyuttur. Bu konuda olası bazı sebepler ve yaklaşımlar bulunmaktadır. Eşin sosyal ve ekonomik statüsünün düşük olması sebeplerin başında gelmektedir. İkinci önemli sebep, şiddetin ebeveynlerden çocuklara aktarıldığı yönündedir. Başka bir ifadeyle şiddet gören kişi, ileride kendisi de şiddet uygulamaktadır. Demek ki şiddet öğrenilen bir şeydir. Üçüncü bir yaklaşıma göre şiddet nörolojik rahatsızlıklardan kaynaklanmaktadır. Söz gelimi fevri kişiler şiddet işlemeye daha fazla eğilimlidir. Bir başka teori, kadın ve erkek arasındaki eşitsiz güç dağılımını şiddetin ana sebebi olarak yorumlamaktadır. Toplum, erkeklere kadınlar üzerinde hâkimiyet kurmalarını öğretmektedir. Bu tahakküm şiddeti de meşrulaştırmaktadır. Son olarak psikologlar, bazı yaşanmış travmaların şiddeti doğurduğunu ileri sürmektedirler. Bunların başında da aşağılanma veya utanç duygusu, annelik bağının olmaması ve şiddet örnekleri gelmektedir.

Cinsiyet Kavramı ve Kadın-Erkek Eşitliği

Son yıllarda kadına yönelik şiddet tartışmalarında “toplumsal cinsiyet eşitliği” bir çözüm olarak sunulmuştur. Peki, toplumsal cinsiyet eşitliği nedir ve ev içi şiddete karşı bir çözüm olabilir mi?

Önce toplumsal cinsiyetle neyin kastedildiğini anlamalıyız ki, sonra toplumsal cinsiyet eşitliği kavramına geçebiliriz. “Toplumsal cinsiyet” kavramı, görece yeni bir kavramdır. 20. yüzyılda sosyal bilimin ürettiği en önemli ve zihin açıcı kavramlardan birisidir. Geçen yüzyılın ortalarına kadar cinsiyet konusu biyolojik-fizyolojik boyutlarından ziyade toplumsal-kültürel boyutlarıyla konuşulmuş olmakla birlikte, cinsiyetin bu iki boyutunu birbirinden ayırt etmek için bir kavram ortada yoktu ve bu bazı kavramsal ve entelektüel sorunları beraberinde getiriyordu. Kimin tam olarak neyi sorunsallaştırdığı kestirilemiyor ve bazen kadın-erkek rollerini sorunsallaştıranlar, insan fıtratına müdahale etmekle suçlanıyorlardı. İlk defa 1955 yılında Yeni Zelandalı Amerikan psikolog John Money, biyolojik cinsiyet (sex) ile toplumsal cinsiyeti ayırt etmek üzere “gender” kelimesini kullanınca, bu sorunlar önemli oranda ortadan kalktı. Söz konusu kavram, 1968 yılında Robert Stoller’ın “Cinsiyet ve Toplumsal Cinsiyet: Erillik ve Dişilliğin Gelişimi” adlı kitabıyla yaygın ve bilinir bir hale gelmiştir.  

Özetle; cinsiyet (sex) biyolojik ve doğuştan olup normalde insan yapısının değişmez bir özelliğidir, başka bir deyişle hepimiz doğuştan eril ya da dişil olarak dünyaya geliriz. Türkçede günlük dilde insan “fıtratı” denen şey budur! Toplumsal cinsiyet (gender) ise toplumun sonradan her bir cinsiyete giydirdiği sosyal ve kültürel özellikler, roller ve davranış biçimleridir. Cinsiyete kıyasla toplumsal cinsiyet sonradan oluşan ve değişken bir şeydir. Toplumsal cinsiyet; toplumdan topluma, hatta aynı toplumda kuşaktan kuşağa değişen formlardadır.

Kavram buraya kadar açıklığa kavuşmuşsa, şimdi bir adım daha atıp bir başka terim üzerinde kafa yorabiliriz: toplumsal cinsiyet eşitliği (İng. “gender equality”). UNICEF, toplumsal cinsiyet eşitliğini şöyle tanımlamaktadır: “Kadın ve erkek ya da kız ve oğlanların aynı haklar, kaynaklar, fırsatlar ve koruma imkânlarından yararlanmasıdır. Bu, kadın ve erkek ya da kız ve oğlanların aynı olmaları değil, fakat aynı şekilde muamele görmeleridir. Toplumsal cinsiyet eşitliği, aslında karşı ayrımcılık (non-discrimination) ilkesinin bir gereğidir. Bir kimsenin cinsiyetine bakılmaksızın, insan haklarından yararlandırılmasıdır.”

Demek ki toplumsal cinsiyet fıtrat olmadığı gibi, toplumsal cinsiyet eşitliği de kadın ve erkeği aynileştirmek ya da benzeştirmek değildir. Sadece her iki cinse daha eşit imkânlar ve fırsatlar sunmaktır. Kadın-erkek eşitliği, hukuksal bir kavram olduğu hâlde başından beri bizim toplumumuzda yanlış anlaşılmış ve kadını erkekle aynileştirme olarak algılanmıştır.

“Şiddet, Güç Eşitsizliğinin Bir Sonucudur”

Şimdi yukarıdaki soruya yeniden dönelim: Kadınlar toplumsal, kültürel ve politik olarak güçlendirilirse şiddet ortadan kalkacak mıdır?

Bu soruya “evet” dememizi mümkün kılacak birkaç veriye yer verelim isterseniz. “Türkiye’de Kadına Yönelik Aile İçi Şiddet” (2009) araştırması, kadınların eğitim düzeyi arttıkça eşleri ve birlikte oldukları kişiler tarafından fiziksel veya cinsel şiddete maruz kalma oranlarının düştüğünü göstermektedir. Yine başka araştırmalardan da çıkan sonuç şudur: Kadının toplumsal konumu yükseldikçe şiddete uğrama riski azalmakta, yine şiddete uğrasa bile bunu kabul etme ve kanıksama derecesi azalmakta ve durum ilgili mercilere yansıtılmaktadır. Bu sonuçlar, ev içi şiddetin eşler arasındaki güç eşitsizliğinden kaynaklandığı şeklindeki teoriyi haklı kılmaktadır. Başka bir deyişle şiddet, güç eşitsizliğinin bir sonucudur ve güç eşitsizliği azaldıkça şiddet de azalacaktır.

Kadının toplumsal konumunun iyileşmesi ve yükselmesinin çocuklar açısından da yararları olacaktır. Ailede en güçsüz ve çaresiz olan çocuklar, güçlü bir anneyle kendilerini daha iyi hissedecekler ve daha az şiddet mağduru olacaklardır. Eğitilmiş anneler çocuklarına daha az şiddet kullanmakta ve şiddete uğrama durumunda daha bilinçli hareket etmektedirler.

Güç ve Otorite Kaybı

Toplumsal cinsiyet eşitliği teorisi mağdur tarafın konumuna açıklık getirse de şiddetin faili olan erkeklerin konumuna teorinin pek de empatik yaklaştığı söylenemez. Gerçekte erkekler aile içinde güçlü oldukları için mi şiddet işlemektedir, yoksa bunun başka sebepleri de var mıdır? Kadın ve çocuk haklarının sürekli ilerleme kaydettiği çağımızda, açıktır ki baba ve eş olarak erkek sürekli güç kaybetmekte ve bununla bağlantılı olarak itibar da kaybetmektedir. Güç (Alm. “Macht”) ve itibar/otorite (Alm. “Autorität”) farklı kavramlardır. Max Weber gücü karşı tarafın rızası olmaksızın etkileme, otoriteyi ise rızaya dayalı etkileme olarak ele almaktadır. Otorite arttıkça güç azalmaktadır.

Bu kavramlar üzerinden eş ve baba olarak erkeğin değişen statü ve rolünü analiz edersek, erkek günümüzde hem güç hem de otorite kaybı yaşamaktadır. Bu onun sert ve stresli olmasının da ana sebebidir. Eğer erkek kaybettiği gücünü, artan bir otorite ile telafi edebilirse güç kullanmaktan da vazgeçebilir.

Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Son Yüklenenler